top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İlknur Ergun- Beni Azat Et

Bir tarla takla sevdasıdır tutturmuş, yaşar burada kasabalı. Herkes rençperdir burada. Ben sevmem tarla bahçe işlerini. Parasız da kalmam. İki günde bir dağlara çıkar on beş yirmi saka kuşu tutarım. Tahta kafeslere koyar, eve dönerim. Benim suratsız kadın her seferinde ters ters bakar dolu kafesleri elimde görünce. Sanki ilk kez görür elimdeki kafesi. Yeni yetmelikten bu yana, parayla kuş azat ederim. Başlar söylenmeye… İş çokmuş da ben kuş peşindeymişim. Tütün de para etmiyormuş artık, zerzevata dönecekmişim. Elleri dayanamıyormuş tütünün acısına. Yer etmiş elinde tütünün zehri. Babasının evinde ne görmüş sanki elleri? Katırcı’nın kızı Zehra…

Havalar ısınmaya başladı mı her yer turistle dolar burada. Beyaz, karı kılıklı adamlar, yarı çıplak güzel kokulu kadınlar… Bizim cehennemi yaşadığımız yere, onlar tatile gelir. Güneşin altında bütün gün camış gibi yatarlar, sere serpe denize girerler. Gavur deyip geçme. Göğsü merhametlidir çoğunun. Yirmi, yirmi beş kuş biter bir iki saatte. Kimi kuşlara acıyıp özgürlüklerini satın alır, kimi işin makarasında. Bana alkolik derler, elin gavuru sabahtan dayar birayı. Onlar içince medeniyet, ben içince ayyaş Süleyman.

Akşama doğru serinlikle inerim çarşıya. Kalenin köşesine oturur beklerim. Tam köşe başı… Diğer köşede Hacı İbrahim’in oğlu Halil’in çay ocağından bozma birahanesi. Karşı tarafta Damalı Hüsnü’nün balıkçı lokantası…

Üç dört yaş var aramızda Damalı’yla. Kara kuru bir şeydi Damalı Hüsnü. Ailesi bizim mahallenin en fakirlerindendi. Gerçi zengin de yoktu ya. Bir gün mahalleye yetmişlik bir kadınla el ele geldi. Damalı, daha o zamanlar askere gitmemiş, on yedisinde var yok. Kadın gavur... İngiliz diyen var, Alman diyen var. Kadının altında kısacık bir şort, ayağında terlik. Takmış takıştırmış hatun. Ne işi var dediydik çakı gibi delikanlının bununla. Meğer memleketinde çok zenginmiş kadın. Evlenip gitti Damalı kadınla. Birkaç yıl sonra mavi bir impalayla göründü kasabanın sokaklarında. Kız gibi baktığı Anadol’uyla kasım kasım dolanan Zehir Ramazan’ın forsu yerle bir oldu. Ramazan, kahvede otururken impalanın yaklaşan sesini ne zaman duysa, elindeki Tan gazetesini yüzüne iyice yaklaştırır, saklanmak için gazeteden umduğu medetle dalgamızı geçerdik. Ramazan kurnaz… Bir gün kahvede ayağa kalkıp “Ulan binecek merkebiniz yok, utanmadan benimle dalga geçersiniz,” deyince bıraktık makarayı.

Damalı, ne oldu, nasıl oldu da parayı buldu belli değil. Bir bavul parayla memlekete dönmüş diyen var, kadın ölmüş mirasına konmuş diyen… O lokantayı açtı döndüğü yılın yazına. Afili bir yer, hemen deniz kenarında, açık hava... Akşamüstü oldu mu başlıyor masalar dolmaya. Su gibi bira satıyor şerefsiz. O sünnetsiz adamlara benzemiş gittikçe. Kırmızı kısa şortlar giyiyor. Gavur kadınların bir gün biriyle, bir gün diğeriyle geziyor. Dil de öğrenmiş, hayatını yaşıyor.

En güzeli, Damalı’nın mekânı doldu mu, kafesi alıp karşı köşede beklemek. Kıyak yer... Sinema gibi seyret olanı biteni. Sabahtan içmeye başlamış karılar kızlar, hepsinin kafalar bir dünya... Masaya çıkıp dans edenler, terden yapışmış baldırlarını etekleriyle yelleyenler… Baktı ki ortam müsait, hemen ses eder Damalı. Belli… İş çıkacak bana. Damalı’nın da canı makara istiyor tabii. Yapsın bakalım makarasını. Ben güzel kokulu kadınların masasına oturup keyfimi süreyim de. Ortam güzel ama baki değil. Yalancı bahar… Gecenin sonunda kalk, bizim karının pis kokulu koynuna...

Düzen belli. Elimde kafes ağır ağır girerim mekâna. Damalı piç… “Abim hoş geldin,” diye bağırır, tutar kolumdan götürür bir masaya. Kadını erkeği bağıra çağıra bir şeyler söylerler bakıp bana. Anlamam gavurun dilinden. Gülerler ama Damalı’nın güldüğü gibi değil. Hoşlarına giderim gavur milletinin. Tabii jilet gibiyim. Kahverengi gabardin, bol paça pantolon... Üzerinde Terzi İsmail’in Amerikan bezinden diktiği geniş yaka beyaz gömlek. Yumurta topuk kösele ayakkabı… Saçlarım öyle kısacık değil eskisi gibi. Favorilerim uzun. Lavanta kolonyası sürmüşüm evden çıkmadan. Alışık değil kadınlar adam gibi adama. Yanlarındakiler hep kılsız tüysüz beyaz adamlar…

Tahta kafesi alır koyarım masaya. “Tahta kafes” dediysem derme çatma bir şey değil. Ihlamur ağacından yapılmış, dededen kalma. Telleri yeni silmişim küllü suyla, parlak... İçindeki saka kuşları merakla çevirirler başlarını sağa sola. Elimi daldırır bir tanesini yakalarım sakanın. Hoşuma gider kuşun korkuyla atan kalbi. Tek çaresiz ben değilmişim demek bu dünyada.

Avucumda kuş, elimi bir havaya bir yere doğru hareket ettirdikçe coşar masa. Alkışlar, kahkahalar… Az önce kendi halinde takılanlar bile yaygaraya katılırlar. Sanırsın Cüneyt Arkın açık havadan kopmuş gelmiş. Anlamaz dilimi elin gavuru ama tutamaz kendimi bağırırım elimi her havaya kaldırdığımda. “Salayım mı lan kuşu?” “Salayım mı, uçsun mu?” Kantarın topuzu kaçmışsa masada, değmeyin gönlüme. O mis kokulu kadınlar “Sülüman Sülüman” diye diye kıkırdarlar bana. Elimde kuşun kaderi, güzel kokan kadınların yüzüme attıkları kahkahalar, yaklaşan nefesleri… Kralım o anlarda. “Sal” dese kadınlardan biri “Allahına kurban” deyip bırakacağım. Ama masadaki lavukları yemeden kalkar mıyım? “Maniy maniy” diyerek boştaki elimle para işareti yaparım. Para uzatır adamlar. Her para alışımda kadınlardan biri alır elimdeki sakayı. Elleri titrer çoğunun, bizimkiler gibi ne inek sağmışlar ne koyun gütmüşler; küçücük kuştan ürkerler. Kuşu iki elleriyle sarıp bir şeyler mırıldanırlar kendi kendilerine. Kimisi, sabahtan beri içtiği birayı unutur, istavroz çıkartır. Nihayet göğe doğru açıverirler avuçlarını, özgürlük meraklısı saka göğe doğru havalanır. Tadını bir kere alan bırakamaz. Kafeste kuş bitene kadar devam ederler sakaların özgürlüklerini benden satın almaya. Kafes boşalsa da bırakmazlar beni bir süre daha. Misafir ederler, onlarla birlikte tıka basa yer içerim masada.

Hava kararmış olur kalktığımda. Yıkılmadıysam kahveye uğrar yanığa otururum Çam Osman’ın yerinde. Kafes boşsa kapıda karşılar beni Osman. Belli ki o gün özgürlük satın alan çok olmuş, benim cepler dolmuş. Dün yakaladığım kuşları bugün salmışım, üstüne para almışım, bir de hesabını mı yapacağım kazandığımın? Beş parasız kalana kadar kumar masasında kalırım. Para bitince hürmet de biter, evin yolu gözükür bana. Pis kokulu ev, pis kokulu kadın, pis kokulu yatak… Kendimi eve zor atarım. Sabahın köründe başımda dikilir benim eksik etek. Tütünler serilmiş de toplanacakmış. Uğursuz kadın. Koca değil köle almış sanki beni. Çıkar gider şafak vakti tarlaya mahallenin diğer pis kokan kadınlarıyla. Rençber Osman’ın kızı Züleyha kalır bir tek. Demirci ya kocası, o çıkmaz tarlaya.

Az daha uyur, sonra çıkarım avluya. Boş kafesler huysuzluk yapar bende. Kuş deyip geçme, yoldaşım onlar benim. Konuşurum ben onlarla. Dağ başında başka türlü konuşurum, kafes başında başka. El kadar sakanın tek derdi özgürlük. Biz insanız ya, akıllıyız, güçlüyüz… Yalan… Kuş kadar aklımız yok bizim. Esiriz lan bu hayatta.

Kayınpeder gördü geçen yolda. Ayıpmış yaptığım. Çoluğa çocuğa karışmışım da akıllanmamışım. Kuş peşinde koşmayı bırakıp tarla tapan işlerinin ucundan tutacakmışım. Dul kızını bana yamadığı yetmemiş, kölesi de yapacak. “He” der yoluma bakarım.

Kuş avından önce kahveye uğrar, bir oralet içerim. Dün kumarda varı yoğu bırakmışım ya masada, bir önceki akşam kapıda karşılayan Osman, bakmaz yüzüme. İşleri de azaldı. Burnundan soluyor. İki yıl önce kahveye televizyon alınca alt mahalleden bile izlemeye gelenler olurdu. Kahve her akşam ağzına kadar dolu, paraya para demiyor Osman. Eee… Bir sen mi akıllısın Osman Ağa? Sonra sahildeki çay bahçesi aldı televizyonu, koydu ortaya. Çoluğu çocuğu her akşam orda. Çakal Ali, Barut Hasan derken… Televizyonsuz kahvehane kalmadı kasabada. Çam Osman anca çatılara çıkıp antenini tamir etsin. “Biz de alalım” dedim geçenlerde. Boyum devrilsinmiş, öyle dedi kadın bana. Damı akarmış evin, un bile kalmamış tel dolapta. Açmış çoluğu çocuğu. Dedesi baksın torunlarına. Evlenip ömrümü heba ettiğim yetmedi, zorla babalık da yapacağım elin adamının çocuklarına.

Damalı kadar olamadım ya. Aynı onun gibi gavurun tekine varıp gidecektim buralardan. Böyle mavi bir impalayla ağır ağır dolanacaktım caddede ben de. Sadece caddede mi? İmamın inadına günde beş vakit dayardım arabayı caminin kapısına. Arabadan yükseldikçe Emel Sayın’ın sesi, tutsun bakayım imam cemaati bir arada.

Feriha’yı gördüm geçen yolda. Ne zaman görsem bir hoş olur içim hala. Ama bu seferki başka… Mavi bir entari giymiş dizinin altında. “Kilo mu almış,” dedim uzaktan bakınca. Meğer gebeymiş. Kafesin tellerini yamultmuşum sıkarken. Feriha… İlk aşkım Feriha… Sonra da başka olmadı ya. İmamın kızı Feriha. Utangaç bir şeydi, karışmazdı mahalledeki çoluğa çocuğa. Yaz oldu mu adet yerini bulsundan camide, Kuran kursunda alırdık soluğu. On muyum on bir miyim vuruldum Feriha’ya. İçimizdeki yangından haberimiz yok, ne zaman birbirimizi görsek bir gülmek tutuyor bizi. Millet camiden kaçıyor ben çıkmak bilmiyorum. Ayyaşın oğluyum tabii… Mahalleliyi şaşırtıyorum. Kuran kursu yaşım geçiyor sonra, haytalık mertebesiyle delikanlılığa geçiyorum. Gülümsemek yetmiyor artık, bir fırsatını bulup Feriha’ya ilan-ı aşk ediyorum.

Evleri cami bahçesinde... İçip içip caminin önünden geçiyorum. Göze batıyor tabii, Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorum. İçmemi garipseyen yok, babamın hali belli. Ama camilere varmam kıllandırıyor mahalleyi. Hacı dedemi hatırlıyorum. Anamın babasını. Cami önündeki kuş azatçılığını… İşte o zaman… On beş yaşında ilk kez dağa çıkıp üç beş saka tutuyorum. Cenaze mi dersin, cuma mı dersin… Cemaat nerde ben orada bitiyorum. Efendi efendi cami önünde kuş azat ediyorum. Feriha’yı göreceğim derken harçlığım da çıkıyor. İşi pek seviyorum.

Sonra mektuplaşmaya başlıyoruz Feriha’yla. Ayda bir, üç dört satır... Olsun, bana ferman gibi geliyor. Feriha da beni seviyor, biliyorum. Bir mektubunda “Benim için de bir sakayı azat et cuma gecesi hayrına,” diyor. Sonraki cuma, cemaat dağılınca boş cami avlusunda Feriha için bir kuş azat ediyorum. Bir cam kenarında gizlice beni izlediğini biliyorum.

Kız Sanat okuluna, biçki nakış kursuna başlıyor Feriha. Genç kız olmuş, serpilmiş. Camiden okula kadar ardından yürüyorum, fedailik yapıyorum. Dar bir sokakta, denk gelirse birkaç kelam edebilirsek ediyoruz. O da rüya gibi… Birkaç dakika ya sürüyor ya sürmüyor. Bunlardan birinde, kendi elleriyle alıyor kafesten kuşu. Unutamıyorum titreyen ellerini. İki eliyle narince kavradığı sakayı fırlatıveriyor gökyüzüne. “Azat buzat beni cennet kapısından gözet.” “Böyle söylesinler azat edenler, sevaptır,” diyor, gülümsüyor. Ah be Feriha… “Sen varken cennete ne hâcet,” diyorum. Kıkırdıyor bu sefer, dönüp arkasına kaçıyor.

Ateş bacayı iyiden iyiye sarınca bohçacı Fatma Ana giriyor araya. Sütanneliğinin hatırına o da… O Feriha’nın anasıyla, anası babasıyla konuşuyor. Ortalığı yıkıyor bizim mülayim İmam. “Anası başka adama kaçmış, babası ayyaşa verilecek kızım yok,” diyor. İnkâr etse de dövüyor Feriha’yı. Üstüne Kız Sanat’tan da alıyor.

Dört kardeşin en küçüğüyüm. Anam bana hamileyken babamdan çok dayak yiyor. Bir tek babamdan mı? İki göz odada kayın, kaynana, kaynata… Hepsinden ayrı ayrı çekiyor. Babam inkâr etse de büyük ablam hatırlıyor. Hepsinden çok çekmiş anam. Yaşıma girmemişim daha, bırakıp kaçıyor. Anamı bir daha da gören duyan olmuyor. Anne tarafıma göre, gitti dağlarda kıydı canına, kurda kuşa yem oldu. Baba tarafıma göre Kalfa Halil’le kaçtı. Doğrusu ya, kalfayı da anamın yokluğundan sonra bir daha gören olmuyor. Velhasıl benim bir anam olmuyor. Olmasa yine iyi… Bize, yıllar geçse de bitmeyen mahcubiyetini bırakıyor.

Binbir güçlükle bir mektup ulaştırıyorum Feriha’ya. “Kaçalım” diyorum tabii. Bana kalsa şüphem yok, mektupta yazdığım zamanda, yazdığım yere garanti gelecek. Olmuyor. Gelmiyor Feriha, bir daha da ne yazıyor, ne konuşuyor. Sonrası askere gidiyorum, dönünce devam ediyorum birkaç yıl daha cami avlusunda fare arayan kedi gibi dolanmaya. İnanıyorum. Az daha büyüsün Feriha, kaçacak bana. Yine olmuyor. Başkasıyla evleniyor Feriha.

Süt Anam aracı oluyor yine. İtiraz edecek hevesim yok hiçbir şeye. Ben de takıyorum parmağıma o mahkûmiyet halkasını. Kocası ölünce iki çocukla kalmış benim kadın. “Sevaptır” diyor Süt Anam. Uyuz oluyorum. Cennet yolu için yaşarken cehenneme giriyorum. Hem “Daha ne istiyorsun?” diyor Fatma Ana. Çöpsüz üzümüm. Başımı sokacak evim bile yokken, derme çatma da olsa evi, tarlası, bahçesi olan yere iç güveysi gidiyorum.

Feriha’yı görüyorum sonra arada. Ne zaman görsem kafesten bir kuş azat ediyorum. Gizlice beni izlediğini biliyorum. Sana tütün dizdirmezdim be Feriha. Zehir kokardı ellerin. Bir dönüm de olsa zerzevat ekerdik bir yere. Bu pis mahallenin kadınları gibi kokmazdın sen Feriha. İçkiyi de bırakırdım lan ben o zaman. Kahvede yanık oynamayı, karıya kıza bakmayı da bırakırdım. Televizyon bile alırdık Feriha. Televizyonun karşısında sana taze bakla ayıklardım.

Mavi bir entari giymişsin Feriha. Gebeymişsin. Bu sefer kafesteki bir kuşu azat etmek aklıma gelmedi Feriha. Adına hayır etmek, cenneti gözetmek gelmedi aklıma. Cenneti bilmem ki ben senden başka. Bir kafes yapsam diyorum kocaman Feriha. Koysam çarşının ortasına… Girsem içine, kapatsam kendimi oraya... Anamın terk edişini, babamın ayyaşlığını, ilkokulda utandığım kolasız yakalarımı bıraksam ardımda. Azat etsen beni Feriha. O mis kokunu aramaktan vazgeçsem elin gavur kadınlarında. Havalansam gökyüzüne. Uçsam be Feriha. El kadar saka gibi uçsam... Bağırsan ardımdan. “Azat buzat beni cennet kapısından gözet,” diye bağırsan. Kuş kadar değerim olsa. Sevaptır be Feriha.

Beni azat et Feriha.


İlknur Ergun

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page