top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Hüseyin Kılıç- Atatürk Her Şeyi Biliyor

Mutsuz musun? Çözemediğin problemlerin için ne yaptıysan, kime gittiysen işe yaramadı mı? Bir yandan da her ne kadar kabul etmek istemesen de artık günlük hayatın sorumlulukları tamamen senin üzerinde mi? Evet, koltuktan kalkıp su almak için mutfağa gitmek dâhil. Merak etme. Yalnız değilsin. Yani kimi kandırıyoruz, bal gibi de yalnızsın, sebepsiz yere arayabileceğin, aklına gelen saçma espriyi çekinmeden yapacağın bir kişi bile kalmamış çevrende ama bunu kast etmiyorum elbette. Mutsuz olan tek kişi sen değilsin anlamında bir yalnız değilsin bu. Senin hikâyeni de anlatırım bir ara sevgili okur ama şu anda kast ajansından okur olarak temin edildiğin için kameralarımızı Halit’e çevirmemiz gerekiyor.

Bu Halit. O da mutsuz. İki yıllık sevgilisinden ayrılmış. Senden kötü olmasın sevgili okur ama o da kendisini bir haftadır bayağı kötü hissediyor. İki yılın çevresinde kimsenin kalmaması için yeterli bir süre olduğunu yeni yeni anlıyor dümbük! Amaan sanki Halit’i şikâyet etmek için gelmişim gibi oldu. Benim işim anlatmak, yargıyı başkası dağıtsın. Selma telefonlarını açmadıkça içindeki sıkıntı arttı arttı, patlamasına şu kadar kaldı. Birilerine anlatsa belki rahatlayacak. Bu fikir cumartesi gecesi aklına yerleşti ama çarşamba oldu hâlâ onunla buluşmaya gönüllü bir arkadaşını bulamadı. Eee, sen o kadar meşgul adam pozlarına girerken düşünecektin bunları Halit Efendi. Kim sana vakit ayıracak sana şimdi, dımdızlak kaldın diye pışpışlayacak çocukluk arkadaşını? “Kim bilir ne işi düştü pezevengin,” dediklerini duymasan da hissetmedin mi Bay Halit? Bak gene dayanamadım. Konumuza dönüyorum. Nihayet dokuz yüz seksen dokuzuncu aramasında olumlu bir cevap alabildi Halit. Şahin var liseden, aslında hiç umudu olmadan aramıştı onu, yokluktan. “Tabii buluşalım toprağım,” dedi. Nereliydi ki bu çocuk, toprağı olacak? Halit bunu hiç düşünmedi tabii -benim zevzekliğim- hemen bir masa ayırttı Süreyya Meyhanesi’nde.

Süreyya dediysem seksenlik bir kocakarı canlanmasın gözünüzde, mekân açılalı daha altı ay oldu ama herkes inovatif mezelerini bir övüyor, bir övüyor sormayın. Meyhane dediysem de öyle kapısından Can Yücel çıkacağını, içerde Müzeyyen Senar dinleyeceğinizi falan da sanmayın. Meyhaneliği de yenilikçi; blues çalıyor, rock çalıyor, pop çalıyor falan. Zaytgaystı çok yanlış anlamış bir mekân sizin anlayacağınız ama konumuz bu değil. Belki de bu. Benim de kafam karıştı. Her neyse çok da kurcalamayayım. Ne diyordum? Hah! Meyhane! İçmeden anlatamayacağını, biraz sarhoş olmayan kimsenin de onu dinlemeyeceğini çok önceden düşünmüştü. O haline rağmen hâlâ kafası çalışabiliyor insanın. Bravo!

Halit’i ayna karşısında görseniz yeni sevgili yaptı zannedersiniz. Üç numara saçına jöle sürmeye bile kalktı ahmak. Sonra da keşke kestirmeseydim saçlarımı diye hayıflandı bön bön. Yok yahu, Şahin için hazırlanıyor ve hayır öyle kötü düşünceleri falan da yok. “Ne Şahin’miş be!” diye ünleyebilirsiniz ama yine de duayı eksik etmemek lazım “Allah kimseyi o duruma düşürmesin,” diye. Şahin çok kötü biri olduğu için değil, iyidir Şahin. Yani, iyidir herhalde. İnsansızlıktan o kadar bunalmış Halit. Yine de bir ara aynaya baktığında ne kadar hesap gelebileceğini hesaplarken buldu kendini. Yuh olsa da hemen kınamaya gerek yok, ister istemez geliyor bazı düşünceler akla. Halit’e de oldu işte ama Allah’tan bu düşünceyi o an için gereksiz bulup anında vazgeçti bu hesapçılıktan.

Şimdi Halit, iki dirhem bir çekirdek girdi meyhaneye. Bir yandan yarım saat önce gittiği için kendine kızıyor. O kadar da istekli görünmek istemediğinden “Biraz dışarda dolaşıp öyle mi gelseydim acaba,” diye kendi kendine konuşurken, o da ne? Yeni karakterimiz çoktan sahneye çıkmış bile.

İşte bu Şahin. Çoktan gelmiş bile. O da Halit kadar değilse de oldukça şık ve tedirgin duruyor. Yoksa Halit de mi figüranmış bu hikâyede? Öyle gibi görünüyor ya, birazdan anlarız işin aslını. Bak bak sanki yıllardır birbirlerini çok özlemişler gibi hemen sarıldılar da konuşmaya başladılar. Dikkatli olmazsak ne dediklerini kaçırabiliriz. Gerçi beylik laflardır muhtemelen ama olsun. Halit’in tutup bir anda “Çok yalnızım be Şahin,” deyip ağlamaya başlaması saçma olurdu. Dinleyelim bakalım ne konuşuyorlarmış.

Ooooo! Ooooo! Çok olmadı ya geleli! Yok daha yeni geldim. Ne kadar oldu yahu, en son Cihan’ın düğününde mi görüşmüştük? Gerçekten bayağı bir zaman geçti ama yok, düğünden sonra da görüştük, şeyde. Mezunlar gününde! Yok yok, eeee, Hilal’in şeydeydi (Hilal’in Halit’in eski sevgilisi olduğu aklına geldi de ondan sustu sanki), neyse, dökmüşsün saçları! Sen maşallah aynısın, daha bile iyisin.

Çok içimden gelmese de burada ikisinin de spor ama şık kot pantolon, gömlek, ceket kombinini tercih ettiğini belirtmek istiyorum. Ayrıca Şahin’in saçlarının önden biraz dökülmüş, Halit’in ise saçları yerli yerinde olsa da yanlardan çıkan beyazların yavaş yavaş tüm kafasını istila etmek üzere olduğu anlaşılıyor. Bunları söylüyorum çünkü daha önceki anlatılarımda okurlardan bir kısmı Edebiyat İşleri Genel Müdürlüğüne “Yahu iyi hoş yazıyor bu adam da hiç tasvir yok,” diye beni şikâyet etmiş. Kimisi iyi hoş demeyi de esirgemiş dilekçesinde. Kırmızı gömlek giyince daha mı çok üzülüyor, saçı tel tel olunca daha mı kolay ölüyor kahraman diyerek dost ortamında yaptığım sözlü itiraz genel kabul görmedi maalesef.

Yıllar geçmiş aradan. Tak diye “Çok yalnızım Şahin,” demek olmaz diye düşünüyor Halit. Akışına bırakacak, hem zaten bu kadar ayıkken olmaz. Şimdi alkolik gibi görünmek olmaz, hemen şişe açtırmamalı. Bir duble yeter demeli Şahin’e numaradan da olsa. Sonrasına sonra bakarız demeli garsona. Kilo mu? Yani litre? Yani yüzlük? Yuh! Hay çok yaşa sen Şahin. Bu öküzlüğünü, sormadan iş yapışını sevmişimdir zaten. O yakasındaki de nerden çıktı acaba? Eee? Daha daha nasılsın? Anlat hele ne yaptın bunca zamandır.

Maalesef, pek maalesef ekonomik durum pek iyi olmadığı için tüm tasvir sever okurlarımdan özür dileyerek, verdikleri siparişleri detaylı anlatmama kararı aldığımı belirtmek isterim. Kimsenin canı çeksin de sonra alamayınca üzülsün istemem. Bilgili okurların edebiyat adına değilse de insanlık namına anlayışlı olacaklarını düşünüyorum. Kısaca şöyle söyleyeyim fütursuzca sipariş verdiler. Az olsa günah olacak ya da karşıdaki ölümüne kınayacak gibi hiçbir şeyi eksik bırakmadılar.

Havadan sudan konuşmak gerekiyordu. Konuştular. Ama Halit içinden Şahin dışından. Adam susmuyor. Komşusunun ameliyatından işyerinde beslediği kedilere, babasının alerjisinden belediyenin kestiği ağaçlara. Refleks edinmiş gibi bir anlatıyor, bir yakasına bakıyor, bir anlatıyor bir yakasına bakıyor. Halit araya girip “Ne iş?” diye soramıyor bile. Durmadan konuşuyor. Karşısında birisi yokmuş da radyoda program yapar gibi konuşuyor ilginç bir şekilde ama Halit bunun farkında değil. Verdiği siparişler gibi, söylediği rakı gibi. Fütursuzca. Öyle ki Halit’in iç sesi bile sustu, sustu, sustu, sustu, neredeyse yok olacaktı. Derken bir sessizlik oldu. Halit tam sevinip söyleyeceklerini toparlamaya çalışırken Şahin derinden gelen bir sesle kahramanımızın adını mırıldandı, “Bekir,” dedi, “Bekir Kırmızı…” Halit afalladı. Şahin umursamadı, başladı anlatmaya. Derinden gelen sesinin aksine haykırır gibi tekrarladı kahramanın ismini. Ve şimdi karşınızda Şahin Demirsoy’un anlatımıyla,

“Bekir Kırmızı! O akşam birkaç saattir Zengivar Mahalle Karakolu’nun nezarethanesinde krem rengi çizgili takım elbisesi, açık mavi gömleği ile oturuyordu. Jilet gibi derler ya, işte o biçim. Şu moda dedikleri şey olmasa mağazadan çıkıp karakola gelmiş diye düşünen çıkabilirdi ama bu işleri biraz bilen, takım elbise bile olsa kıyafetlerin en az sekiz on yıllık olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi. Çok temiz ve titiz bir adam olduğunu anlamamız için bu görüntüsünü bir anlığına olsun görmek yeterli. Bekir içerde hareketsiz bir şekilde karşıya bakarken nezarethanenin önünden geçen bazı polis memurlarının sesleri kulağına çalınsa da o bunları pek umursamıyordu.”

Şahin yakasına baktı. Halit, Şahin’e sövdü, içinden.

“Nezaretin önünde kel ve öfkeli bir polis, Bekir Kırmızı’nın hikâyesini bilmiyor, merak da etmiyordu. O da haklı her gün ne manyaklar geliyordur oraya… Bekir’e kıl kapmış olacak, sinirlenince arkadaşı sakinleştirdi.”

Ne bakıyorsun ulan öyle öküzün trene baktığı gibi. Bana bakmıyor mu? Atatürk ne alaka abi? Ona niye bakıyor ki? Şöyle mi geçeyim? Oha, hakikaten Atatürk’e bakıyormuş ya dik dik.”

“Ayakkabı bağcıklarıyla birlikte diğer giydiklerine yakışmayan pahalılıktaki mor kravatını ve deri kemerini nezarete atılmadan önce -üniforması olmasa berber çırağı zannedilebilecek- çömez polis memuru hiç konuşmadan teslim almıştı ama Bekir hala jantiydi. Saçını itinayla taramasına ve kıyafetlerinde en ufak bir kırışık olmamasına bakılırsa düğüne gitmek üzereyken yoldan çevrildiği de akla gelebilirdi. Bu arada kel memur, -sanki inadına saçlı olan- meslektaşıyla konuşmaya devam ediyordu.”

“Hırsız mıymış gerçekten? Tipine baksan adam dersin. Bizim lisenin müdürüne benzemiyor mu? Baksana herif nezarette bile takım elbiseyle duruyor. Bizi de milli eğitim müfettişi sanıyordur. Nasıl yani? Gerçekten müdür müymüş? Hadi canım! Ben onu öylesine söylemiştim. Yani ciddi ciddi gidip okulda ne var ne yok çalmış öyle mi?”

“Nezaretin diğer bankında bir Bekir’e bir polislere bakan sağ kaşı patlamış, bir gözünün altı morarmış adam şaşırmıştı. Tanımasa da Bekir’den bunu hiç beklemezdi. Öyle düzgün bir görüntüsü vardı ki… Zaten bu intizamdan dolayı kendi kendine konuşan Bekir Kırmızı’nın oradaki halini görüp de “Durun yahu, bu adamın burada ne işi var?” demeyecek kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu azınlıktaki kişilerin çoğu da her olayda kendisini görülmeyeni gören bir dedektif olarak hayal etmeyi bilenler ve kim bilir kaç yıl önce hayattan yediği devasa silleyi hala unutamayıp hiç kimseye ve hiçbir şeye güvenmemek için yemin etmiş olan insanlardır. Durumu anlamlandıramayan, tertemiz ve ütülü takım elbisesiyle oturup kendi kendine konuşan ve olayın kahramanının gözlerinde üzüntüden başka bir şey okumayanlar ise olayın karakolda geçmesi sebebiyle sessizliklerini korumaya devam ederler.”

“Şikâyet edene göre bir yıl önce taşınmış şimdiki evine. Bir kanepe almış tek. Onun dışındaki her şeyi okuldan alıp eve götürüyormuş. Atatürk’ü bile çalmış deli. Bahçedeki büstünü yani...”

Yakasına tekrar baktı. Sonra sanki “Şşşş!” diyecek oldu, sonra vazgeçti. Halit Bekir’e sövdü, içinden.

“Polisler susunca Bekir konuşmaya başladı. Görüntüsü kırk yaşında olmasına rağmen sesi henüz ergenlikten çıkamayan bir liseli gibi hem ince hem cızırtılıydı.”

“Atam! Neredesin Atam! Vallahi ben seni bırakıp gitmedim. Beni zorla getirdiler buraya. Birileri şikâyet etmiş olmalı. Neymiş? Seni çalmışım! Gizli bir örgüte üye olmamdan şüpheleniyorlar galiba. Kendi aralarında fısıldaşırlarken duydum. Güneş gözlüklü bir tanesi geldi biraz önce. “Atatürk’le alıp veremediği neymiş ki? Savcı Bey kesin terörden de işlem yapar,” dedi. Öyle hırsızlıktan yırtamazmışım. Hırsızmışım zaten! Atam! O kadar eminler ki…”

“Şimdi belli olmuştu niye illa Atatürk’ü görmeye çalıştığı. Bekir, Kemal Paşa’yla konuşmaktan ayrı bir keyif alıyor olmalıydı. Ama Atamız Bekir’in tüm dediklerini aynı aşkla dinliyor muydu onu bilemiyorum. Çok da karıştırmamak gerek. Karakolda temkinli olmak lazım. Ne diyordum? O ara Bekir’in yüzü garip bir hal aldı. Ata’ya ilk şikâyetteki şaşkınlık ya da sinir değil de farklı bir hayal kırıklığı var gibi. Hele sağ gözünün seğirmesi nasıl da arttı.”

Şahin bu sefer dümdüz ekledi, “Şşşşşş! Yine konuşmaya başladı,” diye.

“Başka bir şekilde olsaydı bunlar mutluluktan ağlardım herhalde. Sence de komik değil mi Atam? Karşımdakiler ne diyeceğimi merakla bekleyecekler. İstediğimi anlatmam için saatlerini vermeye hazır olacaklar. Belki tuvalete bile, yok yok evlerine bile gitmeyecekler sırf beni dinlemek için. Öyle üstünkörü de değil, pürdikkat olacaklar. Hem arada anlamadıklarını soracaklar ama ben bütün bunlara rağmen bir an önce odama dönmek isteyeceğim! Pes doğrusu! Gece yarısı olmasına rağmen güneş gözlüğü takan bir adamın insafına bırakılıyorum resmen Atam!”

“Bekir Kırmızı, giyimine baktığınızda jantiydi janti olmasına ama yüzü hiç de öyle söylemiyordu. Atatürk’le konuşması bittiğinde, soyadının aksine, yüzünden bütün kan çekilmiş bir halde, solgun, soluk ve hareketsiz bir vaziyetteydi. Bu anlattığım adam sıradan bir okul müdürü değil de besili bir müteahhit, iş adamı ya da mirasyedi Bekir Kırmızı olsaydı kelimelerim herhalde neredeyse yüz seksen derece değişirdi. Şöyle diyebilirdim belki, Bekir Kırmızı, soyadının hakkını vermek istercesine şişkin, yağlı ve kırmızı suratıyla orada olduğuna anlam veremez bir halde nezarethanede bir aşağı bir yukarı öfkeyle yürüyor, yapılan yanlışlığın derhal giderilmesini bekliyordu.”

Şahin, vecde gelmiş gibi konuşuyor, karşısındaki Halit’in varlığını hiç umursamıyordu, hatta unutmuştu adeta. Yakasına da bakmamıştı bu sefer. Halit, Bekir Kırmızı’ya sövdü, içinden.

“Biz insanlar, Bekir Kırmızı’nın şişman, besili ve arsız olanını severiz. Sıska, solgun ve ruhunu ancak taşıyanları esas itibariyle sevmesek de onların da varlıklarına ihtiyacımız vardır. Öfkemizi, hayal kırıklıklarımızı, beceriksizliklerimizi ve kırgınlıklarımızı boca edebileceğimiz Bekirler olmasa biz ne yaparız? Onlar olmasa aynaya bile bakmaktan çekinir birçoğumuz.”

Şahin, birden sustu, hiçbir açıklama yapmadan bir süre sağ kaşının üstünü kaşıdıktan sonra sesini Bekir’inkine benzetmeye çalışarak onun ağzından konuşmaya başladı. Alkol iyice damarlarına yerleşmeye başlamıştı. Halit ise dalmıştı, kimseye sövmedi. Kötü bir Bekir taklidi ilgisini çekti. Rakısından bir yudum alıp dinlemeye devam etti.

“Doğruyu söylüyorum ama kimse ikna olmuyor onu deliler gibi sevdiğime. Delirdiğime inanıyorlar, sevdiğime inanmıyorlar. Deliler gibi sevdiğime hiç inanmıyorlar. Matematiğin m’sinden anlamayan adamlar pozitifle negatifi çarpımının negatif olduğunu keşfettiklerinden habersiz her dediğimi her yaptığımı yerden yere vuruyorlar. Çarpmanın etkisiyle sersemleşip Atatürk’ün yanına gidiyorum. Her şeyi ona anlatıyorum. O hepsini biliyor. Konuşsana paşam!

Ben takıntılı olsam böyle mi yaparım? Söylesene paşam! O kadar yıllık öğretmenim hem de müdürüm hem de matematikçiyim. İki iki dört içeri atacaklar deyip gözden uzakta sevmez miyim? Bunlar diyor ki iki iki beş.”

Şahin sesini tekrar normalleştirip anlatmaya devam etti. Halit de dinlemeye.

“Nedendir bilinmez nezaretin önünden bir türlü ayrılmak bilmeyen polislerden saçlı olanı bir anda Bekir’e dönüp haber verilecek kimsesinin olup olmadığını sordu. Anlaşılan o da bir yandan bu yarı meczup adamın dediklerini dinliyordu. Bekir Atatürk’ün resmine bakıp bir süre susunca polis konuşmak zorunda hissetti.”

“Atatürk’e nasıl soralım? Hey Allah’ım!”

“Osman’a sorun o zaman. O da bilir benim hiçbir şey yapmadığımı, yapmayacağımı.”

“Osman kim? Var mı telefonu? Çağıralım hemen.”

“Petrolün oraya giderseniz bulursunuz kesin. Dolmuş bekler orda hep.”

“Ya dolmuşa binip gittiyse? Ya da canı bugün gitmek istemediyse?”

“Olmaz öyle şey! Osman bekler. Hep bekler. Benim gibi. Sessiz sessiz bekler. Bir defasında sordum, kimi bekliyorsun, diye. Dolmuşu, dedi. Birkaç dolmuş geldi binmedi. Ama hepsinin içine baktı kim var kim yok diye. Üstelemedim. Kim bilir kim gelecek o dolmuşla. Siz beklemez misiniz hiç kimseyi hiçbir şeyi?”

“Polisin yüzünden konuştuğuna konuşacağına pişman olduğu anlaşılıyordu. O da kel meslektaşı gibi küfredecek, ne halin varsa gör diyecek gibiydi ki Bekir bir numara söyledi.”

“Osman, Osman’ın numarası...”

“Polis hala pişmandı ama konuştuğuna ama kendi başlatmıştı sohbeti. Belki de acımıştı Bekir’in deliliğine, yalnızlığına, kimsenin onu dinlememesine. İşte Bekir’in şansı da burada döndü.” -Halit kendi kendine “Çok şükür” diye söylendi. -

“Polis bir saat sonra gelip Bekir’i yukarı çıkardı. Nezaretteki öbür adam bundan sonra olanları neden bilinmez tüm sohbetlerini orada yapmaktan keyif alan polislerin konuşmasından öğrendi.”

Şahin bu kez sesini saçlı polis gibi boğuk ve hırıltılı yapıp konuşmaya başladı. Halit kime söveceğini bilemeden bir yudum daha aldı rakısından.

Herifin şansa bak! Osman dediği velet savcının oğlu çıktı. Bilirim Yusuf Savcı’yı çok serttir ama oğlanın hatırına bıraktı elemanı. Bu Bekir’in sevgilisi mi nişanlısı mı karısı mı ne bunu bırakmış mı, ölmüş mü, hiç sevmemiş mi ne... Haha! Doğru dürüst anlatamadı bile. Kimse de buna inanmamış. Herkes onu suçlayınca bu da Atatürk’e anlatmaya başlamış tüm hayatını. Hırsızlıktan değil yalnızlıktanmış. Hah! Osman yeminler etti zararsız diye, Bekir öğretmen en yakın arkadaşım benim diye. Çocuk da yazık... Nasıl yalnızsa en yakın arkadaşına bak... Evde savcım ne terör estiriyor kim bilir ama daha fazla uzatmak istemediğinden bıraktı gitti elemanı. Hem çocuk konuşmaya devam etse kim bilir neler anlatacak. Bundan sonra kâğıt kürek işleri. Bir şey çıkmaz. Savcım “Ben hallettiririm öbür şeyleri de” dedi. Gene ırgatlığı bize kaldı ama olacaksa böylesi olsun. Görmedin mi hem nasıl jantiydi hem nasıl gariban.”

Şahin burada sustu. Konuşurken karşısında Halit’in olduğunu unutmuş gibiydi. Yakasına baktı, Halit’e baktı. “İşte Bekir Kırmızı’nın hikâyesi de böyle Halitçiğim,” dedi. “Nerden aklıma geldi bilmiyorum. Bu meret çok içince birden alakasız şeyleri hatırlatıyor insana. Kusura bakma seni hiç sormadım. Anlat hele nasılsın, ne âlemdesin?”

Halit önce Şahin’e, sonra arkadaşının yakasındaki rozete ve sağ kaşının üstündeki kapanmak üzere olan yara izine ve en son bu hikâyenin okuruna -evet evet, sana- baktı. Şahin’i, Bekir Kırmızı’yı, Osman’ı, Savcı Yusuf’u, kel ve saçlı polisleri ve okuru düşündü. Kendi derdini ve yalnızlığını hızlıca bunlarla kıyasladı. Yaşadıklarının hiçbirini anlatmamaya karar verdi. O da en yakın zamanda, Şahin gibi, kendisine en afilisinden bir Atatürk rozeti alıp yakasına konduracaktı. Kadehinin dibindeki son yudumu fondipleyip -içinde çok uzun zamandır olmayan bir rahatlıkla- yüzüne kocaman ve samimi bir gülümseme kondurdu.

“İyiyim be Şahinciğim. Çok şükür her şey yolunda ama işte eski arkadaşları özlüyor insan bazen. Seni gördüm, daha iyi oldum. Çok güzel oldu bu akşam, mutlaka bir daha yapalım ama bu sefer daha kalabalık olalım.”


Hüseyin Kılıç

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page