top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İskender Demirel- Çiçek

Vuslat Bey yokluktan bolluğa giden hayatını düşünmeyi ve ortamını bulduğunda da başardıklarını anlatmayı hep sevmişti. Bazı zamanlardaysa bu tekrarların farkına varmış ve için için kendine kızmıştı. Sanki bunamış gibi oluyordu çünkü. Vuslat Bey’e göre yeni nesil gençlerden çemberin dışında olduğunu söyleyenler ile içinde olduğunu söyleyenler aynı gökyüzüne bakıp da aynı şeyleri düşlüyorlardı. Yoktu farkları birbirlerinden, yeni yüzyılda düşünceler de hayatlar gibi kopyaydı ve zaman çok hızlı akıyordu onlar için. Sadece işten eve giderken bile hayali kurulan şeyler kariyerden, çok paradan öte değildi ya da kendi yalnızlıklarını alacak aşklardan öte. Vuslat Bey kendi gençliğinde kurulan hayallerin öyle olmadığını pekâlâ biliyordu. 

İşle ilgili kararlarını genelde yoldayken verirdi Vuslat Bey, taşınma halindeyken aklının daha iyi çalıştığına kanaat getirmişti. Bir karar verirken de vicdanına değil de kurallara bakardı. Ne zaman vicdanının rahatsız olduğu bir iş yapsa, “Kurallar böyle,” deyip kestirir atardı. Satışlar mı azaldı? Çözüm işçi çıkartmak ya da maaşlara zam yapmamaksa, "O zaman işçi çıkarın,” derdi. Böyle zamanların ardından soluğu eski dostlarının yanında alırdı. Onlarla oyun masasında saatler geçirince tüm sıkıntılarını unuturdu. Briç masasında o ve arkadaşları kahkahalar eşliğinde hem üniversite hem de kolej günlerini yâd eder, ilk aşkları, ilk ihanetleri, rezillikleri, kavgaları hatırlatırlardı birbirlerine. 

Briç günlerinden en sevilen gün çarşambaydı. Üniversite zamanlarından beri açık olan mekânlarında hem içkilerini içip hem de karınlarını doyurabiliyorlardı. Sözde hepsi de mekânın senede bir düzenlediği briç turnuvasına katılıp birinci olmak derdindeydi. Mekân sahipleri bu orta yaşlı tayfayı o kadar çok sahiplenmişti ki oyunlarını videoya çekip sosyal medya hesaplarında bile yayınlıyorlardı. Tam tamına sekiz orta yaşlı adam haftada birkaç gün buluştukları mekanlarında bir çarşamba günü yine buluşmuşlardı. Vuslat Bey her zamanki gibi heyecanlıydı, geçen haftanın birincisi olarak bu haftada da kazanmak istiyordu. Hele ki iptal edilen anlaşmalar gibi bir sürü problemle başlanan bir haftada kafası dağılsın istiyordu. Diğer taraftan artık yorulduğunu da hissediyordu, iki oğlundan da hayır yoktu, biri güzellik merkezlerinden ve spor salonlarından geri gelmiyor diğeri de gitar peşinde bar bar geziyordu. Gerçi gitarcı olan üniversite sonrası fabrikaya alışmaya çalışmış ancak büro tipi koltuklardan, soğuk duvarlardan, tek tip konuşmalardan (kelime dağarcığının azaldığını hissetmişti) sıkılıp ufak bir kavga sonrası bırakmıştı fabrikayı.

Vuslat Bey o çarşamba günü sabahtan fabrikaya bile gitmemiş şoförüyle önce balığa sonra da akşamüstü mekâna geçmişti. Buluştukları yere kendi aralarında “Mekân” diyorlardı. Bir iki saate kalmamış masalar kurulmuş, kâğıtlar dağıtılmıştı. Vuslat Bey’ de herkes gibi şans istiyordu, tanrının bile onu sevdiğine işaret etmesinin delaletiydi şans. 

“Şeytanınız bol olsun beyler, Nasılsınız bakalım?”

Bir anda gözler iki masanın ortasında duran biri altmışını geçkin diğeri otuzunda gösteren iki kadına çevrilmişti. Şoförler müdahale edecek olmuş ancak patronlar elleriyle dur demişlerdi. “Siz kimsiniz?” demişti sekizliden biri. 

Altmışını geçkin olan tekrardan söze girmişti.

“Nasıl da hatırlamadınız zamanında kapısında yattığınız kadını. Benim, Suna.”

Hepsinin de yüzü bir anda gerilmişti. Birbirlerine bakmış, biri bir şey biliyor mu diye anlamsızca mimikler atmışlardı. Suna, üniversite zamanlarından arkadaşlarıydı. Dediği gibiydi hepsi de gayet iyi tanırdı Suna’yı. Çoğu âşık olmuştu Suna’ya, az kavgalar edilmemişti onun yüzünden. Ama Suna içlerinden birkaçını sevmişti ya da sevmeye çalışmıştı. Vuslat Bey de onlardan biriydi. Üniversitedeki hippilerin en önde gidenlerindendi Suna. Onlar Karaköy’den Beşiktaş’a otostop çekerken Suna tüm Avrupa’yı otostopla gezmişti. Sınırlara karşıydı Suna, tek tipçiliğe, tek sevgiye, tek adama, tek otoriteye… Kısacası dayatılan her ne varsa ona. O nedenle kimse Suna’yı sevgisinde boğamamış, hapsedememişti. Sadakati milliyetçilik, aşkı esaret görüyordu. Suna’ya göre özgürlük birden fazla merkezde yaşayabilmekti. Keza bir beden birçok bedenden beslenebilirdi, beslenmeliydi de. Sevgi tek bir yerden beslenemezdi. Zihinsel doyumla bedensel doyum arasında bir eş güdüm olabilirdi. Kısacası Suna bir yerde bir gökteydi. Sonra bir gün, otostopla Hindistan seyahati yapacağı zamana yakın bir zamanda kaybolmuştu ortadan. Nereye gittiğini ne kimse bilmiş ne de görmüştü.

Saçları ve kaşları dökülmüştü Suna’nın, yüzündeki şişkinlik ve teninin soluk oluşundan hasta olduğu anlamışlardı. Ama gözlerindeki o derinlik hâlâ yerli yerindeydi. Sanki direnmişti yaşadıklarına. 

“Beyler gördüğünüz üzere ufukta sağlık görünmüyor benim için. Yıllar sonra burada ayakta dikilmemin nedeni kızım Çiçek.” 

Başını hafifçe yanındaki kıza çevirmişti, Çiçek de başıyla herkese selam vermiş, annesinin koluna girerek pek de narin olmayan ama kaba da gelmeyecek bir ses tonuyla, “Merhaba,” demişti.

Suna tekrardan söze girmişti. “Öncelikle oyununuzu böldüğüm için özür dilerim. Derdim geçmişi eşelemek değil, buraya onun için gelmedim. Birkaç güne hastaneye yatacağım. Yatmadan önce Çiçek babasını tanımak istediği için buradayız.”

Vuslat Bey’ in neredeyse nutku tutulmuştu. Suna ile en son aşk yaşayan oydu, Suna bir anda yok olunca şairin de dediği gibi ölüm gibi bir şey olmuştu Vuslat Bey için. Onu aramadığı yer, sormadığı kimse kalmamıştı, hatta Suna için yollara düşmüş, Hindistan’ a bile gitmişti. Ama nafile bulamamıştı. Nihayetinde o da diğerlerinin uğradığı hüsrana uğramış Suna elinden uçup gitmişti. 

Kavisli burnu, memesi bitişik kulaklarıyla bu kız Vuslat Bey’ e benziyordu. Herkes Çiçek’i baştan aşağıya süzmüştü. Bu durumdan bir anda rahatsız olan Vuslat Bey, önce boğazını temizlemiş sonra da söze girmişti. 

“Bu burun benden başka iki oğlumda daha var. Görüyorum ki bir kişide daha varmış.” Son cümledeki ses tonundan öfkesi hissedilmişti Vuslat Bey’in. Kulaklarına kadar kızarmıştı, elleri hafiften titremeye başlayınca da diğer yedi kişiden kendilerini yalnız bırakmalarını istemişti. Kimsenin kalkası olmasa da Vuslat Bey’ in deliliğini herkes bildiğinden bir anda ortalığın yıkılıp yakılmasını göze alamamışlardı. Vuslat Bey, Suna’nın gözlerinin içine içine tüm öfkesiyle bakarak kaldığı yerden devam etmeye kararlıydı. 

“Böyle bir anda seneler sonra ortaya çıkmak... Diyecek kelime bulamıyorum sana. Bu yaptığın affedilir bir şey değil. Tüm bu laflar az bile de, inanamıyorum sana,” 

Sesiyle beraber tüm bedeni de titremişti.

Çiçek ortamı yumuşatmak adına “Tekrar merhaba,” demiş sonra da masada Vuslat Bey’ in karşısına oturarak dikkati üzerine almaya çalışmıştı. İkisi de kendinden izler aramışlardı birbirlerinin yüzlerinde. Vuslat Bey iki oğlunun yüz ifadesinin yanında Çiçek’i daha vakur bulmuştu. Zamanda geri gitmişti, sanki karşısına Suna oturmuştu. Suna ise emanetini teslim etmişçesine ya da bir yanlıştan dönmenin duygusuyla rahatlamıştı. Ama Vuslat Bey’in içi kabardıkça kabarmıştı. “İznin olursa annenle baş başa görüşmek istiyorum. Seninle sonra konuşalım, olur mu?” deyince Çiçek de kollarını masanın üstüne koymuş, varlığı ile alanı doldurmuştu. “Olur, ama hesaplaşmaya dönmesin olur mu? İnan, ben çok şeyi telafi edeceğim.”

Çiçek masadan kalkıp, annesine şöyle bir sarılıp ikisini yalnız bırakmıştı. 

Vuslat Bey’in benliği darmadağın olduğundan doğru olduğuna inandığı cümleleri hiç düşünmeden kurmuştu peşi sıra.

“Ne istiyorsun Suna, bu saatten sonra Çiçek ile baba kız olarak sevgi yumağı olmamızı mı? Ailemin, aaa Vuslat Bey bir kızın varmış ne harika, demesini mi?”

Suna ise kendisine söylenebilecek her türlü suçlamayı onlarca kez düşünmüştü.

“Tüm her şey için senden özür dilerim. Bunu Çiçek istedi, babasını tanımak istedi.” 

Vuslat Bey gençlik günlerine çoktan dönmüştü.

“Sevgi dediğin her bedenden bir can alır, deseydin. Bütün dünya sana baba deseydin. İçindeki sahiplik duygusunu öldür kızım deseydin. Başarılı bir ebeveyn olamadın mı?”

Suna, Vuslat Bey’ in can yakacak cümleleri cımbızla seçtiğini anlamıştı. Ama Suna’nın da can yakacak cümleleri vardı ve sonuna kadar da haklı olduğunu hep bilmişti.

“Bu dediklerinin hepsini yaşıyor ve biliyor Çiçek. Küçük değil artık. Ama sen hiç değişmemişsin. O zamanda senin yüzünden bitmişti bu ilişki”

“Benim mi?”

Suna, tüm gücünü toplamış ve derin bir nefes almıştı son cümlelerini kurmadan önce.      

“Ya hiç şöyle düşünmüyorsun değil mi? Kızım annesinin kararlarını kabul etmemiş, benimle tanışmak istemiş. Yıllar geçse de onunla nasıl sağlıklı bir ilişki kurabilirim? Hangi yolculuklara çıkabilirim?

Yok, senin böyle bir bakış açın hiç olmadı. Tek derdin var yargılamak, affetmemek ve öldürmek. Her şey ama her şey, sevginin bile kontrolü sende olsun istiyorsun. Yılların değiştirmediği insanlardansın. Sana dair birazcık ümidim vardı ama maalesef. Seninle konuşmanın bir manası yok.”

Suna’nın son kelimesi ağzından çıkarken çoktan kapıya doğru yönelmişti. Vuslat Bey ruhen çekildiğinden Suna ise bedensel olarak yorulduğundan her ikisinin de gözleri kararmış bir haldeydiler. Tansiyonları ama düşmüş ama çıkmış bilinmezdi ama yer zemin ayaklarının altından kayıp gitmişti. Çiçek fazla uzaklaşmamış, yan salonun camından ikisini de gizlice seyretmişti. Annesinin kapıya doğru sendeleyerek yürüdüğünü görünce soluğu bir koşuda yanında almıştı. Tekrardan aynı masaya oturmuşlardı. Vuslat Bey’in ağzından duyulur duyulmaz, “Özür dilerim,” cümlesi çıkmıştı, Çiçek ise belli belirsiz tebessüm etmişti.


İskender Demirel

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page