top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İbrahim Savar- Şu Günlerde

Boş evde geceleri yanan titrek ışık, bütün mahalleyi meşgul etti.

Muhtar hep balkondaydı.

“Birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz… Bir takım karanlık, yalnızca bir ucu içeride işler peşinde… Masum yavrularımız… Bilmedikleri meçhul ufuklara doğru koşmakla… Bizi ziyadesiyle üzen, derin kederlere gark eden… Behemehâl ipliği pazara serilmesi elzem olan bu sergerdeler yüzünden…”

Yemyeşil bahçesiyle boş ev, bizim mahallenin son neferlerindendir. Birbiri ardına “evyıkıpbinadikimciler”e verilen güzelim evlerin yerinde yükselen kibrit kutularının arasında, bakımsızlığına rağmen, hepsinden daha tutarlı bir güzelliği olduğunu haykırarak, ben buradayım, der. Sahibi Naciye teyze ölüp, cenazesi kaldırılıp, birkaç gün hatırasına saygıdan oturulup, yedi mevlidi okutulduktan sonra komşular kapıyı kilitleyip çıktılar. O günden beri o ev, boş evdir bizim için.

Uzak ülkelere giden uzun gemilerin birinde kaptan olan hayırsız oğlu, yıllardır gelmemesi bir yana iki satır yazıyı, bir iki dakika telefonu bile esirgiyordu zavallı kadından. Genç yaşında dul kalınca ne güçlüklerle okutmuştu hâlbuki onu. Gururlu kadındı. Yavan yer, kuru yerde oturur yine de bir şeyini eksik etmezdi. Biz, iyi bilirdik. Sonu böyle olmamalıydı.

İki hafta önceydi. Boş evin geçen güzden bu yana kör kalan pencerelerinde, gece titrek bir ışık gördüm, diyenler çıktı. Önce şöyle bir kulaklara çalınan bu gelişme, her geçen gün tanıkların çoğalmasıyla birlikte, gizemli bir hâl almaya başladı.

“Sarı, mum ışığı gibi titreyen zayıf bir ışıktı.”

“Perdenin ardında şekiller gördüm, Karagöz perdesi gibi.”

“Kırpışan ışıkta biri sigara içiyordu.”

Her görenin başka bir biçim ve tarifle gördüğü ama titrek olduğu konusunda birleştikleri ışık, epey yankı uyandırdı. Bizim millet bu işlere meraklıdır zaten. Muhtar, balkondan nutuklara devam etti.

“Efendim, efkârıumumiyeyi ziyadesiyle tedirgin eden bu hadiseye derhal bir hal çaresi bulmak lazımdır. Fakat zannımca, idare bu konuda da müteaddit defalar yaptığı hataları tekrar etmektedir. Bunca insanın, beyhude yere fikrini ve mesaîni meşgul eden bu elim vaziyet, memleketin ihtiyaç duyduğu çalışma şevkine gem vurmakta, onu geriletmektedir. Ben olsam…”

Hakiki muhtar Salim Bey, çok bozuldu bu konuşmalara. Ne zaman Muhtar balkondan söyleve başlasa kafasını sallayıp derhal uzaklaştı oradan. Günlerce Muhtarın eviyle aynı sokaktaki muhtarlığa uğramadı.

Muhtar, bizim mahalleyi, bilmem hangi zamanda, kısa bir süreliğine idare etmiş yaşlı bir adamdır. Seçimlere az bir zaman kala muhtar vefat edip, azalardan birinin muhtarlığa vekâlet etmesi gerekince iş başına gelmiş ve oturduğu koltuğu pek sevmiş. Sandıkta aday olsa da seçilememiş. Takip eden seçimlerde de durum değişmemiş. Bir partinin ilçe başkanlığına gidip gelmiş bir zaman. Bu arada gözü de yükseğe kaymış haliyle. Dilinden, önümüzdeki seçimlerde belediye reisliğine mutlak beni aday gösterecekler, sözü düşmez olmuş. Her gün kahvede bir köşeye çekilip, gazetelerdeki demeçlerden devşirdiği cümlelerle konuşmalar yazmaya başlamış. Kendince, zayıf gördüğü hitabetini kuvvetlendirmeye, arzuladığı güne hazırlanmaya koyulmuş anlayacağınız. Ondan bir cümle, bundan bir kavram, öbüründen bir slogan derken tutarsız ama kararlı bir söylem geliştirmiş. Yıllar yılları, seçimler seçimleri kovalamış. Bizimkinin adaylık haberi bir türlü gelmemiş. Bir yandan umutları tükenirken, öbür yandan nutuk dosyası kabarmış. Belediye reisliğine ulaşamadıysa da seçimle olmasa da mahalleli ona “Muhtar” demeye başlamış.

Ben liseye giderken ağır bir ameliyat geçirdi. Kahveye çıkamaz oldu. O zamandan beri giriş kattaki evinin balkonundan gelene geçene nutuk atar:

“Ben de gördüm efendim. İyi idare edilmeyen bir semtin kendilerini meşgul edecek mekânlardan -misalen sipor sahalarından- mahrum evlatları, elbet boş evlerde buluşup namüsait işlere kafa yorarlar. Evvela yapılması gereken…”

O nutka başlayınca, hemen yan dairenin balkonunda, bulmaca çözmekte olan Albay, gözlüğünü usulca çıkarıp çatık kaşlarla bir süre onu izledi. Dilinin ucuna gelenleri söyleyip söylememekte kararsız, bekledi. Baktı ki iş uzuyor, kalkıp içeri girdi.

Albay, çoğu zaman kızardı Muhtar’ın konuşmalarına ama bu sefer kızmamıştı. Hatta içten içe sevindi bile denebilir. Çünkü tam karşılarına düşen boş evdeki ışığı o da görmüş, yok yere tedirgin olmasın diye kızı Selma’ya söylememişti. Albay, gördüğü ışığın bir sağlık sorununa işaret ettiğinden endişelenmiş, gözlüğünü gün ışığında başka görüntülere karşı denemiş, halen işe yaradığını fark edince bu kez onu yanıltanın aklı olmasından korkmuştu. Fikirlerini çoğu zaman abartılı bulduğu Muhtar’ın da aynı ışığı gördüğünü söylemesi, içini ferahlatmıştı.

Kapıyı kapayıp televizyonun karşısındaki koltuğuna oturdu. Düşündü: Kimdi bu ışığı yakan?

Muhakkak bir örgüt hücresi bu… Çok gördük biz bunları. E, tabii yasadışı neşriyat işleri için en münasip yer: Boş, derli toplu bir ev. Yazarlar, çizerler, şüpheli bir durum olursa her şeyi bırakıp savuşurlar. Olmazsa ne âlâ… Gerçi epeydir böyle el ilanları, bildiriler filan görülmüyor ama yine de belli olmaz.

“Gözleerin biiir içim su…”

Selma’nın sesi mutfaktan geliyordu. Neşeliydi bu günlerde. Aman Allah bozmasın, dedi Albay. Karısı öldüğünde yaşadıkları bunalımlı günler geldi aklına. Çok üzülüyordu kızına. Ona pek belli etmese de, uzun meslek yaşamının yüzüne kondurduğu koyu gölge hiç silinmese de çok üzülüyordu. Ne çocukluğunu ne genç kızlığını bildi zavallı, diye düşündü.

Birkaç gündür içi kıpır kıpırdı Selma’nın. Çünkü o da görmüştü ışığı. O yüzden daha bir hamaratlaşmış, penceresi boş eve bakan mutfaktan çıkmaz olmuştu. Gidip gelip buzdolabını yokluyordu. Yaptığı yemekler sanki hiç bitmiyor, hatta günden güne çoğalıyor gibiydi. O da kendine başka işler icat etti. Her eğilip doğruldukça pencereye bir bakış atmayı aksatmadan, bütün dolapları döktü, yeniden yerleştirdi. Raflara serdiği küçük örtüleri beğenmedi, sandığından başkalarıyla değiştirdi. Tezgâhı ovdu. Bulaşıkları makineye atmadı. Bir gözü dışarıda, hep elinde yıkadı. Masayı her seferinde yeni bir bezle silip, yıkadığını balkona asmayı ihmal etmedi. Asla ev kıyafetiyle çıkmadı balkona. Hep gezmelikleriyle bekledi. Boyanmaya vakti yoksa bile en azından dudaklarını dişledi, yanaklarına iki şaplak attı.

Geldi. Muhakkak o. Sonunda dayanamadı da döndü. Annesinin cenazesine yetişemedi. Haliyle çekinir konu komşudan. Bunca insanın ayıplayan bakışlarını çekmek büyük dert elbet. Böyle gizli saklı gelişi ondan, biliyorum. Ben de alınmadım değil vaktiyle. Erkek dediğin vefalı olmalı. Ama mutlaka vardır bir açıklaması. Belki okyanusun ortasında ulaşmıştır haber. -Gemilerin telefonu oralarda çeker mi acaba? -Belki azgın bir fırtınanın ortasında... Belki de… Yo, hayır. Her limanda bir sevgilisi olamaz. O işler eskidenmiş, ta korsanların zamanında.

Geldi ya, mühim olan da bu. Hiç unutmadım. Çivi gibi çakılı aklımda: Bembeyaz denizci kıyafetiyle gelişi, tam kapıdan girerken şapkasını sağ eline alışı, sol eliyle saçlarını düzeltip bu tarafa bakışı. Kafasız Selma’nın ev haliyle, saçına iki tarak bile vurmadan…

Selma’nın sık sık balkona çıktığını bilen yalnız ben değildim. Nihat Ağabey de her seferinde boynunu uzattı dükkânın camından. Selma görmedi tabii. Onun gözü hep karşıdaydı. Ama ben iyice biliyorum böyle olduğunu.

Kırtasiyecidir Nihat Ağabey. Dükkânı sokağın alt ucunda, kasabın bitişiğindedir. Annesinin eteğinden çekiştiren bir çocuk renk renk boyaların önünde gönül gezdirmiyorsa, Taksin’le çınarın gölgesinde laflamıyorsa yahut akşamüstü, iskemlesinde uyuklamıyorsa camın kenarına çektiği masadan boynunu uzatmış Selma’ya bakar görürüm onu.

Mahalleye geleli on yılı geçti. Yine de kimse hakkında pek bir şey bilmez. Suskunluktan mı? Utangaç biri olduğundan mı? Değil. Geçmişiyle arasına özenle çektiği aşılmaz çizgiden elbet. Sanki bu mahalleye yerleştiği gün doğmuş. O kırtasiyeyi devraldığında konuşmaya başlamış. Öncesi yok.

Neşeli adamdır. Çocukları pek sever. Yalnızca caddedeki ilkokulun değil, ta aşağıdaki lisenin öğrencileri de en küçük ihtiyaçları için buraya koşarlar. Kimini yalandan azarlar, kimini öğütler ama hepsini mutlaka gülümseyerek uğurlar. Taksici Tahsin’in tekerleme gibi ismini birleyip Taksin’e çeviren de odur.

“Nereye bakıp durur ki böyle ikinin biri? Nasıl da titiz, temiz canımın içi. Herkes bir ışıktır tutturmuş gidiyor. O da bir şeyler gördü de korkuyor mu yoksa? Korkma! Ben varım.

Ah be! Şeytan diyor ki bazen: Git dayan kapısına, daha ne olduğunu anlayamadan böyleyken böyle, de. Ben, de, bu hayatı daha fazla sensiz yaşamak istemiyorum Selma, de. Çok mu sıradan olur? Bunu nasıl anladığımı bilmiyorum ama eminim ki sen de yalnızsın, de. Off! Oldu olacak, biz birbirimiz için yaratılmışız, de. Kapıyı yüzüne kapasın. Sen daha dönüp gidemeden babası beylik tabancasını çekip kaba etinde iki delik açsın.

Hepsi bir yana, öbür mesele nasıl olacak?

Diyelim ki hiçbir engel çıkmadı. Kız beni zaten seviyor(muş). Babası, böyle efendi damadı nereden bulacağım, havalarında. Yüzükler takılmış, perdeler dikilmiş, eşya dizilmiş, nikâh günü gelmiş çatmış…

Hiç söylemeyecek misin aynı yatağa uzanacağın kadına? Günün birinde patlak vermeyecek mi olmadık bir yerden? Bir yalan üzerine mi kuracaksın yuvanı?”

Taksin, ortalığı karıştırmasa bu ışık meselesi birkaç gün daha konuşulup bitecekti. İş birdenbire büyüdü, karakolluk oldu. Boş evdeki titrek ışığı yukarı mahallenin serserilerinin toplanıp esrar içmelerine yoran ilk kimdi, bilmiyorum. Kahvede konuşulmuş böyle bir laf. Ama dedikoduyu yayan Taksin oldu. Bu civarda ondan başka sarı taksi olmadığından istasyondan çevre yola kadar her yerden müşterisi vardır. Her binenle iki satır konuştuysa…

Caddede trafiğin Arap saçına döndüğü bir akşam vakti, üst mahallede oturan dolmuşçu Yakup’la yol verme yüzünden atışmışlar. Sen geçersin, ben geçerim derken kavga büyümüş. Yakup’un dolmuşçu arkadaşları toplanıp dövmüşler Taksin’i. Giderken de bizim mahallede o dediğin işleri yapacak kimse yok, demiş Yakup.

Taksin’i hastaneden Nihat Ağabey getirdi. Günlerce yattı evde. Şikâyetçi olmuş. Öbür taraf durur mu? Asıl biz şikâyetçiyiz, iftira attı bize diye. Hulusi Kentmen’in bütün filmlerini izlemiş olan komiser, bu işten bir şey çıkmaz, aylarca mahkemelere gider gelirsiniz, işinizden gücünüzden olursunuz, deyip barıştırmış bunları. Yakup, komiserin de aralarında bulunduğu bir kalabalığa özür mahiyetinde bir yemek ısmarlamaya razı olmuş. Masaya yemeklerden önce bir sürahi soğuk su getirilip tam da alnındaki şişlikler henüz geçmemiş olan Taksin’in önüne konunca başta Yakup olmak üzere herkesin yüzüne hınzır bir gülücük yerleşmiş ama komiserin varlığı yeni bir olay çıkmasına engel olmuş.

Kavga yüzünden, resmi makamların da işittiği titrek ışığın ne olduğunu anlamak için bir ekip arabası birkaç gece boş evin önünde bekledi. Akşamları ısırıyor artık rüzgâr. Bir kez Albay, bir kez de Muhtar çay ikram etti üşüyen polislere. Bir hafta sonra da görülmez oldular.

Şimdilik mahallede huzur yeniden tesis edilmiş görünüyor.

Selma, balkona çıkmaları seyrekleştirdi. Albay, perdenin arkasından bakıyor arada bir. Muhtar, ortalarda görünmüyor. Hastaymış. Bu kışı çıkarır mı bilmem. Nihat Ağabey, masasını camın kenarından dükkânın dibine çekti. Soranlara, soğuk oluyor orası, diyor. Taksin, kahvenin önünden içine girdi. Orada bekliyor müşterilerini.

Işığı ben de gördüm. Hem de pencerenin dışından değil! Her birimizin içinde boş evi dolduracak kadar karanlık köşe vardı. Bir kısmı aydınlansın diye titrek bir ışık yaktım.


İbrahim Savar

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page