top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Haluk Çevik- Süvari (Sürreal Vahşetin Romantizmi)

On beşinci ve on sekizinci yüzyıllarda seyahat ediyorum sevgili.

Uzun ve siyah bir palto var üzerinde. Ellerin paltonun ceplerinde. Yüzün belli bir açıyla sağ yanına dönmüş. Gözlerin yere bakıyor. Benim de öyle. Siyah ve kocaman göz bebeklerini göremiyorum. Uzun, siyah saçların var. Rüzgârda kimsesizliğe salınıyor saçların, pastel boya kokuları arasında. Üşüyor musun? Hüzünlü bir yüzün, mutlu bir ruhun var. Donmuş bir andayız sanki. Eskimiş bir fotoğraf gibiyiz. Hiç konuşmuyorsun, hiç konuşmazsın zaten. Ben de öyle. Arkamızda siyah bir deniz var. Bunu biliyor muydun? Sırtına hücum eden tuzlu su dalgalarından anlamıştın belki de. Paltonu aşıp da bedenine tesir ediyor mudur acaba soğuk su? Üşüyor musun yoksa? Gitmem gerek, aşkın sonsuzluğu kısa ayrılışlarla mümkün. Aryalar gizlenmiş deniz dalgasına. Ayaklarımızı göremiyorum. Belki kayıp bir çağın hayaletleriyiz. Mutluyuz yine de. Öyle değil mi? Sen hiç ağlamazsın ki zaten. Ben de öyle. Bir mektup var, yeni bir görev bu. Onu yerine getirmeliyim. Sonra yine buradayım. Beni bekleyecek misin? Hiç gitmezsin ki zaten. Gidecek yerin mi var sevgili? Benim de öyle.

Çağlar ötesinin lisanıyla

Çağlar sonra seni andım sevgili

Hiçbir zaman şimdiki gibi gerçek değildin

Bir düş kırıklığı, sahte bir hayal gibiydin

***

İkişer ikişer ilerledik. Yarasalar yapıştıkları bedenlerde sivri diş izleri bıraktılar. Biraz zor oldu sevgili. Yanan şehirde tehlike kokusu vardı. Mavi yapaylık duygusuz esintilerini kara bulutlara gizlerken, aşkın kadimliği çaresiz kalmıştı. Eskiler… Eskiler kurşun sesinden başka bir şey sezemedi. Gümüşle altını karıştırdık ve ölümsüzlüğü bulduk. Onun için yanan şehrin saldırganları önümde duramadı. Ağır adımlarla kurşuni yolda ilerledim ve yolun iki yanından saldıran kan emicilere boyun eğmedim. Sırtıma, boynuma ve kollarıma sülük gibi yapışan vampirlerdi onlar. Şehir yanıyordu. Patlamış kafalar arasında kendimize yol bulmaya çalıştık. Yorucuydu artık. Ağırlık ve gizemli sis yük olmuştu. Diz üstü çöktürüp kafamı kestiler. Yine kalktım ve bitmeyen yolu yürüdüm. Etrafa kan pıhtıları saçılmıştı. Soluduğumuz havada, ciğerlerimizde ve ruhumuzda kan vardı. Sise batmış gökyüzünde kızıl kan vardı. Göğü yaran kara haberciler, yorgun adımlarımın hesabını sormaya karar vermişti sevgili. Ama anlamıyorlardı, niye ölemediğimi de neden saldırdıklarını da bilmiyorlardı. Şeytan tamtamları çalarken durdum, havadaki esrarlı bilinmezi kokladım. Elbette vahşetin kokusu olan kanın yanında kurdun derin ve kurşun rengi ürpertisini hissettim. O geliyordu belli ki. Sürüler saldırmayı bırakmıştı. Sahipleri geliyordu. Öyleyse mektubu açmalı ve okumalıydım. Onunla nasıl başa çıkabileceğimin sırrı ancak orada yazıyor olmalıydı. Büyük bir tedirginlikle elimi paltomun cebine attım. Gök karardı. İblisler bilinmez ağıtlar yaktı, küfrettiler. Mektuba ulaşamamaktan korktum. Ama oradaydı. Gri yoğunluğa aldırmadan açtım zarfı. Okudum yazanları. Dev bir sırtlan -belki beş adam iriliğinde- görenlerin aklını yitirmesine sebep olacak bir çirkinlikle üstüme geliyordu. Sinsice yaklaştı uzaklardan. Mektupta yazanları okuyamadan saldırmaya niyetliydi belli ki. Kudurmuş ve dili dışarı sarkmıştı, öfkeli bir gülüşle tek hamlede gırtlağımı sivri dişleriyle koparmak için saldırmaya niyetliydi. Tüylü, kısa ön ayakları; çıldırtan ve devasa arka ayaklarıyla şeytani bir kötülüktü bu varlık.

Sana işlemediğim günahların hesabını vermekten yoruldum sevgili

Kendimi anlatamayışımı anlatamadım sevgili

Diz üstü çöktürüp kafamı kestiler sevgilim

Ruhuma kan sıçradı, şiddete yenildim

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page