top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İbrahim Kürşat- Biri Bana Âşık Olmuş

Göğsü güzel Karşıyaka’nın yokuşu, İpek Yolu'nun hemen üstünden başlar benim için. Otobüsten İpek Yolu'na inip, yokuşun başlangıcında şöyle derin bir nefes çekmek babaannemin evine yürümenin başlangıcıdır. Yokuş öyle zor, öyle uzak gelir ki bana... On yaşımla tüm çocukluğumu tutar gibi bir annemin elini tutarım, bir babamın. Annemin de babamın da hızlarına ayak uydurana kadar salına salına, öne doğru çekiştirile çekiştirile, sündürüle sündürüle yürümeye çalışırım. Otobüsten iner inmez Antep Tekel Fabrikası karşılar bizi. Sokaklara nakliye kamyonları yanaşır, üzümler indirilir; betonlara şıralar akar, tekelin anason kokusu genzimi yakar. Annemin ya da babamın elinde yürürken mahalle takımlarının çakıllı futbol sahalarına merakla bakarım; bazen bir gol sevinci, bazen kavga olur; çoğunlukla da küfür kıyamet. Hızlanarak geçip gideriz yanlarından. Karşıyaka Polis Karakolu'nun önünde ciddiyetle nöbet tutan polislere bir selam çakarım.

Nihayet eve ulaşırız. Babaannem dar, güneş görmeyen, ışığı az, gölgesi çok bir gecekonduda oturur. Dehlizden yürüyüp cümle kapısına varana kadar yan sokaktaki kebapçının dehlize dolan kuşbaşı kebabının sarımsaklı lahmacunun kokularını duyarım. Bu kokular ilk önce hoş gelir, sonra da duyarsızlaşırım. Ancak maydanoz, sarımsak, taze koyun etinin kokusu sanki hiç eksilmezmiş gibi aklımda kalır. Böylece on beş günlük yaz tatilim başlar yanında. Yalnızlığına mı, sevgisizliğine mi ortak olurum bu sürede bilmiyorum.

Babaanemin hayatında (bahçesi) toprak yoktur. Buz gibi betonundan diğer evler yükselir, yükseldikçe babaannemin evi daha da gölgede kalır. Bahçesinde, evinde bir tane bile çiçek bulunmaz. Hep suskundur babaannem, hep dalgın. Mavi plastik sandalyesine oturur, Sümerbank basması çiçek desenli elbisesinin içinde dalıp gider. Emekli maaşı ona hiç yetmeyecek, bir gün evsiz kalacak, oğlunun başına her an bir şey gelecek gibi her şeyden, her zaman kaygı duyar. Ölümü hiç konuşmaz ancak hep ölümün de hayırlısını ister. Babaannemin yaşı büyük değil. Çok küçük evlendirildiğinden henüz elli yaşı demeden torun sahibi olmuş.

Babaannem öyle bilâbedel sevmez beni. Torunum diye de gönenmez hiç. Sevgisizdir çoklukla. Uzak, çok uzak bir kadın. Sevdiğini anladığım tek şey çikolata parası vermesi. Babaannemle en iyi yaptığımız şey ise: susmak. On yaşında bir çocuk nasıl bu kadar susar? Cıvıl cıvıl bir çocuk nasıl bu kadar canlılığını yitirir?

Bu tatilde de babaannemle susmaktayız, mavi plastik sandalyelerimizde oturuyoruz. Babaannem bazen “Ne bileyim,” diye söylenip sonra tekrar susuyor. Çok sıkılıyorum. Babaannem:

“Keşke sevdiklerimizle vedalaşabilsek. Sen bu yuvadan uçarsın birkaç güne. Kim bilir nereye konarsın!”

“Yok, babaanne, seneye yine gelirim ben. Ama bu kadar susma, olmaz mı? Çok sıkılıyorum.”

“Yanıma gel.”

Elini koynuna götürdü, çikolata parası çıkardı ve uzattı.

“Hadi çikolata al kendine. Çabuk gel ama, sana anlatacağım var.”

Bakkala gidip çikolata yerine dondurma aldım. Dondurma yemeye odaklanırken az kalsın araba çarpıyordu. Eve döndüm; babaannem hayatta. Suskun oturuyor. Omuz silktim. İçimi kanırtıyor doğrusu. Babaannem beni karşısına aldı, kimseler duymasın der gibi, “Biri bana âşık olmuş,” dedi.

Şaşırdım. Yutkundum. Gözlerim aşağı yukarı, sağa sola döndü, durdu. Anlayamadım.

“Biri bana âşık olmuş, âşık olmuş. Ha hahaaay!”

“Emin misin, babaanne?”

“Her akşam gelip camımı tıklatıyor!”

Sesi kırgınlaştı, örselenen bir tınıya döndü.

“Biri bana âşık olmuş.”

Şaşırdım.

“Bu akşam dışarıda nöbet tut. Kimmiş öğrenelim”

Babaannemin camını biri tıklıyormuş geceleri, “Biri bana âşık olmuş,” diyor. Biri babaanneme âşık olmuş… Babaannem geceliğini giymeden uyumazmış, öyle der. Bu, aslında bir hanımefendilikmiş. Önceleri babet ayakkabı ve çorap giyilmeden, hele de eldivensiz kapı önüne çıkılmazmış. Öyle anlatır bana. Tanıdığım en nefisli insan.

Babaannem ikna etti; nöbete başladım. Dehlizin sonunda, evin cümle kapısını yılık bıraktığımdan emin olarak, yaz akşamının sessizliği gibi dehlize çömüp kalıyorum. İnsanlar damlarda uykuya çekildikçe geçen arabalar da azalıyor; sokakların ıssızlığını duyabiliyorum; korkmaya başlıyorum. Ama biri babaanneme âşık olmuş, kimmiş o? Bulacağız. Bulacağız ama ben korkuyorum. Korkum yaz sıcağına dayanamayıp mayışıp uykuya kalmamla geçti. Uyumuşum; babaannemin gizemli maşuku geldi mi acaba? Yanımdan geçtiyse! Babaanneme tekmil vermeye gittim ki tıklayan olmamış camı. Güzel. Gölgesi bol evinde kuşluk vakti uyuyup öğleyi geçkin uyandım.

Nöbet böylece devam edip gidiyordu. Ancak düzensiz uykudan ve artan azalan korkumdan olsa gerek, artık nöbetlerde uyuyamamaya başladım. Hem de yaz akşamı serinlemeyen havadan ter içinde kalıyordum. Ensemden başlayan ter elbisemi ıslatıyordu. Uyuyamadıkça geceleri daha da korkmaya başladım. Korkuyla geçirdiğim nöbetlere alışmaya da başladım. Fakat tekdüze giden nöbetlerim öyle sıkıcıydı ki!

Babaannem, nöbette olduğum geceler camı kimsenin tıklamadığını söylüyor. Acaba hayal mi görüyor, buna mı inanmak istiyor? Nöbetler böyle ilerledikçe onun anlatımıyla artık “kuyruk yıldızı" doğmuştu. Yani geceler artık serinceydi. Ham olduran sıcakları bitmiş; üzümü, koruğu, inciri olmuş, sıcaklar yekinmiş gidiyor. Ben de böylece korkumu kontrol altına aldım, gecelerin de serinlemeye başlamasıyla beraber nöbetlerin sonunda uykuya dalmaya başladım.

Sonuncu nöbetimde de uykuya daldım; ben uyurken bir tane adam yanımda dikilmiş, beni izliyor. Ben ise uyanıp camı tıklayanı öğrenmek istiyorum. Fakat çok korkuyorum. Korksam da uyanacağım. Bir türlü uyanamıyorum, hiçbir yanım kıpırdamıyor; nerdeyse nefes alamıyorum.

*

Kıratın üstünde babaannem. Gelin alayı dizilmiş. Zurna acı acı övüyor. Gelinin kulağına övüyor da övüyor. Dedem de iki dirhem bir çekirdek. Gelin alayı mola verince erkekler güreş tutuyor. Cirit oynuyorlar. Bayrak, tahta ve açık renk bir sırığa tutturulmuş. Sırık yenice soyulmuş. Sırığın en başında nar var. Çocukların başına buğday ve cıncıklı şeker serpiyorlar. Bereketiyle, uğuruyla gelin giriyor, babaannem. Tahta kapının ardındaki taşı çekiyorlar; üç eteğinin içinden ayağını çıkaran babaannem çay bardağı kırıyor, uğursuzluk dağılsın diye. Çocuk yaşta. Ağlamaklı değil, çokça tedirgin, ürkek duruyor. Dedem mutlu ancak gergin. Sekiz köşe kasketli, köstek saatli, siyah yelek, beyaz gömlekli ve şalvarlı, orta yaşlı bir adam babaannemin yanında getirdiği eşyaları bir kâğıda yazıyor: bir ceviz sandık eşya, yorgan, döşek, cüdele… Erkekler boğma rakı ve tütüne başlıyorlar. Kadınlar kara kazanda kaynamış düğün yemeği cıvık ve pilavı lavaşlarla birlikte üleştiriyor misafirlere.

Dedemle kerpiç bir evin kapısında bekliyoruz; düz ayak bir ev. İçerden çığlık sesleri geliyor. Kan, ter içinde herhalde babaannem. Dedem kapı önünde tütünleri birbirine ulayıp duruyor. Nar çıtlar gibi bir kapı sesi duyuluyor. Olgaç bir oğlan çocuğu doğmuş; haberi orta yaşlı, kalıplı bir kadın veriyor. Ferahlama başlıyor; dünya kaldığı yerden dönmeye devam edebilir. Siyah beyaz bir fotoğraf karesine sığıyor dedem, babaannem, babam.

Dedem bir hastane odasında zorlukla nefes alıyor; babam habersiz etrafta dolanıyor, babaannem ağlamaklı. Doktor, hemşire girip çıkıyor. Dedemin üstüne beyaz bir örtü örtüyorlar, yüzü örtünün altında kalıyor. “Uyanır az sonra,” diyor, tanımadığım bir ses.

*

Başımı kaldıramayacak kadar yorgunum. Hastane odasında babaannem, babam, annem var. Doktor kızıyor onlara.

“Küçük bir çocuk, gecenin bir vakti! Olacak iş değil.”

Babam, babaannemin alzheimer hastası olduğunu, ancak bir çocuğu dışarıda unutacak kadar hastalığının ileri seviyede olmadığını anlatmaya çalışıyor. Doktor vazgeçmiyor; şikâyet edeceğini söylüyor fakat bir müddet sonra babamla sulh oluyorlar ve odadan çıkıyorlar. Serumun damla damla akarken elime ulaşmasını izliyorum. Babaannem yanıma geliyor.

“Gördün mü?”

“Gördüm.”

“Hişt, sus. Kim olduğunu hatırlayamıyorum. Âşık olmuş bana.”

“Ben tanıdım, babaanne.” Babaannem şaşkın ve meraklı ancak her an hatırlayacak gibi.

“Kimmiş? Kimmiş o?”

Kafamla yaklaş diye işaret veriyorum. Sessizce:

“Koynundaki fotoğrafı çıkar.”

Aceleyle çıkarıp bakıyor.

“Kim bunlar? Anam, bir de bebek var.” Fotoğrafa dalıyor. Sararmış, siyah beyaz fotoğrafa bakarak konuşuyor.

“Yakışıklı adammış. Bu mu bana âşık olmuş? Pek de genç.”

Babaannem fotoğrafa dalıp giderken yanımdaki beyaz demir sandalyenin ucuna bırakıyor kendini. Daha da dalıyor, hatırlayacak gibi… Biraz sonra kendine gelir gibi oluyor. Fotoğrafı koynuna hızlıca sokuyor.

“Çok beklersin sen. Öyle hemen kolay mı?”

Gülüyoruz. Babaannem gelip sarılıyor. Annemle babam odaya geliyor. Onlar odaya gelince babaannem, babama sesleniyor:

“Biri bana âşık olmuş,” diyor. Babam şaşırıyor ve geriliyor, dedemin adını söyleyip, “O mu?” diye soruyor.

Babaannem babamı çıkışır gibi susturuyor.

“Sen karışma bakalım… Biri bana âşık olmuş!”


İbrahim Kürşat

2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page