top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İsmail Isparta- Metallica Dinlediği İçin Şeytana Dönüşen Genç

Önsöz:

Gün, akşama dönmüştü. Moriah Dağı’nın eteklerinden esen ılık rüzgâr, sakallarından süzülen ter damlalarını titreştirirken önünde yükselen devasa mabedi hayranlıkla seyrediyordu. Az kalmıştı bitmesine. Bacakları, asasına yaslı, güçsüz bedenini zor taşısa da mabet tamamlanana kadar buradan ayrılmamakta kararlıydı. Babası Davut’un vaadiydi böyle bir mabet yaptırmak. Krallığa babasının yerine geçtikten sonra bu vaadi yerine getirmek nasip olmamış, ölümcül hastalıklar vücuduna yayılmaya başladıktan sonra yapımına başlayabilmişti.

Mabedi insanlardan daha güçlü olan cinlere yaptırmaya karar vermişti. Emrine amade insanlar olduğu gibi cinler de vardı. Ayrıca bitki ve hayvanların dilini bilir; rüzgâra ve mesafelere hükmederdi. Sebe melikesi Belkıs’ın kilometrelerce ötedeki tahtını birkaç saniye içinde kendi sarayına getirmemiş miydi? Bunlar ona verilmiş mucizelerdi. Son isteği de mucize gibi bir mabet yaptırmaktı.

Mabedin kaba inşaatı bitmiş, ince işçiliğine geçilmişti. On iki boğa heykelinin üzerine oturtulacak tunç havuz ve duvarlara yapılacak altın kabartmalardan sonra ince işçilik de bitecekti. Bu işler tahmini bir ay sürerdi. Fakat Süleyman’ın gücü kalmamıştı. Dayanmalıydı. Yerinden ayrıldığı an cinlerin de çalışmayı bırakacaklarını iyi biliyordu. Bedenindeki hastalık belirtilerini görmüşlerdi. O, cinleri izlerken cinler de bir an önce ölmesi için onu izliyordu.

Artık gücü tükenmişti. Hırıltılı nefesi boğazına bıçak gibi batıyor, bacakları bedenini taşımıyor, sıkıca tuttuğu, toprağa saplı asasına yaslanarak ayakta duruyordu. Ertesi gün son nefesini verdiğinde de asasını tutmaya, bedeni ona yaslı kalmaya devam edecekti. Cinler hâlâ onun yaşadığını sanıyordu. İçlerinden bazıları uzun süre yiyip içmemesini yeni bir mucize olarak değerlendirdi. Mabet tamamlanıp Süleyman’ın iskelete dönen bedeninden kafası kopana kadar öldüğünü anlamayacaklardı.

Aradan yıllar geçti. Süleyman’ın asası saplı kaldığı yerde yeşillendi, koca bir meşeye dönüştü. İşte Süleyman’ın cansız bedenini ayakta tutup mabedin tamamlanmasını sağlayan asasının toprağa kök salmasıyla büyüyen bu ağaç; kökleri Rum diyarına uzanan bir hikâyenin tohumlarını saklıyordu.

Hikâye:

Baal Yasef yüce yaratıcıyla arasını iyi tutmaya çalışan gezgin bir din adamıydı. Kendini tanrının mucizeleriyle dolu yeryüzünü dolaşmaya, insanlara doğru bildiklerini anlatmaya adamıştı. Yaşantısı katırının sırtına yüklü, dünyalığı heybesinin gözündekilerden ibaretti. Az yer, az uyurdu. Lüzumsuz konuşmazdı.

Baal Yasef Yeruşalim’e girdiğinde başını göğe kaldırdı, tanrının kokusunu ciğerine çekti. Bu şehrin, insanı dünyadan uzaklaştıran bir havası vardı. Çoğu zaman bu kokuyu solumak için yolunu bu şehre düşürürdü. O gün de şehrin sokaklarında dolaşmış, tanıdıklarını ziyaret etmiş ve dua için Süleyman Mabedi’ne uğramıştı. Yeruşalim’e gelip Süleyman Mabedi’ne uğramamak olmazdı.

Mabetten çıktığında yorulmuştu. Katırını ilerideki ağaçların altına bağlamıştı. Uyumak için harmanisini serdi. Uyuyacağı sırada katırın terlediğini fark etti. Hayvana eziyet olmasın diye sırtındaki heybeyi indirdi. İndirirken heybenin gözüne pıt diye bir şey düştü. Bu bir meşe palamuduydu. Baal Yasef sarı meşe palamudunu fark etmedi. Belki de fark etmişti de umursamamıştı. Neden umursasındı ki? Neticede bir meşe palamuduydu. Bu meşe palamudunun Süleyman’ın ağaca dönüşen asasından düştüğünü, ağacın her kırk yılda bir tılsımlı meşe palamudu verdiğini, bu meşe palamudunun da tılsımlı olduğunu bilemezdi.

Baal Yasef sonraki yolculuğunu Rum Diyarına yaptı. Katır sırtında günler gecelere, haftalar aylara karıştı. Çok şehirden geçti, çok insan gördü. İnsanlara doğru bildiklerini anlattı. Sidon sokaklarında ayı oynatıcıları, hokkabazlar, akrobatlar, dilenciler gördü. Antipatris’te savaşa hazırlanan devasa bir ordu gördü. Amenos Dağları’nı aşarken dağ kaplanlarından canını zor kurtardı. Kilikya’da katıra ters bindirilmiş, ölüme götürülen mahkûmun peşine takılmış kişiler gördü. Sard’da akropolde aslanlarla dövüşen savaşçılar gördü. Göre göre İda Dağları’na geldi ve denizi gördü. Baal Yasef burası dünyanın sonu, görecek başka şey kalmadı diyerek oraya yerleşti. Birkaç yıl sonra öldü. O ölmüştü ölmesine ama heybede gelen tılsımlı meşe palamudu İda Dağları’nda hayat buldu.

Asıl Hikâye:

Cebrail üniversiteden o yıl mezun olmuştu. Torpili olmadığı için devlete atanamamış, birkaç şirkete iş başvurusunda bulunmuş, başvurduğu yerler hiçe yakın para teklif edince temeline tuğla koyanlara varıncaya dek hepsini bir güzel kalayladıktan sonra memleketine dönmüştü.

Cebrail’in memleketi memleketti hani. Yeşildi, mavisi akıllara zarardı. Temiz havasını ciğerine çekince bedenine yeniden ruh üflenirdi sanki. Cebrail memleketini çok severdi. Boş zamanlarında kendini dağlara vurur, kuşların şakımasını, derelerin şırıltısını, rüzgârın uğultusunu dinler; tabiatın ruhuna nüfuz etmeye çalışırdı. Zamanının büyük bölümü boş olduğu için günleri bu minvalde geçerdi.

Cebrail memleketini severdi de memleketinin insanını sevmezdi. Memleketinin insanının kalıplaşmış doğruları fazlaydı. Onların kalıplaşmış doğruları Cebrail’in kalıplaşmamış doğrularıyla bir araya gelince kalıplaşmış yanlışa dönüşür, bu da ortak paydada bir araya gelmelerini engellerdi.

Mesela. Memleketinin insanı selamlaşırdı. Cebrail günaydın veya iyi günler demeyi tercih ederdi. Memleketinin insanı Cebrail’i bu yüzden sevmezdi. İnsanlar onun selam meselesi yüzünden dayak yediğini bilmezdi. Dayak. Öğrenciyken kenar mahalledeki salaş bir kahvehaneye çay içmeye girmiş, selam vermişti. Oturanların, suratına bön bön baktığını görünce Allah’ın selamını niye almıyorsunuz, demiş; kahvedekiler de sen Allah mısın ulan, diyerek onu tekme tokat dövmüştü. O gün bu gündür Cebrail kimseye selam vermezdi.

Cebrail Metallica hayranıydı. Üniversite okuması bir işe yaramasa da sıkı bir Heavy Metalci olmasını sağlamıştı. Ona göre Metallica insanoğlunun ruhunun en derinlerine hapsettiği ipe sapa gelmez vahşi tabiatını, bir akarsuyun denize ya da susuzluktan kavrulmuş toprakların yağmura kavuşması gibi bedene kavuşturuyordu. Yine ona göre Metallica öfkeli bir hayvan olan insanın beynine şırınga gibi saplanarak öfkesini zerk etmesini, sakinleşmesini, hayvanlaşmasını sağlıyordu. Bu yüzden Cebrail Metallica dinlerken kendini hayvan gibi hisseder, yılan gibi kıvrılır, kartal gibi etrafı süzer, kurt gibi pusuya yatardı.

Cebrail bu tutkusunu kimseden gizlemezdi. Saçlarını Metallica gibi uzatır, Metallica baskılı siyah tişörtler giyer, vücuduna Metallica dövmeleri dövdürürdü. Hatta gözlerini Metallica gibi boyamaya kalkınca babasından sunturlu bir küfür yemiş, geri adım atmak zorunda kalmıştı.

Cebrail evde müzik dinlerken müziğin sesini bazen farkında olmayarak fazla açar, ses ilerideki köy kahvesinden bile duyulurdu. O zaman kahvede okey oynayanlar başını kaldırır, şeytan yine müzik dinliyor derdi. Bazıları da millet okur iş güç sahibi olur, bu da şeytan oldu, derdi. Bazıları ağzını burnunu kırsak şeytanlıktan eser kalmaz derdi. Bazıları Cebrail’in mezarlıkta kedi kestiğini hatta sık sık ormana gidip hemcinsleriyle seks ettiğini anlatırdı. Yoksa niye durmadan ormana gitsindi? Fakat bazılarının bir kısmı diğer kısmına meseleyi abarttığını, tamam, biraz şeytanlığı olsa da bu kadarının fazla olduğunu söyler, okey oynamaya devam ederlerdi.

Cebrail o gün de kendini dağlara vurmuştu. Koyaklarda sular ne güzel çağlıyordu. Çiğdemler ne güzel çiçek açmıştı. Peygamber çiçeği. Yabani sarımsak. Köknar. Kızılçam. Kayın. Gürgen. Bir atmacanın tüyleri diken diken eden sesi. Cırcır böceklerinin. Kirpi. Tavşan. Sincap. Çulluk. Kınalı keklik. Çiçeklerin kokusu. Kızılçamların genzi yakan, sarımtırak kokusu.

Yorulmuştu. Bir meşe ağacının dibine oturdu. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Gözlerini kapayıp tabiatı dinledi. Tabiatın sesine kendi sesini kattı.

Make his fight on the hill in the early day. Constant chill deep inside.

For whom the bell tolls. Yeahh!

Ağaçların arasından bir kerkenez havalandı. Yorgunluğu geçti. İleride manzarası güzel bir tepe vardı. Oraya gidip kafa dinleyecekti. Yolu dik olduğu için dibine oturduğu meşeden bir dal parçası kırıp yürürken kendine destek yapmayı düşündü. Kurumuş dallardan birini yakaladı. Eğdi. Ağaç sarsıldı. Avcuna budak battı, eli kanadı. Eline bakarken avcuna pıt diye sarı, pırıl pırıl bir meşe palamudu düştü. Yüzyıllar önce Baal Yasef’in heybesine düştüğü gibi. Meşe palamudu Cebrail’in kanına bulandı. Cebrail kanı sildi ve kırk yılda bir tomurcuklanan, tılsımlı meşe palamudunu cebine koydu.

Cebrail’e bir haller olmaya başladı. Kulağına sesler geliyordu. Daha önce duymadığı. Sağa sola bakındı. Noluyor lan. Kodumun memleketinde iyice sıyırmaya başladık. Korktu. Tepeye çıkmaktan vazgeçti. Döndü. Yürürken bir peygamber çiçeğinin dikkat et, üzerime basma dediğini işitti. Aynen böyle dedi. Bir kerkenezin, demin ne güzel şarkı söylüyordu, bu insanlar yok mu, dediğini işitti. Bir gürgenin yapraklarını döken rüzgâra çıkıştığını işitti. Daha birçok şey işitti. Cebrail yorgunluktan hayal gördüğünü düşündü. Eve gidip bir ağrı kesici alıp yattı. Kalktığında yine aynıydı.

Cebrail o günden sonra normal haline dönemedi. Anormal değildi de normal bir insan ağaçların ve hayvanların konuşmasını işitmezdi. Bunun, o gün avucuna düşen meşe palamuduyla ilgisi olduğunu düşünüyor fakat durumu çözemiyordu. Bunu kimseye söylemedi. Söylese delirdiğine hükmederlerdi. Aslında güzel de oluyordu. Her gün ormana gidip bitkilerin ve hayvanların konuşmasını dinliyordu.

O gün eve geldiğinde babası sevinçliydi. Köye büyük bir maden ocağı açılacağını söyledi. Maden ocağı. Cebrail’in içi ürperdi. Demek buraya kadar geldiler. Babası sırıttı. Ağaçları kemiren bir kunduz gibi dişleri ortaya çıktı. Sen de boş gezmez, madene girer çalışırsın. Cebrail ağaçları düşündü. Hayvanları. Üzerime basma, beni ezeceksin diyen peygamber çiçeğini. Yapraklarımı döküyorsun diye rüzgâra çıkışan gürgeni. Dalına yuva yapan arı kuşuyla sohbet eden meşeyi. Yutkundu.

Cebrail haberleri izledi. Babasının söyledikleri doğruydu. Beşler Holding köylerine büyük bir maden ocağı kuracaktı. Cebrail bu tip insanları iyi bilirdi. Arkaları sağlamdı. Bağlantıları. Burunları keskindi. Rantın kokusunu kilometrelerce öteden alırlardı. Yaş tahtaya basmazlardı. Bindiği dalı kesmezlerdi. Karda yürür izini belli etmezlerdi. Deveyi hamuduyla yutar doydum demezlerdi. Ormanın beton olanını severlerdi. Yeşilin dolar olanını. Dereleri kuruturlardı. Denize nazır, bol yıldızlı oteller. Tatil köyleri. Hes’ler. Parsel parsel. Satarlardı. Alırlardı.

Birkaç hafta sonra köye lüks arabalarla geldiler. Madende çalışmak isteyenlerin isimlerini alacaklardı. Gençler köy meydanında uzun bir kuyruk oluşturmuştu. Cebrail başını dikti. Gözünü kararttı. Köy meydanına çıktı. Sizin bu yaptığınız yanlış dedi. Oradaki ağaçlara kıyacaksınız. Hayvanlara kıyacaksınız. Her bir şeye kıyacaksınız. Ekosistemi bozacaksınız. Gençlerin isimlerini yazan adam Cebrail’e baktı. Leş görünce gülen bir sırtlan gibi güldü. Canım n’olacak. Bir iki site dikimlik arazi kadar yer için ettiğin tantanaya bak. Sıradaki gençlerden biri, bize iş çıktı kötü mü, dedi. Bir diğeri, sen konuşma lan şeytan, dedi. Sen git ormanda ne şeytanlık yapıyorsan onu yap. Biri Cebrail’in üzerine yürüyecek oldu. Cebrail uzaklaştı.

Geldiler. Canavar gibi iş makineleriyle. Ağaçlar şaşkındı. Bitkiler. Hayvanlar. Neler oluyor diyorlardı birbirlerine. Cebrail olanları bir tepeden izliyordu. Gözyaşları. Dozerler ilk ağacın köküne kepçesini vurduğunda ormana bir çığlık dalgası yayıldı. Sadece Cebrail’in duyduğu. Ağaçlar kökleriyle birbirine sarıldı. Dallarıyla birbirine sarıldı. Bazıları fidanları korumak için üzerlerine eğildi. Kuşlar korkuyla uzaklaştı. Yeşilin kokusuna egzoz kokusu karıştı. Cebrail’in gözyaşları. Bir zamanlar Süleyman’ın asasına yaslanıp inşaatta çalışan cinleri seyrettiği gibi seyrediyordu. Cebrail’in gözyaşları. Süleyman. Süleyman.

Sonsöz:

Süleyman. Süleyman. Süleyman irkilerek uyandı. Hiram Usta şaşkınlıkla ona bakıyordu. Yaslandığı asasından doğruldu. Uyuyakalmışım dedi. Gördüğü rüyanın etkisindeydi. Rüya mıydı? Mucize?

Tapınağın temellerini bitirdik, dedi Hiram Usta. Gel, bak istersen.

Süleyman, Hiram Usta’nın peşine düştü. Yürürken yerde sarı bir meşe palamudu gördü. Eline aldı. Kökleri Rum diyarına uzanacak bir hikâyenin dal budak salması için meşe palamudunu toprağa gömdü.


İsmail Isparta

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page