top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Halil İbrahim Özbay- Bir Oda Dolusu Gökyüzü

Çok yakında ölecek dedesinden, küçücük omuzlarına kalacak o ağır hüznü taşımasına yardım etsin diye kızıma kuş aldım. O henüz yedi yaşında. Bu evde ve evrende yaşayan herkesin, sonsuza dek hayatta kalacağını düşünen bir çocuğa, ölüm nasıl anlatılabilir ki? İnsan sayısı kadar farklı hikayelerden; zamanın ve olayların akışı içinde, sonsuz değişen duygulardan arındırılmış, herkesin bildiği, en basit ama bilimselliği su götürmez bir cümleyle mi: Her canlı, doğar, büyür ve ölür.

Bu kadar.

Gel gör ki bu cümle kızımın muhtemelen gözyaşlarına boğularak soracağı, “Ama neden?” sorusunun yanıtını içermemektedir.

“Hani çok hastaydı ya, işte o yüzden.”

“İyileştirseydiniz o halde.”

Doğmayı, büyümeyi, hatta hastalanmayı anlayabilir bir çocuk ama ölmeyi…

Çünkü hayatın içinde devam eden bir şey değildir ölüm. Resimdeki büyük kesik, yerinde bir şey görmeyi umduğu beklenmedik boşluktur. Hayat, birçok olasılıklar barındırır; oysa ölüm tek ve kesindir. Ve her çocuk, o sevimsiz kesinlikten nefret eder.

“Neden saat dokuzda uyumak zorundayım ki?” diye anne ve babasına direnir de, sonsuz uykuya yatan sevdiği birinin başucunda, kime kızacağını bilemez.

Ölümün, bu evin duvarları arasına bırakacağı o renksiz boşluğunun yerinde, mavi bir gökyüzü olsun istedim. Evin havasına yapışıp kalacak ölümcül hüznü dağıtıp götürsün bir çift kanat; evde bir ses azalmışken, bir ses çoğalsın istedim.

Babam, yani kızımın çok sevdiği biricik dedesi, kötü bir hastalığın son evresindeydi. Henüz kızım doğmamışken, ölen annemden beri yalnız yaşadığı evinde, çoğu gereksinimlerini, tek başına karşılayamayacak; örneğin pazara, markete gidemeyecek, yemekle, bulaşıkla, çamaşırla, sobayla uğraşamayacak, tedavisini tek başına yerine getiremeyecek durumdaydı. Onca ısrarıma rağmen, bize taşınmayı, kesin bir dille reddediyordu. “İşiniz başınızdan aşkın sizin. Üstelik okula henüz başlamış küçük bir çocuğunuz var. Bir de ben yük olmayayım size.” diyerek itirazını dile getirdiği bir gün, “Ama,” dedim “bizden çok torunun istiyor yanımıza taşınmanı. Yalnız kalmana çok üzülüyor.”

Ben böyle söyleyince dayanamadı. Kalktı geldi. Kızımın odasının yanındaki, küçük odaya yerleşti. Yerleşti dediysem, birkaç küçük eşya, birkaç parça giysi ve elinden düşürmediği üç beş kitapla, yatıya kalacak misafir gibi gelip oturdu öylece. Evini kapatmak istemedi. Bir gün ölecekse, içinde annemin son nefesini verdiği ve evlendikleri günden beri birlikte yaşadıkları kendi evinden çıkmalıydı onun cenazesi de. Yoksa evimize ölmeye değil, az da olsa sağlığını toparlamaya gelmişti.

Odasının dibine taşınmasına kızım sevindi en çok. Dedesine, “Ne güzel, bana her gece masal anlatırsın. Çünkü babam anlatmıyor,” diyerek hem sevincini belli etti, hem de bir güzel şikayet etti beni. Her akşam üzeri, okuldan gelir gelmez, bir türlü bitmek bilmeyen maceralarını anlattı dedesine. Yaşlılar, torunlarına karşı, anne ve babalardan çok daha sabırlı oluyorlarmış, bunu öğrendim. Küçükken bana karşı, hiç de bu kadar sabırlı değildi babam. En az kızım kadar çenesi düşük bir çocuktum ben de. “Oğlum biraz sus da şu haberleri dinleyeyim olmaz mı.” ya da “İş yerinde yeteri kadar kafam şişti be oğlum, birazcık kapa çeneni de şu gazeteyi okuyayım.” tarzı konuşmaları çok duydum babamdan. Ben de ona anlatacaklarımı, gider günlüğüme yazardım. Böylece hem anlatanı hem dinleyeni olurdum büyükler tarafından pek de ciddiye alınmayan serüvensiz hayatımın.

Pencerede, küçük torununun, okuldan çıkış saatini beklemek, kendi hasta ve yorgun bedenini dinlemeyi unutturmuş, bu bekleyiş tutunacağı yeni bir dal olmuştu babam için. Kısa sürede kendini topladı, az da olsa yerine geldi sağlığı. En azından, eskisinden daha iyiydi. Ama bu durumun geçiciliğini bilecek kadar da tıptan haberdardık. En fazla bir yıl ömür biçmişti doktorlar. Ondaki bu iyileşme halinin tek açıklaması vardı: sevgi.

Dedenin ve torunun birbirlerine bağlılıkları arttıkça, bizim de endişemiz artıyordu, kızımız adına. O kaçınılmaz son geldiğinde, ona bu durumu nasıl açıklayacak; bu ilk büyük kaybını, neyle telafi edecektik? Annesiyle, günlerce bunu düşündük. Şimdiden bir önlem almalıydık. Kabul etmek istemeyeceği bu ölümün ardından, küçücük hayatında, dedesinden boşalacak yeri, daha şimdiden dolduracak, onu oyalayacak, çok istediği bir şey bulmalıydık.

İlk olarak aklıma, kedi ya da köpek almak geldi. Evin içinde zor olur diye bu kararımdan eşim vazgeçirdi beni. Zaten, hasta ve yaşlı bir insanın bakımını üstlenmişken, çalışan insanlar için bakımı hiç de kolay olmayan kedi ya da köpek almak, ne kadar mantıklıydı? Ama küçük bir kuş, uygun olabilirdi pekâlâ. Hayvanlara çok düşkün olan kızım, kuşları da kediler ve köpekler kadar severdi. Böylece, hem hasta dedesini biraz daha rahat bırakır, hem de dedesinin ölümünden sonra yaşayacağı travmayı, çok daha çabuk atlatabilirdi. Evin içinde kanat çırpan küçük, sevimli bir kuş, hayatın acımasız ve kusurlu yanını affetmesi konusunda bir fikir verebilirdi ona. Üstelik bir kuşun bakımı da kedi, köpek kadar zor değildi öyle. Bunu kızım bile zevkle üstlenebilirdi.

Mavi tüyleri, mercimek tanesi kadar gözleri, küçük, şirin gagasıyla Maviş, böyle girdi hayatımıza. Kızım buldu adını. Çok da düşünmedi. Bir topak mavi tüyleriyle görüverince karşısında, “Ne kadar da maviş bir şey bu,” deyiverdi. Evimizin bu yeni konuğu, hem kızım için yeni bir heyecan oldu, hem de hasta dedesi, rahat bir soluk aldı, yaşlı bedeninden yüksek performans bekleyen torunuyla birlikte oynadıkları, sonu gelmez oyunlardan. Uyumaya ve dinlenmeye daha çok zaman buldu. Kızımın yeni oyun arkadaşı Maviş oldu böylece. Onu küçük bir oyuncak gibi elinden hiç düşürmedi. Hatta başında, omzunda gezdirdi evin içinde. İster insan olsun ister hayvan -ve hatta bitki- ona en çok kim şefkat gösterip emek harcıyorsa, bunları verene bağlanırdı canlılar. Çocukluğumun o unutulmaz filmi, Selvi Boylum Al Yazmalım’da Türkan Şoray’ın canlandırdığı, güzel Asya’nın, kendini, kucağında bebeğiyle terk eden ve yıllar sonra çıkagelen kocasının yalvaran gözlerine bakarak, kendi kendine sorup yanıtladığı gibi: “Sevgi neydi? Sevgi emekti.”

Kuş da olsa, bunu çok iyi biliyordu işte. Akşamları, eve yorgun argın gelen ne eşim ilgilenebiliyordu Maviş’le ne de ben. Böyle olunca, o da kafesinden salıverilince, kendiyle daha çok ilgilenen kızımın omuzlarına gelip konuyor, neredeyse ağzının içine düşüyordu. Kızımın evde olduğu zamanlarda Maviş, kafesten çok dışardaydı. Bir gün, içinde kuşunun olduğu kafese bakıp, “Baba, sence Maviş mutlu mudur burada?” diye sorunca, “mutludur herhalde,” demiştim kızıma. “Baksana içinde, yemi var, suyu var, salıncağı bile var.” Kuşunun mutlu olması için saydığım şeyler, ona yeterli gelmedi ve yanıtımdan tatmin olmadı ki, “Ama kafeste gökyüzü yok,” diyerek endişesini dile getirdi. Ardından ekledi: “Çünkü kuşların kanatları, uçmak içindir ve ancak gökyüzünde uçulur. Bu yüzden, ben okuldan gelir gelmez, kuşumu, salonumuzun içindeki gökyüzüne bırakalım hiç olmazsa, tamam mı?”

Tamamdı. Dediğini yaptık. Onun bu yarı özgürlükçü ve mantıklı gerekçesiyle, Maviş, kafesten çok, salonda, oradan oraya gezindi durdu. Kapılardan perdelere, perdelerden kızımın omzuna kanat çırpışları, evdeki endişeli ve hüzünlü bekleyişi, ağır hastalık havasını dağıtmaya yetti. Kızım yemeğini yerken Maviş, tabağının kenarında; ödevlerini yaparken, masada, defterlerinin, kitaplarının üzerinde; televizyonda çizgi film izlerken kâh elinde, kâh dizinin dibindeydi. Okuldan gelir gelmez, soluğu önceleri dedesinin yanında alan kızımın ilk işi, dedesine koşup okul maceralarını anlatmak, arkadaşlarının dedikodusunu yapmak değildi artık. Kuşunu kafesinden çıkarıp öpmek, koklamak ve ona, küçük avuçlarından yem vermekti. Bir gün babam, şakayla karışık, “Ben bu kuşu hiç sevmiyorum çünkü artık gelip dedene hâl hatır sormaz oldun, bana okulda yaptıklarını anlatmaz oldun,” deyince, o da, “ama dede, şuna baksana, o daha çok küçük ve çok tatlı,” diye, kuşuna karşı duyduğu şefkat ve merhamet dolu sözcüklerle, gönlünü almaya çalıştı yaşlı adamcağızın. Omzunda, başının üzerinde taşıdığı kuşuyla, evin içinde dolaştığı yetmiyormuş gibi, okuldayken çok özlüyorum diyerek, Maviş’in, kendi elleriyle çektiği birkaç fotoğrafını, her gün kitaplarının arasında götürüp getirdi.

İşten eve erken döndüm bugün. Babamın biten ilaçlarını almak için gittiğim eczanede, evde unuttuğum sağlık raporunu görmek istediler. Eve geldim. Uyuyor olabileceği ihtimaliyle, babamı rahatsız etmemek için, kapıyı kendi anahtarımla açıp girdim içeri. Kapıdan adımımı atar atmaz, kesik kesik solumalar eşliğinde, bir inleme sesi duydum. Babama kötü bir şey olduğu geldi aklıma. Elimdeki çantayı, hole fırlatıp hemen salona koştum. Babam, çöküp kaldığı koltukta, ellerini göğsünün ortasına bastırmış, hıçkırıklarla ağlıyordu. Annemin öldüğü gün bile, onu böyle ağlarken görmemiştim.

“Allah aşkına neyin var baba, iyi misin?”

Islak gözlerini, kapısı açık kafese dikti ve öylece sustu kaldı. Kafes boştu. Bu kez de kızımın çok sevdiği kuşuna, kötü bir şey olduğu düşüncesi, ağrı gibi saplanıverdi, alnımın ortasına. Maviş’in uçup tünemeyi sevdiği perdeleri, salonun kapısını, sehpaları tarayıverdim gözlerimle. Yoktu. Oturduğu koltuğun yanına çöküp göğsüne bastırdığı ellerini açtım babamın: Kırık bir kanat, artık nefes almayan ezilmiş, minik bir gövde, mercimek tanesi kadar bir çift yumuk göz.

Dünya bir yana çekildi ve kızım geldi gözlerimin önüne. Okuldan döner dönmez, daha evin kapısında, ayakkabılarını çıkarmadan ıslık çalarak, kuşuna, ben geldim, diyen kızım için bu dünya, nasıl bir yer olacaktı, bu kötü haberi öğrendiği anda, bunu düşündüm. Kendimi, babam ölmüş kadar çaresiz hissettim. Annem ölmüş kadar öksüz. Sevginin ne olduğunu öğrenmek isteyen güzel Asya’nın sorduğu soruyu, bu kez ben, daha kötü bir şey için soruyordum: Ölüm neydi? Küçücük bir kızın mavi renge boyamaya çalıştığı dünya resminin üzerine, dedesinin kazayla çarptığı siyah mürekkep şişesinin dökülüvermesi miydi?

“Ne yaptım ben?” diye dövündü babam. “Kızıma ne derim şimdi?”

Mutfaktan bir bardak su getirip uzattım ona. İçemedi. Boğazından geçemezdi su bile. Orayı yırtan tırtıklı sözcükler vardı çünkü.

“Ne yaptım ben?” dedi durdu.

Elimde tuttuğum bardaktaki suyla avucumu ıslatıp yüzüne sürdüm. Kızımın, evden çıkarken tembihlemesi üzerine, Maviş’i kafesinden çıkardığını, bir süre oradan oraya uçtuktan sonra perdeye konan kuşu salonda bırakıp, ilaçlarını içmek üzere odasına gittiğini, birkaç dakika sonra salonun kapısını açıp içeri girer girmez, kuş dışarı çıkmasın diye hemencecik kapıyı kapattığını, işte o an ayaklarının dibine düşüveren Maviş’in cansız bedenini görünce, dakikalarca olduğu yerde çöküp kaldığını anlattı hıçkırıklarla. Salondan çıktığı anda, kuşun uçarak salon kapısının üst kısmına konduğunu nereden bilecekti.

“Tamam baba, üzülme artık,” dedim, “olan olmuş. Senin bir suçun yok. Bir kaza bu. Kendini suçlayıp daha da bozma sağlığını.”

“Torunumun yüzüne bakamam artık ben,” dedi, “bu evde duramam. Suçlu suçlu, onunla her gün göz göze gelemem. Eşyalarımı toplayıp gidiyorum. Beni evime götür.”

“Saçmalama Allah aşkına baba ya.”

“Beni evime götür dedim!”

Küçükken, bana çok kızdığında bu ses tonuyla konuşur ve böyle donuk, tavizsiz gözlerle bakardı. Korkumdan mı, onun sert ve kararlı bakışlarından mı, saygımdan mı, bilmiyorum, karşısında eriyiverir, dediği şeyi anında yapardım. Bu bakışının karşısında şimdi, kırk beş yaşında bir adam değil, kızım kadar küçücük bir çocuktum.

“Peki baba,” dedim, “bir süre evinde kal. Sonra yine gelirsin.”

O, eşyalarını hazırlamak üzere odasına giderken peki, ben ne yapacağım, peki ben nereye kaçacağım, diye düşündüm. Bu eve bütün ağırlığıyla, bütün gürültüsüyle er geç ineceğini bildiğimiz ölüm, küçücük bir kuşun kanadında gelmişti önce. Böyle diye, hiç de hafif olmuyordu ama. Yeryüzüne mavi bir tüyün sırtında inen ölüm bile ne çok ağır ne çok gürültülüydü öyle. Aklı, yaşamanın güzelliğinden başka hiçbir şeye ermeyen küçücük bir çocuğa ne diyecektim ben şimdi?

Hı güzel Asya? Sevgiyi bildin. Peki, ölüm neydi? 


Halil İbrahim Özbay 

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page