top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Hülya Yalçın- Tütün Deposu

Akşam güneşini uğurladı meydan. Gölgeler uzadı. Rüzgâr esti apansız, orta yerdeki çınarın yapraklarını savurdu, sonra çerçöpü. Karanlık bulutları getirdi bir de. Derin bir nefes aldım, gökyüzünü mü çektim ciğerlerime? Derin bir öksürük nöbeti. İri bedenim sarsıldı. Sendeledim. Melahat’ın sesi çınladı kulaklarımda. “Az iç şu mereti.” Canı çekilmiş yapraklarını rüzgâra kaptırmış çınara yöneldim. Kimi tek başına, kimi ikili üçlü, kimi yanak yanağa, kimi el ele, bazısı daha kalabalık insan yığını belirdi etrafımda. Yaşlı bedenimi aralarında sürürken bir anda genişledi kalabalık, bir yerde daraldı, kayboldum sandım aralarında. Olsun, dedim, ezberimde yolu. Kırk beş adım, otuz kaldırım taşı. İtiş kakış buldum çınarı. Altındaki banka iliştim. Sesler çabuk karıştı birbirine. Kuşların şamatası, geçip giden ayak sesleri, konuşmalar… Bir zaman seyrettim. Geceye hazırlanıyor meydan, dedim, hep genç, gündüzleri cıvıl cıvıl, geceleri ışıltılı. Zaman akıp giden bir şey değil burada, akreple yelkovan hareketsiz. Yıllardır karanlıkta tıkırtı kollayan kulaklarım eski bir fotoğrafta donup kalmış anların sesini dinliyor sanki. Bir tramvay yanaştı durağa. İnip binenler oldu. Çok geçmedi kalabalığın çehresi değişti. Neşeli, kahkahalar atan gençler doluştu meydana. Aniden aydınlandı ortalık. Karanlık bulutlar çarpıştı. Kimse oralı olmadı. İki kadın oturdu yanıma. Bedenleri kalın. Bir dertleri var, belli. Zembereğinden boşalmış saat gibi saydırıyor tam yanımdaki. Ötekinin gözleri meraklı, Melahat’ınkilere benziyor. Bir an bakışlarımız karşılaştı. “Ne oturuyorsun efendi, hadi işe gitme vakti,” diyecek zannettim. Nefesim daraldı. Kalktım. Köşedeki çay ocağına doğru yürüdüm. Kalabalık bir saat öncekinden sıkı.

“Hoş geldin Mehmet Amca,” dedi çaycı Recai.

Meydanı gören taraftaki masalardan birine hiç sormadan gittim, oturdum. Tuhaf bir sessizliği vardı çay ocağının, koca meydanın kalabalığında kendini çoğaltan ağır bir yalnızlığı. Gençler itibar etmediğinden belki, eski halinden eser yok, diye geçirdim içimden. Ben de olmasam kimse uğramaz. Puslu camdan yansıyan kızıl ışık mı taşıdı bilmem, Melahat’ın naftalin kokulu çekmecelerinden çıkar gibi doluştu geçmiş masama. Tepsinin tıngırtısıyla irkildim. Sade kahvemi getirmiş garson.

“Çarpıntı yapmıyor mu Mehmet Abi,” diye seslendi Recai kapıya yakın oturduğu yerden.

“Git işine,” dedim, “sen de Melahat gibi...”

Tabakamla çakmağımı çıkardım. Bir sigara yaktım. Uzandım, fincanımı alırken elim titredi. Az da olsa tabağa dökülmesine engel olamadım. Yudumladım. Sigaramdan derin bir nefes çektim sonra. Başım döndü, göğsümde acı bir hırıltı.

“Bu akşamki kalabalık pek de hayra alamet değil,” dediğini duydum Recai’nin garsona.

Pencereye çevirdim bakışlarımı. İri yağmur damlaları kızıl ışıkta kara lekeler gibi düşüyordu cama. İçimde anlam veremediğim bir kıpırtı, heyecan. Belki de kahveden. Çarpıntı. Bir ara ürkekçe, çay ocağının etrafında dolanan bir kadın takıldı gözüme. Yüzünü seçemedim. İncecik bir karaltı. Ama sırtında çantası, uzun kıvır kıvır saçlarını örten o tuhaf beresi. Bu o, dedim. Gelmiş. Kahvemden bir yudum daha aldım. Hırsızlama bakışlar attım etrafıma. Şimdi çıkarsam şüphe uyandırır. Öyle ya meydanın kalabalığı başka yine. Telefonumdan saate baktım. Her şey on yıl öncesine döndü. Senelerce beklediğim tütün deposunun karanlık dehlizlerinin beni çağırdığı o geceye.

Gençler o zaman da bir şeylere tepkiliydi meydanda. Öfkeyle bağırıyorlardı. Melahat, “Aman ortalık karışık, dikkat et bey. Arka yoldan git işine,” demişti. Dinlememiştim onu. “Sıradan hayatımın kağnı tekeri gibi yuvarlanan günlerine hız katar kalabalık,” demiştim. Tramvay durağına varmadan gaza boğulmuştu her yer. Kıyılardan, köşelerden kaçmıştım depoya. İçeriyi kolaçan ederken, “Amca biraz su,” demişti ince kırılgan bir ses, ikinci hangarda. Melahat’ın hayalindeki kız çocuğu gibi kızıl, kıvır kıvır saçlı. Başında tuhaf beresi. Büyümesini seyretmeyi hayal ettiğimiz, gözünden damla aksa payımıza sel düşer dediğimiz kız çocuğuydu sanki. Ama bunun yüzü solgundu, sopa gibi incecik. Koşup su getirmiştim. “Burada olduğumu kimseye söyleme,” demişti. Dilimi yutmuştum hangarın dışında. “Aç mısın?” diye sormuştum çıkmadan. “Yok,” demişti. İçime sinmemiş, koşup ekmek arası döner almıştım. Sabah olmak bilmemişti o gece. Ara ara gidip bakmıştım. Boşluğa düşmüş gibi huzursuzdu. Titremesinden anlamıştım. “Gidecek yerin yoksa bize götüreyim seni kızım,” demiştim. Sertçe bakmıştı yüzüme. Sabah, mesai sonu uğradığımda ipi kopmuş balon gibi yitip gitmişti. Melahat’a anlatmıştım. Oturup susmuştuk. Sessizliğini büyütmüştük daracık evimizin. Meydandaki kalabalık ne zaman böyle olsa Melahat’a müjde verecek gibi koştum hep depoya. Dirildim. Yaşadığımı hissettim.

“Başka istediğin bir şey var mı?” dedi garson.

Başımı kaldırdım. İki yana salladım. Fincanın yanına bıraktım parayı. Ağır aksak adımlarla kapıya doğru ilerledim. Büyülü bir karanlığa aralar gibi açtım çay ocağının kapısını. Soğuk bir rüzgâr esti. Titredim. Yağmur kesilmiş, gökyüzündeki kavga dinmişti. Kızıl kıvırcık saçları görürüm diye gezdirdim bakışlarımı meydanda. Kaba erkek kalabalığı. Meydanın solundan, depoya sapan ara sokağa yöneldim her zamanki ürkekliğimle. Sokak lambalarının peşi sıra gitmemi işaret eden fersiz ışığını takip ettim. Bu daracık sokak. Issızlığı belki. Yıllarca içimdeki boşluğu büyüten karanlığı. Ani bir aydınlanma oldu. Kulakları sağır eden bir gürültü. Karanlık, zifiri. Elektrikler mi söndü, diye düşündüm. Yağmur damlaları bastırdı ardından, sert, kurşun gibi. Az kaldı, dedim kendi kendime. Kısa ama hızlı attım adımlarımı. Bu hava, diye düşündüm yürürken, hayat gibi, fütursuz. Bir iki araba geçti yanımdan. Aydınlandı ortalık. Deponun neredeyse karşısında olduğumu fark ettim. Kırçıllaşan bıyıklarımın kenarına tanıdık bir kıvrılma yerleşti. Neredeyse atlayarak yürüdüm nizamiye kapısına. Genelde kimse olmaz ama, girişte gençten bir çocuk. Heybetli. Gözleri çakmak çakmak. Kulübenin penceresini araladı.

“Kime bakmıştınız beybaba?” dedi.

“Ben,” dedim, “gece bekçisi Mehmet. Mesaiye geldim.”

“Tamam,” dedi, “ben yeniyim de bir idare amirine sorayım.”

Elinde telefon bir yerleri aradı. Yağmur sertleşti o konuşurken. İyice kulübenin tentesine sığındım. Genç kulübenin kapısını açtı.

“Cevap vermiyor, içeriye sorayım,” dedi.

Hızlı adımlarla depoya koştu. Bakakaldım arkasından. Aklım kıvırcık saçlıda. Yağmurda ıslanmıştır diye geçirdim içimden. Belki de benden önce gelmiştir. Yüzüm asıldı birden. Aradan kaç sene geçti? Hem kalabalığı dağıtan kimse de yoktu meydanda. Kapıdaki genç elinde şemsiye, yanında iri yarı göbekli biriyle geliyordu. Kaşlarımı çattım. Yeni mi başlıyorum ben işe, diye geçirdim içimden. Nizamiyeden içeri girmek bu kadar uzun merasimi mi gerektiriyor? Şemsiyeyi indirince gelenin idare amiri Yusuf Bey olduğunu anladım. Tam çıkışacaktım.

“Mehmet abi, hoş geldin,” dedi Yusuf Bey, “yenge seni evden mi kovuyor?”

Kara gölgeler dolandı yüzümde. Daracık evin sancılı sessizliği. Belki de orada Melahat’la bir arada olmama rağmen hissettiğim tek başınalık.


Hülya Yalçın

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page