top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Hatice Göz- Mavi Hırka

Başlarda sessiz bir geceydi. Sonrası aşağı yukarı şöyle ilerledi.

“İmdat!” sesiyle fırladım sokağa. Tam benim evin sokağı ile diğerinin kesiştiği yerden gelmişti ses. Ses demeye dilim varmıyor. Ses dediğin kendiliğinden, öylece olur gibi geliyor. Oysa bedeninin kapladığı alandan dolup taşarak etraftaki her duvarda izler bırakan bir çığlık kopardı o. Kendi sesi duvarlara çarpıp çarpıp geri geldi. Acaba o duymuş muydu sesini? Yoksa bazı kâbuslarda olduğu gibi sadece ağzını açtığını sanıyor ama bağıramıyor gibi mi oluyordu.

Kaç kere bağırdı, bağırabildi saymadım. Hem neden sayayım dedim kendi kendime. Ben inene kadar herkes olay yerine doluşmuştu çoktan. Kalabalık bir erkek grubu yerden kalkmaya çalışan kadının etrafını sarmış, onu destekleyerek duvara oturtuyordu. Mahalledeki kadınlar pencerelere çıkmış izliyorlardı. Erkeklerden birkaçı kalabalığın bir iki adım ötesinde etrafa bakıyor, bir yerleri işaret ederek, “Şu tarafa kaçtı it oğlu it,” diyordu. Bunlar mahallenin esnafıydı; terzisi, bakkalı, hırdavatçısı, yufkacısı…

Ben aceleyle bulduğum ilk terliği giyip fırlamış, kalabalığa doğru hızla yürümüştüm. Ne oldu nasıl oldu bilmiyorum ama, hem kalabalık beni görünce kadınla aramda bir koridor açtı hem de kadın bana doğru eğildi. Ben yaklaşır yaklaşmaz da boynuma sarıldı. Bir anda. Yüzü gözü kan içinde, dudağının kenarı kaldırıma çizilmiş; her yanına tozlar bulaşmış, o minicik toz zerreleri kanla karışıp garip bir kıvam almıştı. Saçları dağılmıştı. Kıyafetleri henüz çekiştirilip bırakılmış gibi kabarık kabarıktı. Şimdi titreyen elleri kaldırıma belenmiş, oralarda sürünmüş, çizilmiş, çizilen yerleri kumlar doldurmuştu. Göremediğim bir yerlerinde morluklar vardı, evet, kesinlikle vardı.

Kadının yüzünde tanıdığım birine herhangi bir benzerlik dışında her şey vardı. Ama o an bana sanki yıllardır görmediği bir yakınına sarılır gibi sarılmıştı. Annem, bu tarz olaylarda hep sanki o kişinin yerinde ben ya da kardeşlerim varmışız gibi düşünür ve evlerden uzak, diyerek kötü düşünceleri kafasından atardı. Şimdi ben ne düşünüyordum?

“Tamam,” dedim, “tamam.” Sarılmaya devam ettim, saçlarını düzeltmeye çalışırken buldum kendimi. “Sakin ol lütfen, bir yerinde bir şey var mı hemen ambulans çağıralım,” diyebildim. Sonra kalabalığa dönüp yüksek sesle, “Polise haber verin,” dedim, “hemen!” Ben bunu der demez kadın ellerini boynumdan çözdü, kafasını omzumdan kaldırıp itiraz etti, “Yok,” dedi, “çağırmayın ne olur, çağırmayın!” Yüzünde çok net bir ifade vardı. İtirazlara ve iknaya kapalı, kupkuru bir keskinlikle söyledi bunu.

Sonra işte gözleri kalabalığı biraz yarınca etrafa telaşla baktı, girdiği şoktan henüz çıkmış gibi bağırmaya başladı. “Telefonum nerde, telefonum yok!” diye. Ne garip soru, şu durumda hem de. Hani sanki az önce yerden kaldırmamışız gibi onu. Yüzünde morluklar, kanlar yokmuş; adam onu az kalsın öldürmüyormuş gibi, “Telefon nerede, telefonu bulun,” diyordu durmadan. Telaşla yerlere bakmaya devam ediyordu. Birden elindeki poşeti fark etti, muhtemelen iş kıyafetlerini koyduğu poşetti. Elini içine sokup şöyle bir gezdirdi ama yok, telefon yoktu. Sanki kolu yoktu, sanki dişi düşmüştü oralarda, sanki gövdesinden bir parça… Telefon yoktu işte.

Kalabalıktan biri, tanıyorum onu, köşedeki berberin sahibi, “Telefon bulunur,” dedi. Bütün kalabalık aynı şeyi düşünüyordu da o dillendirmiş gibiydi. Ağzıyla söyleyemese de yüzünde, taktın telefona, önce bir kendine, haline bak, diyen bir ifade vardı. Şöyle bir gerinip tekrar konuştu. “İstersen önce ambulansa, polise haber verelim bacım?”

Daha adamın cümlesi bitmeden, “Yok, yok!” dedi kadın. Aynı arayan gözlerle etrafta gezinmeye başladı. Eğilip arabaların altına bakıyordu, “Belki,” diyordu, “şuralara falan fırlamıştır, siz de baksanıza”

Kalabalığın meraklı ve şaşkın bakışları altında yavaş yavaş uzaklaşıyordu, fark etmiştim. “Bak,” dedim, “kimseyi aratmıyorsun, bari seninle geleyim evine kadar. Seni böyle bırakmam” Bana bakmadı bile, belki duymadı bile. “Kesin o aldı,” dedi.

Koluna girdim sonra, kalabalık arkada kaldı biz adımladıkça. Hafif bir yokuş, karanlık bir sokak, sokakta ikimiz vardık. Yol kenarında park edilmiş arabalar, bir de çöp kutularından fırlayan kediler, büyük bölümü silinmiş duvar yazıları… Ağır ağır çıkacaktık o yokuşu, belliydi. İkimiz de susuyorduk. Ben zaten bilmiyordum ama sanki o da nereye gittiğimizi bilmiyor gibiydi.

Başa dönmüştüm, burada ne işim vardı? Dakikalar öncesine kadar sakin geçen o serin yaz akşamının ortasına bir kadın, çığlığıyla birlikte düşmüştü. Kendisi ayrı, çığlığı ayrı. İstemsizce yüzüne bakmaya çalışıyordum. Gözlerine, dudaklarına, saçlarına… Güzel, güzel bir kadındı. Morlukların, kanların ardında çok güzeldi. Neler düşünüyordum böyle. [1] Yüzüne gölgeler düşüyordu sokak lambalarından. Acıyla yürüyordu, belliydi, belli etmemeye çalışsa da belliydi. Önce telefonu bulalım, dedim içimden, şaşırdım içime. İçimi de benim gibi peşine takmıştı. Yürümeye devam ediyorduk; o, onun içi, ben ve benim içim.

“İki sokak yukarıda oturuyor,” dedi birden. Yüzüne baktım anlamadığımı belirterek. “Kimin evi?” diyordum içimden. “Birkaç ay önce boşandık. Benim ev aşağı mahallede, o şu yukarıda oturuyor, eski evimizde.”

“Daha önce de mi dövüyordu seni,” dedim. Neden böyle sordum ki diye kızdım kendime. Böyle dümdüz. Kupkuru. Hiç dayak yememiş gibi… Böyle direkt sordum. Ama artık sormuştum.

“Çoook,” dedi. Bir sürü o harfi sıkıştı içine. Ben o harflerin boğazına dolandığını görebildim. “Yıllarca neler çektim ben bunun elinden. Çocuk küçüktü işte, yapamadım. Sabredeyim dedim, değişir belki dedim. Ama baktım olmuyor, ikna ettim aileleri. Konuştular onunla. Dedim bitecek çilelerim ama ne arar. Yenileri başlayacakmış, ne bilirdim.” Böyle bir solukta anlatıverdi şimdi nereye doğru yürüdüğümüzü, kime doğru. Onu az önce sokakta döven adamı anlatıyordu.

“Hiç şikâyet etmedin mi?” dedim, “koruma kararı alınabiliyor, senden uzak durması sağlanabiliyor.” Kendimden emin, hiç duymadığı bir öneriyi ilettiğimi sanarak konuşuyordum, konuşmaya çalışıyordum. Sanmıyordum, öyle olsun istiyordum. Aslında çoğu zaman öyle olmadığını, bunun ne zor olduğunu bilen içimin sesini bastırmak istiyordum.

Yanından geçtiğimiz sokak lambasının loş ışığında hafifçe gülümsediğini gördüm, acıyla parlıyordu dudağındaki kan. Bir derin soluk alıp içine çekti. Bütün sokağı içine çekiyordu sanki, sokak titriyordu bu defa. Ellerinin titremesi geçmişti. Bir şey söylemesine gerek yoktu. Ben anlayacağımı anlamış, kendime kızıyordum yine. O da konuşmaya başlıyordu.

“Bıktım,” dedi, “karakollara gitmekten bıktım. Karakol kapılarında rezil olmaktan bıktım. Yüzüme bakıp bana acımaktan başka hiçbir şey yapmayanlardan bıktım. Çağırıyorlar, ifadesini alıp salıyorlar. Ben dayak yediğimle, karakollarda zaman kaybettiğimle, işe gidemediğimle kalıyorum. Bıktım.”

Bir yol arıyordum. Denemediği bir şey olmalı diyordum içimden. İlla ki bir şey yapabilirim gibi geliyordu, yapmalıydım. Böyle devam edemezdi ya? “İyi bir avukat bulsak, sana yardımcı olur hem, suç duyurusunda bulunursun,” dedim, “tanıdığım avukatlar var,” diye de ekledim. Bir umutla yüzüne baktım. Yüzünde ufacık bir umut kırıntısı arıyordum. Kanlı yüzünde. Koluna biraz daha sarıldım.

“Bittim ben artık. Şu telefonu bulayım başka bir şey istemem.”

Yine telefon.

O arada eve yaklaştık. Uzaktaki apartmanı işaret etti. Yaklaştıkça içime bir kurt düşüyordu. Beni durdurmayan ama yavaşlatan bir kurt. Gecenin karanlığında, tenhalığında, az önce eski karısını sokak ortasında dövmüş olan adamın evine gidiyorduk. Başka çarem yoktu ama, biliyordum. Onunla kalmalıydım. Ama gittiğimizde neler olacağını kestiremiyordum. Aksi bir durumda gücüm yeter mi, ne yapabilirim bilmiyordum. Kafamdan bin bir senaryo geçiyordu. O an kapıya geldik.

“Ben hemen çıkıp bakacağım, telefon ondaysa alıp ineceğim. Sen bekleme hadi, sağ ol, hadi git,” dedi. Sanki daha önce de bunu yapmış kadar rahat konuşuyordu. “Zahmet etme daha fazla, bak iyiyim.” Ne iyisi. İnsan böyle, bunlarla nasıl iyi olabilir ki diyordu içim.

Kafamı salladım olmaz anlamında, “Tamam ben bekliyorum. 15 dakika içinde inmezsen çıkarım ama,” dedim. O ara daire numarasını da öğrenmiştim.

Aralık dış kapıdan apartmana girip gözden kayboldu. Otomatik ışık da sönünce iyice kararmıştı küçük giriş. Orada öyle tek başıma kalmıştım.

Ya inmezse? Ya yukardan çığlıkları gelirse? Ya silah sesi?

İçim ürperdi karanlıkta. Tek başıma olmak değil, onun orada tek başına olması korkutuyordu beni. Kendime kızıyordum yine. Keşke diyordum çıksaydım ben de. Kendimi sorguluyordum. İçimi karşıma almıştım. Doğru söyle diyordum ona, korktuğun, başına bir şey gelmesinden ödün patladığı için mi çıkmadın yukarıya. Ama yok diyordum, buradayım işte diyordum, yanı başında. Öyle bekliyordum. Saate bakıyordum durmadan. Telefonumu da yanıma almadan fırlamıştım evden. “İnmezse eğer, köşedeki tekelden polisi ararım,” diyordum içimden. Olabilecek ne kadar şey varsa hepsini hesaplamaya çalışıyordum deli gibi. Her ihtimalin içinden çekip çıkarmak istiyordum onu. Orda bırakmamak istiyordum. Nasıl bu kadar çaresiz kalabildiğimi kavrayamıyordum. Başa dönemiyor, ileri gidemiyordum. Attığı çığlık beni de buraya yapıştırmış gibi hissediyordum. Kulaklarımdan bedenime yayılan bir ağırlık oluyordu sesi. Ses değil, ağırlıktı işte. Bulmuştum.

Ses seda yoktu. Karanlık birikmeye devam ediyordu durduğum yerde. Ya diyordum, bir şey olduysa? Az önce kolundan tuttuğum kadın ya yukarıda yaşamda kalmaya çalışıyorsa. Ya bu kez sesi çıkmıyorsa. Ben burada aşağıda… İyice geriliyordum. Polisi arasam ne diyecektim? “Kadın aşağı inmedi, başına bir şey gelmesinden korkuyorum,” mu? Hemen geleceklerine dair inancımın zayıflığını hissediyor ama kendime bile çaktırmamaya çalışıyordum.

Bunları düşünürken kapıya yöneldim. Ama kapanmıştı o çıkarken. Zillere baktım. Neden yazmazlardı ki numaraları lanet olası zillerin üstüne. Aşağıdan saymaya başladım: Bir, iki, üç… Yoksa böyle böyle oyalanıyor muyum diye kızdım kendime. Zili rahat bıraktım. Sekiz numarayı bulamadım.

Yüzüme, yanan otomatın ışığı vurdu birden. Ağlayarak çıktı dışarı. Yaşıyordu. İyiydi. Yeni bir şey, eskilerinin üstüne eklenen bir şey yoktu yüzünde. Ağlıyordu. O ağladıkça yüzüne yayılan tozlardan aşağıya küçük dereler oluşuyordu.

“Allah’ın belası adam. Kaç oldu bu biliyor musun? Kaçıncı telefon bu. Bana ceza olsun diye yapıyor biliyorum. Delireyim, ona muhtaç olayım. Borç altında kalayım, ona sığınayım istiyor. Sanki yıllarca kendi süründürmemiş gibi daha da süründürüyor. Daha geçen ay takside girip almıştım o telefonu. Önceki ikisini de böyle dövüp aldı elimden. Bıktım, bıktım ben. Dövsün alıştım, geçiyor yaralar birkaç güne. Ama yapmasın bana bunu işte!”

Donup kaldım. Şimdi anlıyordum telefonu. Niye yana yakıla aradığını. Niye buraya geldiğini. Niye buraya geldiğimizi. Bütün bu anlamsızlığın içinde yerli yerine oturmuştu belirsizlikler. En belirsiz ben kalmıştım.

Apartman girişinden sokağa çıktık sonra. Durağa doğru yürüdük. Söyleyecek bir şeyim kalmamış gibi hissediyordum. Kalmamıştı zaten, biliyordum. Kadın gözüme ilk defa çok güçlü görünüyordu. Şimdiye kadar güçsüz mü görünüyordu, emin değildim. Ama şimdi işte güçlü görünüyordu. Bütün bu gücü, güçlüğü taşımak zorunda kalmasına öfkelendim sonra. Bunca zorluğu yaratan adamın eve gidip ayaklarını uzatmış televizyon seyreden görüntüsü geliyordu gözüme. Tüm zorluklara metanetle dayanmak zorunda bırakılmış bir kadına güçlü dediğim için bir daha kızıyordum kendime. Sanki önünde başka seçenek varmış da o bunu seçmiş gibi. Ama işte güçlü diyordum. Hem kızıyor hem kabul ediyordum. Bütün bunları göze almış, almak zorunda kalmış; göze aldığı şeyleri yaşarken de kararlılığını sürdüren bu kadın…

O gözümde güçlendikçe ben silikleşiyordum. Varlığım kendi gözümde ufalıyordu. Elinden bir şey gelmeyen, etten kemikten bir beden işte benimki de diyor, küçüldükçe küçülüyordum. Onun içindeki bir boşluğu kapatabilsem keşke bu küçücük halimle diyordum içimden. Bir boşluğa kapanabilsem.

“Kızım var, ortaokula gidiyor. Annemle kalıyor ben çalışırken. Telefon en çok ona lazım oluyor, ödevlerini yapıyor,” dedi. Bir daha anladım telefonu. En başta anlamadığıma, anlamsız bulduğuma kızdım. Anladıklarım boğazımda birikti. Şöyle şu anda bir el gelse de ikimizi de sarsa dedim. Ben yetmiyordum; ona da kendime de. Başka yapbozların kaybolmuş iki parçası gibi hissediyordum ikimizi. Şöyle bir yan yana gelip, benzerliğimizi, benzeyebileceğimizi görüp, bir kısa an yaslanıp ayrılmışız gibi. Bir şey yapamıyordum. Öylece yürüyorduk.

Otobüs geliyordu. Diyecek bir şey arıyor ama bulamıyordum. Dediğim her şey daha ona ulaşmadan buharlaşacak gibi hissediyordum. Yüzündeki kurumuş kanlar her şeyi anlamsızlaştırıyordu.

Elini iki kez omzuma dokundurup, “Hakkını helal et,” dedi. Diğer elinde poşeti duruyordu. Gelen ilk otobüse binip gitti. Bindiği otobüsle birlikte gözden kayboldu. Evet, bu kadar çabuk.

Eve gidecek, ağlayarak kızına sarılacak, sabahın köründe uyanıp işe gidecek, daha aylarca tekrar telefon almak için çalışacak diye düşünüyordum. Ona bunu yaptıran her şeye ayrı ayrı kızıyordum bir çırpıda.

Hafif bir ürperti geldi bedenime. Çıkarken üstüme geçirdiğim mavi hırkaya sarıldım, kolum boştu bu defa. Gözüm takıldı birden. Kan lekesi. Sol omzumda hemen, kurumuş o da.

Otobüsün gittiği yere doğru baktım bir süre. Otobüs durağına yansıyan gövdeme baktım. Sadece onu anlayarak ayrıldım duraktan. Çok iyi anlıyordum. Bu sefer kendime kızmadım. Bu sefer, neden burada olduğumu çok iyi biliyordum.


Hatice Göz

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page