top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Havva Evin Akay- Cam

Yaz başıydı. Bunaltıcı sıcaklar başlayacaktı yine. Dükkâna girdiğimde Hayri gazeteyle kapladığı güdük masanın başında sıcağı tüten ekmeği kokluyordu. Gerçi yazı seviyordu Hayri. Cam patlatana kadar top koşturan çocukları sokakta. Akşam ezanını tınmayan, analarını avazı çıktığı kadar bağırtan çocukları.

Analarını da seviyormuş bunların. Mahallelinin Don Juan’ı, Alain Delon’u bıçkın delikanlısıydı o. Anama sorsan ‘kart zampara’. “Çalışacak başka yer bulamadın mı?” dedi, bugün evden çıkmadan bana. Bulamadım. “Kahvaltı hazır. Otur da iki lokma ye.” Geç oldu diye iki öpücük kondurdum yanağına. Tokatladı beni. Babamın horultusu geldi kulağıma. Kendimi dışarı attım. Sabah güneşinin simli borularından süzülen ışık gözümü aldı. Hava ne sıcak. Hayri de yakışıklı adamdı. Kısa taburenin üstünde dev gibi görünüyordu. Bu haliyle babamın çok uzağındaydı. Dükkâna girince bir şaplak da ondan yedik enseye. “Otursana kerata, ekmeği soğutuyorsun. ”dedi. Köşedeki bakkaldan aldığı zeytini, peyniri, taze domatesi -kokuyor mis gibi- dizdi masaya. Bir tabure de ben çektim altıma.

Hayri yüksek sesle gazete kâğıdından gözüne ilişen haberleri okuyordu. -Kocaya kaçan kız kardeşini bıçakladı.- “Aferin madalya takacağız.” -Mirası paylaşamayan kardeşler pompalı tüfekle dehşet saçtı.- “Parası batsın.” -Arkadaşının karısına sarkan adamın feci sonu.- “Ne kolay adam öldürüyorsunuz yahu. Bir de kadına sorun bakalım gönlündeki neymiş? Olur mu, ne münasebet. Kadın ilmine malik olmak her babayiğidin harcı değildir evlat. Bu işe mesai harcarsın, emek verirsin ki cinsimizin marifeti bu konuda sınırlıdır.” Yine başladı derslere. Çapkınlığın ilmini öğretmek istiyor sanki bana. Anamın sözü çalındı kulağıma; itle yatan bitle kalkar. Mis gibi kokuyordu domates. Ekmek sıcaklığını yitiriyor bölündükçe. “Kadını mutlu etmek kolaydır hâlbuki. Sözüne, gözüne, özüne kıymet edeceksin. Bak seni o kadın nerelere koyuyor sonra, şaşarsın.” Gerçi bu adamın uğraşmasına da hacet yok gibiydi, kadınlar onun peşindeydi daha çok. Ağzına tıktığı lokmalar arasından duyduklarım ayılmama sebep oluyordu; içim uyuyordu daha. Benim gibi on yediliğin yanında ellisine merdiven dayayan bu adam ruhumu çalmış gibi duruyordu. Hayri ayaklandı, çay ocağına iki çay sipariş etti dükkândaki telsizden. Çaysız kahvaltı mı olurdu.

Daha çaylar gelmeden dokuz on yaşlarında bir çocuk girdi içeri. Koşmuş belli. Soluk soluğa. Elleri dizlerinde, “Hayri abi bizim apartmanın camı indi aşağıya. Mahalledeki piç kuruları macununu sökmüş. Anam sövüyor,” dedi. Hayri dikildi.

“Sabah şerifleriniz hayır olaaa. Git al bakalım çerçevenin ölçüsünü, mezura çantada. Çantayı da al yanına.”

Çıktık dükkândan ufaklıkla. Güneş tepede yükseliyordu. Çocuğun göğsü hala kabarıp kabarıp iniyordu. Anasının hiddetinden nasıl korktuysa. Döndüğümde, Hayri çayını bitirmiş cam macunu hazırlıyordu. Ne pis kokuyor şu meret. Ama biz de ne oynardık küçüklüğümüzde. Kokusundan anlardık hangi macun tazeyse, gider yağmalardık. Camcının çaktığı küçük çiviler olmasa inerdi aşağı bizim söktüklerimiz de. Ama şimdiki yamyamlar çivileri de bırakmıyor. Göğsü kabaran çocuğun anası haklı sövmekte. Hayri itinayla kesiyordu camı, arasına beyaz köpüklerden koyuyor çizilmesin, kırılmasın taşırken. Bunlardan da yaz günü kar yağdırırdık biz. Pütürlü duvarlara sürterdik, gıcırtısına içimiz gıcıklanırdı. Saçımıza yapışır kalırdı köpükler. Yıkanırken kızardı analarımız. Analarımız kızmaya mı yaratıldıydı? Ama ben çok önce anlamıştım. Babama ses edemez diye hıncını benden alırdı kadıncağız. Geberesice. Kötüye bir şey olmuyordu işte. “Kaptın mı macunu, gidiyoruz,” dedi Hayri hazırladığı kabı işaret ediyordu kalın parmağıyla. Ne kalıplı adamdı. İnce urganla bağladı kesilen camları, koltuğunun altına aldı.

Kırık camlı apartmanın kapısında anası bekliyordu çocuğun. Hayri’yi mi bekliyordu yoksa? İri dudakları aralanmış, yaşmaksız başı, şalvarımsı pembe donuyla dikiliyordu kadın. Sıcak git gide artıyordu. Bizi görür görmez başladı söylenmeye. Ne acayipmiş bu gavurun dölleri. İnsanın canına kast ederlermiş. Böyleleri ancak gavur olabilirmiş. “Siz şimdi halledersiniz,” deyip iri cüsseliye kara, uzun bir bakış attı. Kirpikleri güneşte ışıldıyordu. Gözlerinin önünde dikilmesi yetiyordu demek yürek hoplatmaya. Hayri bunu anlatmadıydı da herhalde böyle kırıştırılıyordu. Kendi başına belaydı bu adam.

Çocuğunun donunu sağdan soldan çekiştirmesine aldırmayan kadın, “Evdeki camların macunu da eskidiydi asıl. Onları da yenilesek ya bir ara. Adınız neydi?” Tok bir sesle silah patlaması gibi yanıtlandı.

“Hayri.”

“Hayri Beey.”

“Olur, hallederiz,” dedi, gözleri yakası açılan kadının göğüslerinde gezinirken. Koca elleriyle pat diye yerleştirdi camı. Macunu sürmek benim işimdi. İlk günden bu yana bana bırakmıştı bu işi. Eskinin deyimiyle babam bana çarığını bırakmazdı, Hayri güvenmiş miydi? Evet, kötü kokuyordu bu meret ama tekrar bu grimsi hamuru hayatıma soktuğuma içten içe seviniyordum. Mutlu çocukluğuma dönüyordum sanki. İnsan belki en çok çocukluğunda mutluydu. Büyüdükçe baba yoksunluğunu mu anlar oldum, belki de onun huzursuzluğu…

Dört parmağımla macunu camın dibine yerleştiriyor en son başparmağımla şerit çekip düzeltiyordum. Kim bilir hangi yaramaz gelip parçalayacaktı bizden sonra? Kötü kokusu süzülürdü hemen keskin burunlarına. Camları da bilerek kırardı ya bunlar. Top peşinde akşamın körüne kadar bu hevesle koşarlardı sanki. Camcı gelsin de taze macuna kavuşsunlardı. Ben macunu çekerken kahve yapıp gelmiş çocuğun anası. Koşturduğundan mı heyecandan mı ne, yanakları pespembe dudaklarını yalayarak uzattı fincanı Hayri’ye. Elleri birbirine değdi. Üşümüşçesine titredi kadın. Kocası görse herhalde gebertirdi. Sandalye istedik sonra, yükseğe yetişemiyordum ben. Koştu getirdi, bordo deriyle kaplı minderi, bacakları demirden. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi, açık bağrında sanki can çekişen bir kuş çırpınıyordu. Ulu orta gözleriyle seviştiler. Mis gibi kokuyordu kadın. Gülsuyu kokuyordu. Çocuğu tuvaleti gelmiş gibi oradan buradan kıvranıyordu. Giderken Hayri, “Apartmanın kapısı açık kalmasın, yağmalar yine veletler,” diye tembihledi. Çocuğunun kıçına vurdu kadın: “Yürü lan yukarı.”

Öğlen sıcağında boncuk boncuk terledik. Dükkâna dönünce çıkarıp bana haftalık verdi Hayri. Böyle anlaşmadık diye parayı almadım.

“Al lan şunu,” dedi, “sok cebine.”

Bir hafta önce Rüzgâr’ın Kıraathanesi’nde Hayri’yle oyuna tutuşmuştuk. "Piştide yenilen bu yaz çırağım olur beleşe," demişti oysa. Ben yenildim ama çıkmadan Rüzgâr’a, “Sakın babama yetiştirme, canıma okur sonra,” dedim. “Ağzından kaçırırsın da ocağıma mum dikersin.” Çayları getirip götürürken ağzımızdan çıkan her sözü kulağına yerleştirirdi illâki. Mahallede uçan kuştan haber almak isteyen soluğu burada alırdı. Rüzgâr’ın hafızası dinozor kılıklıydı. Okullar kapanınca camcının yanında çalışmama karışmamıştı babam da anam kızıp duruyordu. Kesin kadınlardan duymuştu namını.

Babam bile harçlık vermez lan bana. İnsan yerine mi koyardı. Esaslı adammış bu vallahi. Akşamüstü top peşinde koşan çocukların bağırışları bizim dükkâna kadar geliyordu. Birden efendiden bir çocuk daldı içeri. “Dul Emine’nin camını kırdı deyyuslar,” deyip, fırladı tekrar sokağa. Hayri elindeki spatulayı düşürdü yere. Niye heyecanlandı bu şimdi? Koşarak çıktı dükkândan, sonra beni unuttuğunu fark etmiş olacak ki geri döndü. “Sen bekle geliyorum,” dedi. Ben macunu hazır edeyim derken yine telaşla girdi içeri. Camı kesti bir çırpıda. Macunu aradı, elimde görünce, “Hadi çıkalım,” dedi. Bir tuhaflık vardı hallerinde. Hayır olaydı. Emine’nin evi tek katlı müstakil bir evdi. Aşağı mahallede yalnız bir ev, kendi gibi. Çoluğu çocuğu yokmuş. Kocası bırakıp gitmiş. Böyle kadın bırakılır mıymış? Hayıflandı Hayri. Münasebetteyiz diye itiraf etti yolda. İçeri girince Hayri’nin koca cüssesiyle onu kucakladığını düşledim. Biblo gibiydi Emine. Tazecik, etine dolgun, pamuk gibi bembeyazdı. Hayri camı kendi taktı yine ama macun işini bana bırakmadı. Fazla lak lak da etmedi. Kıskandı benden belki de. Her türlü pislik varmış bunun eski kocasında. Boşanmış mıydı?

“Ne bileyim üç yıldır yokmuş, kim bilir hangi cehennemde. Hadi akşam iniyor, sen gidebilirsin artık. Hafta sonu gelme. Pazartesi dükkânda ol.”

İyi geliyordu Hayri bana. Bu cam kırıkları, pis kokulu bu macun, bu insandan insana sıçrayan telaş, zıpır sokak çocukları, heyecanlı analar. Hem onun yanındayken evdeki zebani de çökmüyordu üstüme. Döndüğümde sofrayı hazırlıyordu annem. Zebani yoktu ortalarda. Aynada kendime baktım sanki renk gelmişti yüzüme. Parmaklarıma yapışan macun yıkamakla geçmiyordu, olsun iki gün onla avunurdum. Elimi yüzümü yıkayıp boş tabaklı masaya iliştim. Babam kafayı çekmiş yine, sokak kapısını tekmeliyordu. Anam üzülmesin diye gittim açtım kapıyı. Beni görür görmez okkalı bir tokat salladı. Rüzgâr söylemiş kıraathaneye gittiğimi, çalışmayacakmışım Hayri’nin yanında. “Bu yaşta kumar masalarındaydın haa," dedi. Yemek bile yemedim.

Hafta sonu azap gibiydi. Duramayacaktım. Son gece sabahı zor ettim. Aşağıda sızıp kalmış babam, uzun yeşil koltukta. Emekli olmasaydın ya. Her gün evdesin lanet. Kötüye bir şey olmuyor, kazık çakıyor dünyaya. Zebellah gibi dikiliyor. Küfürleri yağdıra yağdıra çıkıyordum evden, işaret parmağım ağzımla burnumda. Anama “Sus,” dedim. Dükkâna uçarak gittim. Sıcak ekmek tütüyordu. Hayri burnunu dayamış ekmeğe. “Gel lan yetiştin yine,” deyip çağırdı beni. Çayları unutmamış bu kez, hatta kendisininkini şıngır şıngır karıştırıyor. Bu ses evdeki sese karıştı kulağımda. Babam olacak da kalkmıştır şimdi. Kaşığını ince belli bardağa çarpa çarpa karıştırıyordur çayını. Soruyordur anama sinirle.

“O deyyus nereye gitti?”

Seni torba ağızlı Rüzgâr seni. Ölürdün değil mi babama söylemesen. Keşke yalnız beni ihbar etseydin lan. Esen yelden aldığın malumatı önüne gelene saçıp savurmasaydın.

Ben daha kısa, küçük tabureye oturmadan, dükkânın önümüzde duran camı şangırt diye yere indi. Kırılan camın boşluğundan ayağımızın dibine yuvarlanan koca taşa dikildi gözlerimiz. Donduk kaldık Hayri’yle. Bu kimdi? “Rüzgâr’ın anlattıkları doğru mu, lan?” dedi. Öfkeli sesi dükkânda çınladı kaldı. Ne yumurtlamıştı şimdi bu kimliği belirsiz haydut suratlıya, şu torba ağızlı? “Ne Rüzgâr’ı? Ne diyorsun, Kim oluyorsun sen?”

Hayri çoktan dikilmiş ayağa, haydut suratlı yere saçılan cam parçalarından birini kapmış Hayri’ye doğru ilerliyordu. “Emine’nin kocasıyım.” Buyurun cenaze namazına. Yatacak yerin yok Rüzgâr bu dünyada. Hayri’nin ağzını bıçak açmadı. Kafasını önüne eğip utanmadı da. Anında saldırdılar birbirlerine. Bu iki kaplanın güreşini andırıyordu. Ya ona bir şey olursa? Yere damlayan kanları görünce durumun vahametiyle sarsıldım. Ya ölürse? Ona bu kadar çabuk mu bağlanmıştım? Cam parçası Hayri’nin boğazındaydı. Kıstırmış onu. “Yapma abi, beni öksüz bırakma. Körü körüne katil olma!” diyerek adamın bacaklarına sarıldım. Daha önce ağlamış mıydım hatırlamıyorum. Babam olacaktı bu, kılımı kıpırdatmazdım. Haydut suratlı inanmış olacak ki bizimkini yere savurdu. Ok gibi fırladı dükkândan, gölgesi kaldı zihnimde. Hayri’nin ellerinden, boynundan kanlar akıyordu. Bir bez bulup hemen ellerine sardım. “Kan kaybından ölme sakın.” dedim. Ekmeği soğutmuş bu şerefsiz, telsizden iki çay söyledi Hayri.

“Ölsem üzülür müydün?” dedi.

Üzülürdüm.


Havva Evin Akay

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page