top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İclal Tosun- Yarım Kalmış Yaşamın Portresi

Beyefendi?

“…”

Beyefendi, beni duyuyor musunuz?

“…”

Efendim, on dakika içinde kapanıyoruz

Garson bir on saniye kadar adamın tepki vermesini bekledi. Adam yüzü duvara dönük bir şekilde duruyordu.

Garson, adama doğru birkaç adım atıp hafifçe kolunu dürttü.

Efendim, mekânı kapatıyoruz. Hesabı ödemeniz gerekiyor. 

Adam tepkisiz bir şekilde dikilmeye devam ediyor, saatler önce sipariş ettiği kahve ise buz gibi olmuş, masada duruyordu. Garson bu sefer adamın omzunu daha güçlü bir şekilde sarstı. Tam aklından geçen saçma sapan düşüncelerle korkmaya başlamıştı ki adam ani bir ürpertiyle titredi ve şaşkın gözlerle garsona baktı. Garson son on dakikadır farklı kombinasyonlarla söylediği kelimeleri tekrar etti. Adam bir süre garsonun suratına boş boş baktı. Bu sırada garson, adamın dil bilmeyen bir müşteri olabileceğini düşünüp bıkkın bir nefes aldı. Sağ kolundaki saati -çünkü solaktı- adamın gözünün önüne doğru kaldırıp diğer elinin işaret parmağıyla camına iki kere tıklattı. Sonra da aynı parmağıyla dışarıdaki tenha ve karanlık sokağı işaret etti. Adam belli belirsiz başını sallayıp ağır hareketlerle cüzdanını çıkardı, eline rastgele aldığı banknotları saymadan masaya bırakıp dalgın bir şekilde çıkışa doğru yöneldi. Tam kapıdan çıkacakken hafifçe döndü. Saatlerdir gözünü ayıramadığı duvara son bir bakış attı. Bir eli “Çekiniz” yazan kapının üzerinde durmaya devam ediyordu. Ardından sanki birisi kolundan zorla dışarıya doğru çekiyormuşçasına mekândan ayrıldı. Bu sırada garsonun adam yüzünden bozulan siniri masada gördüğü iki yüzlükle yerine gelmişti. Bahşişi cebine attı. Kalan işleri halledip ışıkları söndürdü, mekânı o kapatacaktı. Güvenlik alarmını kontrol etti, kepenkleri kapattı. Ayağa kalkıp gerindi. Suratındaki küçük sırıtışla iki sokak öteki bara doğru yöneldi. Bugün eve geç gidebilirdi.

*

Sabahın yedisinde çalan alarmını iki kez erteledikten sonra nihayet uyanabilen garson genç geceden kalma haliyle oldukça keyifsizdi. Aldığı ağrı kesiciyi susuz bir şekilde yuttu ve hızlıca hazırlanıp evden çıktı. Yolda yürürken elleriyle kıvırcık saçlarını şekillendiriyordu.  Ayakları ezberlediği rotayı takip ederken, o da zihninde melodisi çalan şarkının sözlerini hatırlamaya çalışıyor, hatırladıklarını mırıldanıp, unuttuğu yerlerde şarkıya yeni sözler uyduruyordu.

Çalıştığı kafe şehrin merkezine yakın, ana caddenin iki sokak üstündeydi. Renkli apartmanların sıra sıra uzandığı, giriş katlarının mağaza, kafe ve butik iş yerlerine dönüştürüldüğü bir yerdeydi. Muhit, merkeze kıyasla biraz daha sakin sayılabilirdi. Kafe ise caddenin sonundaki beş katlı yeşil apartmanın giriş katında, yeni modaya uyum sağlayan butik bir yerdi. Son yıllarda bu mekanlar çok iş yapmaya başlamıştı. Küçük vintage kafeler ve bir kahveyle beş saat oturan müşteriler… Raflarda aksesuar olarak duran kitaplar, antika bozması eşyalar, eskitme görünümü verilmiş mobilyalar, duvarda asılı duran çeşitli tablolar, arka planda çalan kısık sesli etnik müzik… Tüm hepsi bir balondan ibaretti. Müşteriler sosyal medyasına mekânın konumunu eklensin diye hazırlanmış tuzaklı bir dekorasyon... Kendini özel ve entel olduğuna ikna etmiş müşteriler…  Çalıştığı kafe tam da öyle bir kafeydi. Farklı olmaya çalışanların aynılaştığı ve bayağılaştığı bir yer. Her şeyi eleştirmeyi görev edinmiş zihnine rağmen suni bulduğu bu ortamın içinde garip bir huzur duyduğunu inkâr edemezdi. Burada çalışmaktan mutluydu. Daha kötüsü de olabilirdi. Maaşı şu an karnını doyuruyordu ve çalıştığı ortam nezih sayılırdı. Arada servis yaparken flörtleştiği kızlar, günün sıkıcı rutinini bozan ilginç müşteriler ve mekânı kaplayan taze kahve kokusu da işine olan motivasyonunu artıran şeyler arasında sayılabilirdi.

Kafenin önüne geldiğinde dilindeki şarkıyı yarım yamalak söylemeye devam ediyordu. Anahtarı çantasından alacakken duraksadı. Kaldırımda oturarak bekleyen adama kaydı gözleri. Adam öylece duruyordu. Dirseklerini bacaklarına dayamış, avuçlarıyla yüzünü kapatmıştı. Garson genç omuz silkip kepenklere yöneldi, herkesin ayrı bir derdi vardı. Sabahın sekizinde sokak kepengin gıcırtısıyla çınladı. İçeri girdi. Kapıda asılı olan tabelaya göre kafe hâlâ kapalıydı. Biraz geç kaldığı için aceleyle personele ait olan odaya yöneldi, elini yüzünü yıkayıp önlüğünü giydi. Oradan çıktığında kafenin içinde biraz önce kaldırımda bekleyen adamı gördü. Tekrar görünce hatırladı. Bu herhangi bir adam değildi. Dün saatlerce duvara bakakalan sonra da bir kahve için iki yüzlük bırakan herifti. Yine aynı duvara dönmüştü yüzünü. Omuzları genişti, uzun boyu ve kalıplı vücuduyla kendini belli eden bir adamdı. Garson, adama nasıl sesleneceğini bilemedi. Bir önceki gün adam tek kelime etmemişti. Türkçe bilip bilmediğinden emin değildi.

Beyefendi, kafe henüz açılmadı,” dedi. Bir cevap alamayınca bu sefer de yüksek sesle, “Closed, closed!” diyerek durumu anlatmaya çalıştı.

Adam yüzünü dönmeden elini cüzdanına attı ve bu kez üç tane yüzlük çıkararak yanındaki masaya koydu.

Sadece oturacağım, lütfen,” dedi.

Parayı gören garson genç umursamazca omuz silkerek parayı aldı ve işine yöneldi. Adam orada duvarı izlemeye devam ederken, o da etrafı süpürdü, toz aldı, masaları düzenledi ve kahve demledi. Sonra da kafeyi açtı.

O gün adam kapanış saatine kadar kafede kaldı. Bu süre içinde iki kere tuvalete gitti, iki kahve içti ve bir sandviç sipariş etti. Ve duvara bakmaya devam etti. Garson genç mesai boyunca adama kaçamak bakışlar attı. Adam kafenin kapanmasıyla birlikte zoraki bir şekilde kafeden çıktı. Yine.

Sonrasında ise bu garip durum bir rutine döndü. Salı, çarşamba ve pazar günleri adam dükkânın açılışıyla gelir, masaya birkaç yüzlük banknot bırakır ve kapanışa kadar iki kahve ve bir sandviç ile kafede kalmaya devam ederdi. Garson-genç de patron da adama alışmıştı. Bıraktığı ücret garipliğini kamufle ediyordu. Ancak bahşişlerin merak duygusunu bastırdığı pek söylenemezdi. Bu olay kendini tekrarladıkça garson gencin adama olan merak duygusu gittikçe artmaya başladı. Öncelikle o duvarda nereye baktığını anlamaya çalıştı. Duvarda ortama sanatsal ve nostaljik bir ambiyans katması için asılmış bir dolu çerçeve vardı. Patronundan öğrendiğine göre çerçevedeki resimlerin bir kısmını İkea’dan bir kısmını da sahaflardan toplamışlardı. Adamın sürekli baktığı çerçevede ise yarısı taslak halinde bırakılan bir insan resmi duruyordu. Patronunun dediğine göre o, sahaflardan topladıklarından bir tanesiydi.

Bir akşam, garson genç, adamı yine “kapatıyoruz” diyerek kafeden çıkardıktan sonra, tıpkı garip müşterisi gibi duvarın karşısına geçip o resmi inceledi. Sararmış tuvalin üzerinde bir adamın portresi vardı. Resmin büyük bir kısmı tamamlanmış ve renklendirilmiş fakat yüzün sol yanı fırça darbelerinden yoksun kalmıştı. Sol burun deliği, göz ve dudağın bitimindeki kıvrım, kurşun kaleminin izleriyle dolu bir taslak halindeydi. Resimdeki bu yarım kalmışlığın bıraktığı hoş bir hava vardı. Onu farklı kılıyordu. Ama günlerce sabahtan akşama kadar izlenecek gibi bir şey de değildi şimdi. Adam şu dertsiz tasasız zenginlerden olmalıydı. Hafifçe kıvırdığı sol dudağından bir “hıh” sesi çıkararak dünyanın saçmalığını selamladı. Bazı insanlar bu hayata şanslı geliyordu, tek derdi eksantrik bir kafenin duvarında asılı duran tabloyu izlemek oluyordu bazılarının. O gün kafeyi kapatırken garson genç sinirliydi. Yoldaki taşları tekmeleye tekmeleye yine iki sokak öteki bara gitti.

İlerleyen günlerde garson-genç, adamı ve onun tabloyu izleyişini izlemeye devam etti. Başta yüklü bahşişle işine gelen bu durum artık garip bir şekilde siniri bozuyordu. Neye sinirinin bozulduğunu da tam anlayamıyordu. Adamın dertsizliğine mi, cebinden bitmeyecekmiş gibi çıkardığı banknotlara mı, sürekli saçma bir şekilde tekrar eden bu ritüele mi… Yok bunların hiçbiri değil. Ya da aslında hepsi ama bir de şey… Herif sanki o resme bakarken ve her şeyi yok sayarken tüm insanları aşağılıyordu. Kimsenin fark etmediği -edemediği- bir şaheseri inceliyormuş gibi davranıyordu günlerdir ve herkese adeta “siz sanki ne anlarsınız?” diyordu. Bu nasıl bir kibirdi! Aslında komikti. Adam tam bir salaktı. Bir müzede değildi. Kafenin birinde günlerdir duvara bakmaktan başka bir iş yapmıyordu. Mesela bu tavrını Mona Lisa için sürdürse bir anlam verebilirdi. Sonuçta Mona Lisa, herkesin bildiği Mona Lisa’ydı. Bir tabloya günlerce göz dikmek ne kadar saçma gelse de -kendisinin bir resme beş dakikadan fazla baktığı olmamıştı- Mona Lisa bu entel tipli insanların ilgisini yıllardır cezbediyordu. Bu bağlamda bir mantığa oturtabilirdi. Ama şimdi… Adamın tavrı tam bir deli saçmasıydı. Dalga geçip eğlenmesi gerekiyordu belki. Adamdan beleşe kazandığı paranın keyfini sürmesi… Ama işte öyle olmuyordu. O aşağılanma hissinden kurtulamıyordu. Adamın tüm insanları dışlayan tavrını yok sayamıyordu.

Bir gün garson-genç kafeyi kapattıktan ve adamı gönderdikten sonra adamın bıraktığı yerde durup dakikalarca tabloyu incelemeye başladı. Başta tavrı aşağılayıcıydı. “Bu mu yani,” dedi. “Yarım kalmış bir resim işte…” Sonra sinirlendi. “Bazı insanlar bir taraflarından anlam çıkarmaya çok hevesli.” Tahammülsüzleşti. “Bunlar hep dertsizlikten, bakıyorlar hiçbir derdim yok, sonra varoluş diye diye kafayı bozuyorlar, dandik enteller!”

Sonrasında ise başka bir rutin başladı. O günden sonra her geçen gün garson gencin kafeden çıkış saati dakika dakika uzamaya başladı. Gencin Google’dan yaptığı resimli aramaya göre tablonun orijinali, adı pek bilinmeyen bir ressamın ölmeden evvel başladığı ama tamamlayamadığı birçok portreden biriymiş. Vikipedia’ya girilen iki satır bilgi haricinde kayda değer bir bilgi de bulamamıştı. Buna fazla şaşırdığı da söylenemezdi. Sanki ne olacaktı? Hıhladı. Dünyanın en gizemli tablosu yerleşmek için onların kafesinin duvarını mı bulacaktı?

Ama yine de tabloyu izlemeye devam etti. Garip müşterinin bıraktığı yere geçip uzun uzun tabloyu inceledi. Şu salak herifin gördüğü şeyi görmek istiyordu. Bu dürtüyü bir türlü engelleyemiyordu. Öfkeye karışmış hırsına engel olamıyordu. Bakmaya devam etti. Kurşun kalemin portrenin sol gözünde bıraktığı çizgiler ve tamamlanmış sağ gözün tüm gerçekliğiyle ona bakışı… Uzun uzun baktı. Sakinleştiğini hissetti. Adamı unuttu. Anlamaya çalıştı. Hangi duyguyla bakıyordu bu gözler? İkisi de farklıydı birbirinden ama yine de tüm o yarım kalmışlığıyla yağlı boya ve kurşun kalem lekelerinin uyumsuzluğuyla garip bir tamamlanmışlık havası veriyordu portre. Zaten kendisi resme ilk baktığında bunun yarım kalmış bir portre olduğunu düşünmemişti, taslak kısımların bilerek öyle bırakıldığını bunun da modaya uygun aykırı bir teknik olduğunu varsaymıştı. Ama inkâr etmeyecekti, ressamın ölümü ve bu yarım kalmışlık onu etkilemişti. Çünkü bu yarım kalmışlık planlı değildi, estetik bir tarzın veya modanın ürünü değildi, artık bıktığı farklı olma çabası da değildi. Bu yarım kalmışlık yaşamın ürünüydü. Ressamın fırçası değil, kaderin kalemi bitirmişti resmi. Hayat ona “bitti” demişti. Ve bitmişti.

Garson gencin kalbi hızlandı. Sanırım bu şekilde bakınca… Resmi sevmeye başlamıştı.

Ertesi gün yağmurlu bir çarşamba sabahıydı. Garip müşteri de kaldırımda yağmurdan nasibini almış bir şekilde bekliyordu. Kafeyi hızlıca açtı, adam peşinden geldi ve her zamanki yerine geçti. Garson genç rutin işlerini hallederken adama yandan bir bakış attı. Sonra duraksadı. Acaba bu adam da onun bildiklerini biliyor muydu? O da mı resimdeki bu yarım kalmışlıktan etkilenmişti? Yoksa başka bir şey mi vardı? Sormak istedi, sonra vazgeçti. Dün yaşadığı anı kendisine saklamak istedi. Ona özel olsun istedi.

Akşama kadar bekledi. Garip müşteri de kafeden çıkınca tüm gün tuttuğu nefesi rahatça verdi. Onun vakti gelmişti. Yerine geçti. Tabloyu izledi. Portrenin gözlerine baktıkça kalbinin ağrıdığını fark etti. Sağ eliyle göğsünü sıvazladı. O gün kafeden çıktığında saat gece yarısını geçmişti. Günler bu şekilde devam ederken, garson genç bir şeyi fark etti. Adamın resme bu denli uzun bakmasına tahammül edemiyordu. Resimde onun gördüğü şeyi görmesini istemiyordu. Ona özel, onun kalsın istiyordu…

O hafta pazar günü kafe kalabalıktı. Kafede patron da vardı. Tablonun müdavimi olan müşteri her zamanki yerinde yüzü duvara dönük bir şekilde oturuyordu. Neden sonra adam kalktı. Yavaş adımlarla kasanın olduğu yere yöneldi. Garson genç şaşkınlıkla gözlerini açtı. Adam ona doğru yaklaşmaya devam etti.

“Pardon,” dedi, “acaba patronunuzla görüşebilir miyim?”

Garson belli belirsiz bir baş hareketiyle, tek kelime etmeden adamı onayladı ve içeri yöneldi. Patronla birlikte geri döndü. Adam patrona hafif bir tebessüm eşliğinde, “İyi günler,” dedi. “Ben şu duvardaki tabloyu soracaktım size, acaba o tabloyu bana satabilir misiniz?”

Soruyu duyan garson gencin kalbi sıkıştı. O da ne demekti? Tablo şimdi gidecek miydi? Bağlamdan kopmuştu ama adamın tablo için önerdiği çok sıfırlı fiyat kulağına gelince patronunun gözlerindeki banknot yeşilini görür gibi olmuştu. Tablo kesin gidecekti. Patronu niye bu dekorasyondan ibaret resmi tutmak istesindi ki, hem de böyle bir fiyat teklif edilmişken… İçi içini yiyordu. Peki ya o ne yapacaktı? Adam ve patronu el sıkıştı. Anlaşmışlardı. Adam tabloyu yarın teslim alacaktı. Garson gencin eli ayağı birbirine dolandı. Ne yapacaktı? Bir şey yapmalıydı. Tablo gidemezdi. O yarım kalan, her gece biraz daha kendisine benzettiği portre başkasının olamazdı. Olmamalıydı. Kalbi gerginlikten hızla atıyordu. Sırtı soğuk soğuk terlemişti. Tüm gün dalgın bir şekilde çalıştı. İki kere müşterilerin siparişini karıştırdı. Bir bardak kırdı. Patrondan yüklü bir azar ve tehdit yedi. İşine devam etti. O gün kafeyi kapatırken tablosunu satın alan adamın sırtına nefretle baktı. Aksi bir sesle, “Kapatıyoruz,” dedi. Adam ilk defa tek seferde kalktı, bıraktığı bahşişle birlikte gülümseyerek, “İyi akşamlar,” dedi ve gitti.

Gülerdi tabi. Hayatta ne isterse elde edebilecek fırsata sahipti züppe herif. Madem tabloyu satın alacaktı bunu niye baştan yapmamıştı? Saçma sapan ritüellere ne gerek vardı? Sinirleri iyice bozulmuştu. Hayır. Tablo o adamın olmayacaktı. Resmin önüne geçti. Uzun uzun baktı. Tablonun gözleri kendi gözleri oldu. Baktıkça hüzünlendi. Gözleri doldu. Tabloyu nazikçe duvardan indirdi. Eliyle çerçevesini şöyle bir sıvazladı, okşar gibi. Sonrasındaysa çerçeveyi hızla havaya kaldırıp bir anda tüm kuvvetiyle yere çarptı. Çerçeve ve cam paramparça olmuştu. Kırık camların arasından aldığı tuvali bir kez daha sertçe yere vurdu. Vurdu, kırdı, yırttı, parçaladı. Elleri kan içinde kalmıştı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi soğukkanlılıkla etrafı temizledi. Kafeyi kilitleyip çıktı.

Ertesi gün işe gitmedi. Bir sonraki gün ise kovulduğunu öğrendi. Umursamadı. Yatağında uzanırken kurşun kalem çizgilerinden oluşan sol ve yemyeşil sağ göz tüm gerçekliğiyle ona bakıyordu.

Gülümsedi. Gözlerini hâlâ açmamıştı.

İclal Tosun

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page