top of page

Öykü- Korkut Kabapalamut- Gemi

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 10 Kas
  • 10 dakikada okunur

Bu dev yolcu gemisindeki trajik yolculuğum ne zaman başladı, doğrusu hiç bilmiyorum. Gemiden önce neler yaşadım, nasıl bir hayatım oldu, örneğin az da olsa mutlu biri miydim, ne iş yapıyordum, bir ailem var mıydı o konuda da bir fikrim yok. Ne kadar çabalasam, kendimi zorlasam da anımsayamıyorum. Gemideki hayatım monoton. Birkaç yakın arkadaşım var. Geminin öncesi onlar için de sır, bir acayip muamma. Ama onlar bu durumdan benim aksime şikâyetçi değiller. Bilsek, anımsasak ne olacak ki? diyorlar. Önemli olan şimdiymiş, bugün ne yapıp yaşadığımızmış, evvelini bilecekmişiz de ne olacakmış, elimize ne geçecekmiş yani, başımız göğe mi erecekmiş? Belli ki o günler dönmemek üzere maziye karışmış. Fazla kurcalamanın kimseye faydası yokmuş. İnsan kafayı yermiş bunu saplantı haline getirirse. Ânı yaşamakmış en mantıklısı. Zaten gemi hayatı da gayet keyifliymiş. Şikâyet edecek bir şey yokmuş doğrusu.

Ben onlar gibi kolay pes eden, vurdumduymaz tabiatlı biri olmadığımdan bir randevu alıp  Kaptan’la bu konuyu konuşmaya karar verdim. Muazzam boyutlardaki bu tuhaflığın açıklamasını bilse bilse o bilir, dedim. Yaşlı başlı, az konuşur, bilge bir şahsiyet olarak anılıyordu gemide. Onu daha önce görmemiştim. Gören kişi sayısı da fazla değildi. Hakkında kötü konuşan kimseye rastlamamıştım. Yalnız, biz yolcularla da düşük dereceli mürettebatla da yüz göz olmayı sevmeyen, onlardan olabildiğince uzak duran, örneğin yemeklerini kamarasında yalnız veya yardımcılarıyla yiyen, özel günlerde, kutlamalarda bile kısa süreliğine de olsa ortaya çıkmayan, tamamen işine, sorumluluklarına odaklı biri olduğunu güvenilir kaynaklardan birkaç kez duymuş, teyit etmiştim.  Yine de yaklaşık bir aylık uğraştan, astlarına yönelik, bazen pişkinliğe dahi varan ısrarlı ricalarımdan sonra benimle görüşmeyi kabul etti. Kaptan’la bir akşamüstü kamarasında nihayet buluştuk. Sade döşenmiş, tertemiz, duvarları yer yer enfes deniz manzarası resimleri ile bezenmiş, hoş, hayli sıcak bir atmosfere sahip yuvarlak bir odaydı. Karşılıklı deri berjerlere kurulduk. Bana kendi eliyle üzerinde deniz kızları resimleri olan harika bir porselen fincanda kahve servisi yaptı. Sonra bilgece gülümseyerek ve sizi dinliyorum diyerek, eliyle de başla anlamında bir hareket yaptı. Bana kalırsa onunla neden buluşmak istediğimi bal gibi de biliyordu. Kül yutmaz bir adam tipi vardı onda. Kim bilir benim gibi kaç meraklı, hoşnutsuz, kafası büyük, bir türlü yanıtlayamadığı sorularla yüklü yolcuya tanıklık etmişti kamarası. Bütün bedeniyle hareketlerinde derhal fark edilebilen rahatlık, kendinden emin hava büyük ölçüde bununla ilgili olsa gerekti. Klişe olmayan giriş sözcükleri arıyordum konuşmaya başlamak için. Önceden hazırlamış değildim söyleyeceklerimi. Belki de direkt konuya girmek yerine, havadan sudan birkaç cümleyle başlamalıydım. Öyle de yaptım. Onun hakkında sıklıkla duyduğum övücü sözlerden, bu kadar usta bir kaptanın yönettiği bir gemide bulunmanın, uzun süre yolculuk etmenin eşsiz ayrıcalıklarından, havayla denizin son zamanlardaki harikulade güzelliğinden, sükunetinden bahsettim uzun uzun. Bana sözlü yanıt vermek yerine gülümsemekle, başını belli belirsiz aşağı yukarı hareket ettirmekle yetindi. Beş altı parmak uzunluğundaki beyaz sakalları ile cömert gülümsemesi tam anlamıyla babacan bir hava veriyordu ona. Gözlükleri muhtemelen altın çerçeveli, gözleri açık maviydi. Fazla saçı kalmamıştı tepesinde ama mükemmel taranmışlardı, çok hoş görünüyorlardı. Muhtemelen 65-70 yaşları arasındaydı. Sade giyinmişti. Üniforma değildi üzerindeki. Değerli, saygın bir kaptan olduğu giysilerinden değil de vakarından, hareketlerindeki zarafetten anlaşılıyordu daha çok. Sanki bin yaşındaydı da her nasıl olmuşsa bu sürenin tamamını devasa büyüklükteki bir yolcu gemisinin birinci kaptanı olarak geçirmişti.

Havadan sudan sohbet on beş yirmi dakika kadar sürdü. Kaptan beni acele etmeye, çabucak konuşmaya  zorlamadı hiç. Sabırsızlık emaresi göstermedi. Demek ki boş vakti vardı ya da belki sohbetim hoşuna gitmişti. Öyle olunca yüz bulup asıl mevzuya balıklama dalmaya karar verdim; kendisine doğrudan bu keyifli yolculuğumuzun ne zaman sona ereceğini sordum. Elimden geldiği kadar sıradan, önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi bir tavırla yaptım bunu tabii. Onu ürkütmek, germek, kendimden az da olsa soğutmak istemiyordum. Bu konuyu konuşmaktan hiç hoşlanmayacağını sezgisel olarak biliyor ama bildiğimi ona duyumsatmamak için insanüstü bir çaba sarf ediyordum. Ancak bir yanım da bu çabanın tamamen beyhude olduğunu, kurnaz Kaptan’ın usta bir büyücü ya da telepat gibi zihnimi kolayca okuduğunu, alnım camdan yapılmışçasına beynimdeki duygularla düşünceleri bir filmin alt yazılarını okur gibi netlikle okuduğunu da kesin olarak hissediyordu. Kaptan önce sorumu işitmemiş gibi yaptı. Sağa sola doğru anlamsızca, uzun uzun baktı. Yavaş hareketlerle, ikinci kez doldurduğu nefis kahvesinden birkaç ufak, temkinli yudum aldı ve aniden delici bakışlarını gözlerime çivileyerek, Ne demek istiyorsunuz siz yani? diye sordu hayli yüksek, otoriter bir sesle. Soğukkanlılığımı korumaya çalışsam da başaramadım. Hatta koltuğumdan birkaç santim kadar zıpladım galiba istemsizce. Yüzümün az da olsa kızardığını, fincanı tutan parmaklarımın titremeye başladığını, altlığın takırdadığını duyumsadım. Ardından bu noktadan sonra artık istesem de pes edemeyeceğimi hissedip, Yolculuklar, diye söze girdim kendinden emin çıkmasına dikkat ettiğim bir sesle, ne yani, sonuç olarak bir yerden bir yere erişmek amacıyla yapılmaz mı? Eşyanın doğası gereği, bir başlarıyla sonları olmak zorunda değil midir? Örneğin, Odysseus’un bitmek bilmez gibi görünen efsanevi yolculuğu bile memleketi Ithaca’da sona ermemiş miydi? Bilge savaşçı orada karısıyla, sevgili oğluna kavuşmamış mıydı?.. Fakat bu çok tartışmalı, göreceli bir konu beyefendi, diye yanıtladı beni Kaptan hemen büyümüş gözlerle. Adeta bu cevabın provasını kısa süre önce yapmış gibi kendinden tümüyle emin görünüyordu. Sonra hemen devam etti. Benim aklıma yolculuk denince sizin aksinize başlangıç ya da bitişler değil de nasıl desem, hareketin, devinimin kendisi geliyor yalnızca. Yolculuk olgusunun özünün bu hareket, yer değiştirme ve nihayet o esnada edinilen değerli deneyimlerle eşsiz gözlemler olduğunu düşünüyorum şahsen eskiden beri… Eminim ki benim gibi düşünen pek çok başka insan da vardır. Özellikle de yolcular arasında. Yolcu, istasyonlar, peronlar, duraklar, molalar ile değil de yolun kendisi ile ilgili, ona tâbi ve meyyal değil midir kural olarak?.. Kaptan’ın söylediklerindeki gerçeklik payını derhal fark ve kabul ettim. Yanlış, anlamsız, tamamen manipülatif şeyler değildi. Öyle olduğunu ben de biliyordum zaten  başından beri. Ama eksikti. Adeta bir tablonun bir kısmı ya da kısımları alınmış, bunlar başka bir tuvale ustaca, sinsice yerleştirilmiş, bu yeni resim, asıl resmin kendisi olarak pazarlanmaya, kakalanmaya çalışılıyordu bana utanmadan. Tabii bu düşündüklerimi olanca çıplaklığıyla dile getirmemin şu erken aşamada uygun düşmeyeceğini biliyordum. Kaptan’ı kızdırır, en iyi olasılıkla kırardı böylesi radikal bir yanıt. Öyle olunca daha politik, daha yumuşak konuşmaya karar verdim. Haklısınız, diye başladım söze. İsabet buyurdunuz Sayın Kaptan. Gerçekten de tam olarak öyledir. Yolculuk kavramı süresinden soyut olarak heyecan verici, başlı başına bağımsız bir anlamı, bütünlüğü olan bir olgudur. Zaten o yüzden değil midir ki çoğu insan gezip tozmaktan, seyahat etmekten, yalnız ya da dostlarıyla, ailesiyle birlikte yurt içi ve dışı turlara katılmaktan, hatta yürüyüş yapmaktan ziyadesiyle hoşlanır. Öyle ya, küçük bir yürüyüş bile gerçekte bir tür minik, sembolik yolculuktur. İyi bir yürüyücü, o kısacık süreye ne kadar çok detay sığdırır ne çok şeyi görüp yorumlar, kendini nasıl da maharetle oyalar. Bu yolla her seferinde can sıkıntısından kolayca sıyrılıverir. Adeta yeniden canlanır, nihayetinde huzur içinde evine ya da iş yerine döner. Artık hiç canı sıkılmıyordur. O mütevazı yolculuk sayesinde kurtulmuştur bu zehirli, katlanılması neredeyse imkânsız histen. Kaptan da benim yüzeysel taktiğimi benimsemiş olacak ki derhal, sevinçle onayladı bu sözlerimi. Siz de isabet buyurdunuz Azizim! diye yanıtladı beni güçlü bir sesle. O da koltuğunda zıplar gibi oldu. Bu konuda aynı düşündüğümüze çok sevindim. Bakış açılarımız ne kadar da birbirini andırıyor. Doğrusu sizden, yani en değerli yolcularımızın birinden bunları işitmek beni çok memnun etti. Biraz daha kahve?.. Böyle yapmasını bekliyordum. Sözlerimin büyük ölçüde samimiyetsiz, taktiksel olduğunu kolayca fark etmiş, bana aynı şekilde karşılık vermeyi uygun bulmuştu yaşlı kurt. Aslında sevindiği falan yoktu birazcık bile. Yalnızca kritik bir satranç karşılaşmasındaymışçasına kendince doğru bulduğu hamleyi yapıyordu vakitlice. Bu sohbetin benim tavrıma bağlı olarak epey uzayabileceğini, eninde sonuçta zıt kutuplara doğru muazzam bir hızla savrulacağımızı mutlaka biliyor ama bunu benim için mümkün olduğunca zorlaştırmaya çalışıyordu. İki daire gibiydik onunla. Şimdiye dek dairelerin kesişen bölgesinde karşılıklı oturmuş, güle oynaya sohbet ediyorduk ama ikimiz de biliyorduk ki o alan birlikte uzun süre dolaşmamız için fazlasıyla dardı, er ya da geç yollarımızla yerlerimiz radikal biçime ayrılacaktı.

Yine de bayım, diye başladım rahat koltuğumda arkama iyice yaslanıp bacak bacak üstüne atarak ve onun piposunu ateşlemesinden aldığım cesaretle ben de bir sigara yakarak, siz de kabul edersiniz ki bizim özel durumumuz az önce sözünü ettiğimiz genel yolculuk teorisinden yer yer ayrılıyor. Hatta yer yer demek fazlasıyla iyimser bir yaklaşım oldu. Aslında taban tabana zıt. Sizin de takdir edeceğiniz üzere, ‘’yolcu’’ denilen kişi her ne kadar evvelemirde fiziksel ve zihinsel yönlerden yolculuğun kendisine, şiirsel bir tabir kullanmak gerekirse yüreğine odaklı ise de bir yandan da bunun geçiciliğini, istisnailiğini, aslolanın bir yerden bir yere varmak ya da oraya yerleşmek olduğunu, yolculuğun eninde sonunda, çok uzun da olsa bir köprüden, bir geçiş aşamasından, araçtan ya da geçici bir serüvenden ibaret olduğunu adı gibi bilir. Onun ne zaman başladığının, yaklaşık olarak ya da bazı durumlarda kesin olarak ne zaman sona ereceğinin de farkındadır. Ona göre kendince, dikkatle bir plan program yapar, ajanda oluşturur, yakınlarını bilgilendirir. Kaldı ki çoğu örnekte söz konusu yolculuğa kendi isteği ile ya da belli, işlevsel bir amaç doğrultusunda çıkmıştır. Bilmem ki yanılıyor muyum, siz bu konuda benden ayrılıyor musunuz acaba? Eğer ayrılıyorsanız da neden, hangi sağlam argümanlarla?.. Belki de sırf argüman sözcüğünü kullanmam görüşmenin dostane havasını bir anda değiştirmiş, daha ciddi, resmi bir atmosferi süratle tetiklemişti. Bunu, Kaptan’ın artık ne yazık ki endişeli ve hüzünlü görünen güzelim gözlerinden, koltuğunda toparlanıp daha dik bir oturma pozisyonuna geçmesinden, gereksiz yere önündeki sehpadaki eşyaların yerlerini yavaşça, dalgınlıkla değiştirmeye başlamasından anlamıştım. Kurnaz tilki tüm bunları yapıyor görünürken, aslında bana vereceği cevabın ana fikrini, hatta belki de detaylarını çatıyordu tabii kafasında. Kesinlikle aptal, boşboğaz biri değildi. Bir cerrah titizliğiyle seçiyordu sözcükleriyle tavırlarını. Beni nedense ciddiye aldığını, önemli bir rakip olarak gördüğünü, saygı duyduğunu da hissetmiştim görüşmememizin başlangıcından itibaren. Neden sonra, Size katılmıyorum bayım, hayır, kesinlikle aynı fikirde değilim, diyerek söze girdi ve devam etti. Yanılıyorsunuz genç adam, biz bir istisna falan değiliz. Aksine belki de diğer, yani sizin sözünü ettiğiniz türden yolculuklar birer istisnadır. Yolculuk dediğiniz şey, tam olarak bu gemide, benim liderliğimde yaptığımız şeydir bana kalırsa. Neden diye soracak olursanız, ki soracak tipte biri olduğunuzdan bir şekilde emin bulunuyorum, size cevabım şudur… Aslında insan hayatı dediğimiz şey, kimine göre saçma sapan, kimine göre derin, anlamlı bir yolculuktan başkaca nedir? Yaşam yolculuğu tabiri de bunu kanıtlamıyor mu zaten? Siz şablonik bir bakış açısıyla illa ki bir ilk ve son istasyon olması gerektiğini düşünüyorsunuz. Bizim özel durumumuzda bir kalkışla varış limanı diyelim bunlara dilerseniz. Ama bunların geminin ya da yolculuğun iki zıt ucunda olmak zorunda bulunmadığını, tam tersine onların içinde, üstelik çok sayıda olabileceğini, zeki, sorgulayıcı bir insan olmanıza rağmen nedense tamamen göz ardı ediyorsunuz. Söz gelimi, bu gemide geçirdiğiniz her gün, her gece başlı başına birer minik yolculuktur. Tabii geminin okyanuslarda ve denizlerde attığı her tur da öyle. Sizin de az önce sözünü ettiğiniz üzere, güvertede hatta kamaranızda yaptığınız her yürüyüş ya da örneğin okuma deneyimi başlı başına birer yolculuktur. Duruma bu gözle bakarsanız bana hak vereceğinizden, kafanızda çok uzun süredir beslediğinizi tahmin ettiğim iddialı soruların verdiği dehşetengiz huzursuzluktan nihayet kurtulacağınıza eminim. Yokluklarını kim bilir ta ne zamandan bu yana kafaya taktığınız, sonrasında buraya kadar gelip benden talep ettiğiniz başlangıç ve varış limanları bu geminin tam içinde. Hem de istemediğiniz kadar çoklar. Neden bunlarla yetinmek, şükretmek yerine, sorunsuz, keyifli yolcuğumuzun ne zaman sona ereceğini sormak gibi abes bir işe kalkıştığınızı inanın ki anlamıyorum. Yoksa sizi memnun edemedik mi?  Bir yolcu olarak size sunulan hizmeti zayıf, yetersiz mi buluyorsunuz acaba?  Paranızın karşılığını mı alamadınız tam olarak? Fırtınalarla, burgaçlarla karşılaştığımızda, başka devasa gemilerle burun buruna geldiğimizde sizi güvende tutamıyor muyuz, vazifemizi ihmal ederek buzdağlarına mı çarpıyoruz, sizi balinalara, köpek balıklarına yem mi ettik, gemi sık sık sarsılıyor mu, yoksa gemide yiyip içtiklerinizin tadı mı hoşunuza gitmiyor. Bildiğim kadarıyla bir birinci sınıf yolcususunuz siz. Yani yatağınız rahat, yemekleriniz tatlı. İçkileriniz en kaliteli, pahalı olanlardan. Etrafınız kendiniz gibi aydın, eğitimli, yol yordam bilen insanlarla, her yaştan güzel, alımlı kadınlarla, mutlu, hayat dolu çocuklarla çevrili. Bütün bunlar sizi fazlasıyla memnun etmeli iken, hayret verici biçimde hiç üşenmeden haftalarca uğraşıp benimle baş başa bir randevu ayarladıktan sonra kalkıp kamarama gelme, bana yolculuğumuzla onun olası sonu üzerine detaylı sorular sorma gereği hissediyorsunuz şiddetle. Bir de sanki tüm bu olup bitenlerden sadece ben sorumluymuşum gibi üstelik. Sizce bu geminin ya da kumpanyanın sahibi miyim? Armatöre benzer bir halim var mı? Bu yolculuğun planlayıcısı, fikir babası falan mıyım?  Benim de sizin kadar pasif durumda bir emir kulu olduğumu, bütün dikkat ve becerimi bu devasa gemiyi sağ salim yüzdürmek, düzenle asayişi sağlamak, yolcuların konforunu temin etmek için kullandığımı, kavramlarla olgular üzerine felsefe yapmanın sizin gibi şahane bir aylağın aksine benim için anlamsız bir lüks hatta ölümcül bir risk olduğunu sahiden de anlayamıyor musunuz?

Belirttiğim gibi Kaptan’la mutlaka ters düşeceğimizi, bir noktada tartışmaya başlayacağımızı, tamamen zıt fikirleri tutkuyla savunacağımızı biliyordum. Buna hazırlıklıydım. Tartışmanın bir kazananı olmayacağını, her iki yanın da kendince haklı olduğu noktaların netlikle su yüzüne  çıkacağını da elbette tahmin ediyordum. Ama Kaptan’ın tek bir makul sorum yüzünden bu kadar çabuk gerilimi tırmandıracağı, öfkeleneceği, bana sesini yükselteceği, seri mimiklerle yüzünün allak bullak olacağı, biraz kızaracağı, beni adeta bir çocuk gibi azarlayacağı aklıma gelmemişti doğrusu. Şimdi ne yapacağım konusunda kararsızdım. Elimdeki seçenekler belli ve sınırlıydı. Hiçbir şey demeden kapıyı çarpıp çıkıp gitmek, Kaptan’a üslubunu tasvip etmediğimi belirtmekle birlikte haklı olduğunu söylemek ya da ona ayak uydurup yaşıyla konumumun verdiği otoriteyi pervasızca çiğneyerek savlarını çürütmeye çalışmak, karşı argümanlarımı art arda, tıpkı onun yaptığı gibi süratle, agresif biçimde sıralamak, örneğin bir balık veya yosun olmadığımı, dolayısıyla tüm yaşantımı okyanusta geçirmek zorunda bulunmadığımı, her kaptanın  temel görevinin gemiyi sağ salim varış limanına ulaştırmak olduğunu haykırmak, sonra da kalkıp gitmek ve olacakları beklemek. Ama nedense canım bunların hiçbirini yapmak istemedi. Zaten o da bu iddialarıma aksini kanıtlayamayacağım kimi gerekçelerle karşı koyacaktı muhtemelen. Örneğin dünyada büyük, ölümcül bir salgın yaşandığını, bu yüzden bizim iyiliğimiz için bu derin ve geniş sularda gönülsüzce dolanıp durduğunu ya da belki çıkan büyük bir nükleer savaşta güvenli tek yerin benim beğenmediğim, artık bıkıp usandığım bu gemi olduğunu söyleyecekti.   Sağlıklı olmakla birlikte yaşı ilerlemiş bu adama biraz da acıyarak baktım. Onun konumunda olsam muhtemelen ben de böyle davranıp konuşurdum, dedim içimden. Belki bu kadar çok ya da çabuk sinirlenmezdim ama gerçekçi olmak gerekirse işler yine de eninde sonunda buraya yakın bir noktaya gelirdi. Piyonunu kaybeden bir oyuncu ile şahını kaybeden bir oyuncunun yüz ifadeleriyle ruh halleri birbirinden farklı olurdu. Kaptan muhtemelen sorularımla, iddialarımla ona şah çektiğimi düşünmüş, görüşmenin ilk dakikalarında cömertçe sergilediği soğukkanlılığıyla nezaketini koruyamamıştı. Şimdi o nezaket acaba sahici miydi, diye sorguluyordum. Yoksa kaptan da benim gibi tamamen politik miydi? Gemideki en yüksek rütbeli, en usta diplomat o muydu? Peki bana, sorularıma yönelik şaşkınlığı, hayal kırıklığı ne derece içtendi acaba?  Belki de asıl politik olan sadece onlardı. Gerçekte o da benim gibi düşünüyor ama konumu gereği bunu itiraf edemiyordu. Bir kaptan olarak, yaptığımız gizemli, başı sonu belirsiz bu yolculuğun saçmalığını, belirsizliğini benim gibi vurgulayamaz, dillendiremezdi. Dediği gibi, o sadece yolculuğun güvenliğiyle konforuna odaklanmak, bunun dışında kalan şeylerle, özellikle de kuramsal, felsefi sorunlarla kendini meşgul etmemek, kafasını karıştırmamak zorundaydı. Belki de işi benim gibi spekülasyona vurursa sahiden de beyaz balinalar tarafından batırılıp boğulurduk ya da sonumuz Titanik yolcuları gibi olurdu. Gemideki ayrıcalıklı yolculardan biri olduğum konusunda da tamamen haklıydı. Üstelik bunu hak etmek için ne yaptığımı da hiç bilmiyordum Bir bilet almış değildim. Çetin sınavlardan geçmiş bulunmuyordum, piyango falan da kazanmamıştım, sadece şanslıydım. Bu kadar empatiyle akıl yürütmeden sonra Kaptan’dan nazikçe izin isteyip kamarasını terk ettim.  Hızlı adımlarla güverteye çıkıp küpeşteye dayandım. Yeni bir sigara yaktım. Hafifçe ürpererek dalgalanan uçsuz bucaksız okyanusa hüzün, biraz da öfkeyle uzun uzun baktım. Sana bu derece mahkûm olduğumuz için kendinle gurur duyuyor musun, büyükleniyor musun acaba? diye sordum var gücümle bağırarak.


Korkut Kabapalamut

 
 
 

Yorumlar


bottom of page