top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Korkut Kabapalamut- Kütüphaneci

Kütüphaneci’yle görüşmem beklediğim üzere muhteşem, son derece verimli geçti. Birbirimize anlatacak ne çok şeyimiz varmış. Birbirimizden habersiz aynı kitaplara, roman kahramanlarına tutulmuşuz. Aynı şeyler bizi heyecanlandırıyor, korkutuyor ya da mutlu ediyormuş. Hayret verici bir benzerlik bulunuyormuş aramızda, onunla âdeta ruh ikiziymişiz.

Görüşme sürpriz şekilde yirmi dört saatten uzun sürdü. Hiç uyumadık. Sadece iki kez, o da açlıktan karınlarımız guruldamaya başlayınca, sandviç molası verdik. Sohbetimiz boyunca bir kartondan çok sigara, litrelerce çayla kahve tüketmiş olmalıyız. Saatlerdir öksürüyorum, ne kadar su içersem içeyim gırtlağımdaki çoraklık hissinden kurtulamıyorum, tamamen katranla kaplanmış kaktüslerle süslü bir çöle dönüşmüş.

Aynı yaştaymışız. Hatta aynı gün ve saatte doğmuşuz. Farklı şehirlerde ama. O Kütüphane’nin olduğu bu büyük şehirde; ben çok uzak, soğuk, puslu, önemsiz sayılabilecek bir kuzey şehrinde. Ama ne harika bir tesadüftür ki yıllardır burada, onunla aynı yerde yaşıyorum. Bir gün yollarımızın kesişeceğine, bu unutulmayacak güzellikle derinlikteki sohbeti mutlaka gerçekleştireceğimize dair umudumu hep korudum. Sonunda da haklı çıktım. Saçmalama, hadi oradan, kendine gel, onun gibi büyük bir adam senin suratına bakar mı sanıyorsun gerçekten de, diyenler şimdi benden fellik fellik kaçıyor, saklanacak delik arıyorlar. Kütüphaneci gibi önemli birinin beni huzuruna asla kabul etmeyeceğini, yolda tesadüfen karşılaşsak bir yürekten selamımı zahmet edip de almayacağını, benim yıllardır göz göre göre kendimi kandırdığımı, son derece silik, sıradan bir kişiliğim olduğunu herhalde zaman zaman unuttuğumu savunuyorlardı yıllardır. Bir ara neredeyse ben de onlara inanacaktım ama son anda direkten döndüm. Mucizelerin gerçekleşebileceğine inanmaktan vazgeçmedim. Bir şeyin aşırı derecede gecikmesi onun hiçbir zaman yaşanmayacağı anlamına gelmez ki. Daha bu kadar basit, alelâde bir olgudan haberleri yok ahmakların. Bir de kalkmış benden çok daha zeki, akıllı, külyutmaz geçiniyorlar. Ben Kütüphaneci’yle görüşmeye layık bir insan olduktan, kendimi o düzeyde birine dönüştürmek için gece gündüz aralıksız çalıştıktan, üzerimde zorlu deneyler gerçekleştirdikten sonra o beni ne diye, hangi anlaşılmaz mantıkla reddetsin, aramızdaki kapıları suratıma acımasızca neden kapatsın, benimle ilgilenmediğini, umurunda bile olmadığımı neye dayanarak söylesin?

Kütüphaneci’yle, ona yazdığım üçüncü mektubun eline ulaşmasından bir ay kadar sonra buluşabildik ancak. Hayatımda tanıdığım en meşgul insan. Beş milyon civarında değerli ciltten sorumlu. Günde on dört saate yakın çalışıyor. Şimdiye dek işini onun kadar seven, benimseyen, mesleğine kendini böyle ölesiye adamış, sımsıkı bağlanmış birini daha görmedim. Ya okuyor ya sekreterlerine süratle bir şeyler dikte ettiriyor ya da tozlu arşivlerde düşük dereceli memurlarla birlikte çilekeş bir karınca gibi eğilip iki büklüm çalışıyor. Ayrıca kendisi de çok iyi bir şair ve yazar. Edebiyatın neredeyse her dalında kalem oynatmış, ama yazdıklarının tek bir sözcüğünü bile yayımlatmamayı yeğlemiş nedense. Hatta ben hariç onları kimseye göstermemiş bile şu ana kadar, varlıklarından dahi bir Allah’ın kuluna bahsetmemiş, ben de söz konusu sohbetimiz vesilesiyle bu büyük hazineden haberdar oldum. Bunu tahmin ediyor ama kesin bir şey de diyemiyordum kanıt yokluğundan dolayı. Şimdiye dek yüze yakın yapıt vermiş. Elbette bana tanınan kısıtlı sürede bunların tümüne birden göz atmam mümkün olamadı, zaten üç tanesinden gelişigüzel pasajlar okumam ne denli büyük, özgün bir yaratıcıyla, dünyaya belki de çeyrek asırda bir ancak gelen kıratta bir edebiyatçıyla, bile isteye gizli kalmış bir dâhiyle karşı karşıya olduğumu anlamama yetti de arttı. Hayatımda ondan daha iyisini okumadım diyemem gerçi, kesinlikle okudum. Ama günümüz yazarları arasında onun kadar iyisinin, yeteneklisinin bulunmadığına kalıbımı basarım. Bunu size iddialı, kıdemli, çalışkan bir okur sıfatıyla söylüyorum. Yazdıkları gerçekten de baş döndürücü, olağanüstü güzellikte, yenilikçi, müthiş sürükleyici.

Sanırım o da benden hoşlandı. Bana bol bol, her fırsatta iltifatta bulundu cömertçe. Sen de bir şeyler karalıyor musun yoksa? diye de sordu bir ara. Karalıyorum ama bunu ona itirafa, Evet efendim aynen öyle, hem de nasıl, marazi bir tutkuyla, manyakça bir tempoyla, demeye o anda nedense cesaret edemedim, dilim varmadı. Bu yüzsüzlük, iyi niyeti suistimal, bir parça da haddini hududunu bilmezlik olurmuş gibi göründü bana. Özellikle de kendi yazdıklarını bana bir kere okuttuktan sonra. O muhteşem cümlelerle, en büyük ozanlarınkine eş kuvvette ustalıkta dizelerle kıyaslayınca benim sıradan, bir şeye benzemeyen, sıkıcılıkta birbirleriyle yarışan güdük cümlelerimden, öykülerimden, sözüm ona şiirlerimden kime ne? Belli ki tümüyle yeteneksizin, ham ervahın biriyim. Şansımı yıllar yılı hemen her yazınsal türde defalarca deneyip hiçbirinde de biraz olsun dikiş tutturamadım, mesafe kat edemedim. Yayıncılarla dergiler bana hiçbir zaman yüz vermedi. Bir yanıt yollama inceliği göstermedi. Hayır bunlar henüz olmamış, daha demini bulmamış efendi deseler, hatta yazmayı artık sonlandırmamı önerseler, benim için hiç umut bulunmadığını, tünelin ucunda zayıf da olsa bir ışık göremediklerini samimiyetle söyleseler, onunla bile uzun süre avunacaktım. En azından üşenmeyip okumuşlar yazdıklarımı, ama ne çare ki beğenmemişler, yeterince hoşlarına gitmemiş, ne yapalım, bir yerde muhakkak fahiş bir hata yapmışım demek ki, iyi tamam madem, ben de bundan sonra tek satır bile yazmayıveririm, tümüyle asıl mesleğime odaklanırım olur biter, dünyanın sonu değil ya, derdim. Hayır efendim, onlar açıkça ben yokmuşum, kendilerine ürün falan göndermemişim gibi hareket etmeyi yeğledi hiç bıkmadan. Peki, öyle olsun. Ona da eyvallah. Kimse kimseyi beğenmek, iltifatlara boğmak, ona açıklamada bulunmak zorunda değil. Bu işler dünya var olalı böyledir. Sırf başkalarından daha çok istedin diye, ilgi duyduğun bir alanda başarı kazanacaksın, zirveye tırmanacaksın diye bir kaide yok. İstersen yarım asır boyunca o iş üzerinde neredeyse yedi çarpı yirmi dört çalış, o uğurda sular seller gibi ter dök, oflaya puflaya en mükemmel sonuca er ya da geç ulaşacağına dair kendi kendine defalarca ant iç. Sonuçta, olmayınca olmaz. Hayat sana hiçbir şeyin garantisini sunmaz. Uzun süre yürümüş olman, doğru rota üzerinde hareket ettiğin ya da gözettiğin hedefe eninde sonunda varacağın anlamına gelmez. Kütüphaneci’ye bunları söyleyemedim tabii. Salt kederle düşünmekle yetindim. Yazamıyorum beyefendi, dedim kendisine. Olmuyor. Aklımdan hiç geçmedi değil ama bir punduna getirip de daktilonun başına oturamadım niyeyse. Bir kere, aşırı derecede yoğun çalışıyorum. Kalan sınırlı zamanımı da okumaya ayırıyorum tümüyle. Zaten yazsam da bir şeye benzemezdi ki. Kendimde hiç öylesi bir yetenek göremiyorum, olsa mutlaka hisseder, yazmaya hasredecek zamanı ne yapıp eder bulurdum bence.

Kütüphaneci de bu konu üzerinde öyle uzun boylu durmadı, meseleye hiç takılmadı. Hadi canım sen de, hiç olacak şey mi şu söylediğin, karşında çocuk mu var, ben sanki bilmiyor muyum? Yazıyor musun, diye sırf lafın gelişi, usulen sordum ben. Yoksa senin kadar iddialı bir okurun, kitaplara hemen hemen benim kadar göz nuru akıtmış birinin mutlaka, belki biraz utana sıkıla, gizli saklı da olsa bir köşede yazıyor olacağını bilmeyecek kadar salak ya da acemi mi zannettin beni sahiden, demedi. Halbuki demesini, içimden geçenleri kolayca sezmesini, benim hesabıma uzun uzun dile getirmesini, avukatlığımı sevinçle üstlenmesini beklerdim. Öyle ya, madem ki ruh ikizim, neden sırf alçak gönüllüğümden, marazi boyutlardaki nezaketimden, sıkılgan tabiatımdan dolayı ona olumsuz yanıt verdiğimi anlayamadı, biraz olsun hissetmedi?

Yine de kırgın değilim kendisine. Sonuçta beni hiç hak etmediğim şekilde, hayatım boyunca karşılaşmadığım bir misafirperverlikle ağırladı. Belki de uzun sayılabilecek yaşamında ilk kez çalışmadı, onun yerine ben fakirle karşılıklı, baş başa oturup bir tam gün boyunca söyleşti, dertleşti, buna gönül indirdi, bana yüreğini açtı, her söylediğimi takdire şayan bir ilgi ve dikkatle dinledi. Oysa şimdiye dek en önemsiz, sıradan insanlar bile beni bu kadar ciddiye alma gereği duymamış; bana, Sen de nereden çıktın be, burada ne işin var, neden evinde ya da başka bir yerde değilsin, çekil git artık şuradan, durduk yere adamın asabını bozma, sana sonsuza dek tahammül etmek mecburiyetinde değiliz, hadi yallah, der gibi bakmıştı.

Kütüphaneci ufak tefek, biraz sakar, yüzüne küçük gelen antika bir gözlük kullanan, hafif kambur, konumuna oranla salaş giyinen, kocaman kafasının üzeri uçak pisti gibi dümdüz ve saçsız, insana her daim hayretle, ta içten gelen bir merak hissiyle, saygı ve dikkatle bakan, son derece alçakgönüllü, pek gülmeyen, hiç kahkaha atmayan, yapılan şakalara gereğince, zamanında tepki veremeyen, kitap gibi kusursuz ama içtenlikle konuşan, insanda hürmetle karışık bir çekingenlik hissi uyandıran bir adamdı. Belli ki bu özelliklere sahip olmak elinde değildi. Aslında size ayak uydurmak, coşkunuza hemen katılmak, heyecanınıza ortak çıkmak, esprilerinize gereğince gülebilmek, mesafeli tavrından biraz olsun ödün vermek, onunla konuşurken sizi mümkün mertebe rahat hissettirmek istiyor ama başarılı olamıyordu. Belki de değiştiremediği tabiatı, atalarından miras genleri öyleydi. Yine de görüşme boyunca sakin, doğal ve konuşkandım. Derdimi anlatmayı eksiksiz biçimde başardım. Hay Allah keşke şunu da ekleseydim, nasıl da unuttum diyeceğim en ufak bir şey kalmadı aklımda. Ona dair yoğun hislerimi de aynen oldukları şekliyle ifade ettim, kendisinin benim için ne anlama geldiğini, neredeyse kutsal bir kişilik olduğunu hemen anlayıp mahcup oldu garibim, yüzü kızardı, Aman efendim, diye başlayan bir savunmaya ve itiraza giriştiyse de onu kibarca durdurdum. Kesinlikle değerinin farkında bulunmayan biri. Ne olmuş yani dünyanın en büyük kütüphanelerinden birinin başındaysam, yerimde siz de bulunabilirdiniz pekâlâ, bence hiçbir şey fark etmezdi, bile dedi. Bugün varmış yarın yokmuş. Atalarımızın da tam bir isabetle buyurdukları üzere, kürsü kadıya mülk değilmiş, aslolan makamın kendisi imiş, seleflerine layık bir yönetici bile sayılmazmış aslına bakarsam, onlar kendisinden çok daha akıllı, bilge, oturaklı, otoriter, çalışkan, yetenekliymiş. Saat gibi işletiyorlarmış devasa kurumu. Kendisi ise ne yalan söylesin bir hayli zorlanıyormuş epeydir, bazen sayıları giderek artan onca cildi, onların gereğince korunması zorunluluğunu, değer bilmez ellerde mundar olabilecekleri ihtimalini düşündükçe, zaten kısa süreli, huzursuz sayılabilecek gece uykuları kaçıyor, durduk yere ödü kopuyor, delirecek, işinden hemen o sabah istifa etmeye, yerini daha yetkin, soğukkanlı birine, örneğin yardımcılarından en beğendiğine bırakmaya kalkışacak oluyormuş. Neyse ki çabuk vazgeçiyormuş bundan, yatışması fazla zaman almıyormuş. Eşiyle çocukları en büyük destekçisiymiş bu yolda. Ona sürekli moral aşılıyor, ülkede halihazırda bu makama ondan daha uygun kimse bulunmadığını söylüyorlarmış derhal, o da başta tutkuyla dirense, bu iddialara şiddetle karşı çıksa da, zamanla acı ya da belki bal gibi tatlı bu gerçeği kabullenmek zorunda kalıyor, istifa gibi saçma, sorumsuzca bir düşünceyi salt aklından geçirdiği için bile biraz utanıyor, suçluluk duyuyor, bazen de nedense gülüp geçiyormuş bu hiç olmayacak, komik, hatta çocukça tasarıya. Kendisinin başında olmadığı bir kütüphane, bir kütüphanenin başında olmayan bir kendisini tahayyül etmek bile olanaksıza yakın, düpedüz saçmalıkmış, abesle iştigalmiş açıkça, hiç olacak şey miymiş canım, absürt, ahmakça düşüncelermiş bunlar tamamen. Zaten bana anlatmasına bile gerek yokmuş bunları. Ben kendisine oranla bu hazin, kaçınılmaz, belki de uğurlu, mutluluk verici gerçeğin daha bir ayırdındaymışım. Ona olan hayranlığımı onaylamamakla, hiç kavrayamamakla beraber takdir de ediyormuş elbette, minnet ve sempati besliyormuş bana karşı. Bencileyin kimselerin sayısı son derece azmış. Belki de yalnızca ben. O da zaten benim gibilerin yüzü suyu hürmetine bu ağır sorumluluğu sırtlanmayı yıllardır kabul ediyormuş. Yoksa çekilecek nane değilmiş aslında. Akıllı adam işi sayılmazmış. Maaşı da epey düşükmüş ayıptır söylemesi. Örneğin bir parlamenter maaşının yarısı kadar ya var ya yokmuş. Asıl manevi sebeplermiş onu burada, oturduğu koltukta tutan. Bazen ailesine yeterli zamanı ayıramadığı için kederle karışık bir suçluluk hissi duyuyormuş ama onlar neyse ki bu konuda inanılmaz derecede anlayışlı, kolaylaştırıcıymış. Şimdiye dek hiç yüzüne vurmamışlar bu acıtıcı, iç paralayıcı gerçeği. Sen işine odaklan, bizi aklına bile getirme, biz böyle de iyiyiz, sen olmadan da bir biçimde idare ediyoruz, kendimize oyalanacak bir şeyler buluyoruz, sorunlarımızı bizzat halledebiliyoruz, vicdan azabı duymana hiç gerek yok, zaten yakında emekli olunca bu eksikliği kolayca telafi edersin, diyorlarmış. Fedakâr kimselermiş kısacası, bazen onları, onların bu özveri dolu sevecen yaklaşımlarını düşündükçe gözleri doluyor, ağlayacak gibi oluyor, antika gözlükleri buğulanıyor, çevresini hiç göremez oluyormuş. Bu harika aileyi hak etmek için ne yaptım ki ben, diye kendine soruyor, ikna edici bir yanıt bulamıyormuş sorusuna, yine de sonuç itibarıyla yaşamından, işinden, layık bulunmadığını düşündüğü ününden bile o kadar şikâyetçi sayılmazmış. Yuvarlanıp gidiyormuş herkes gibi, yazgısını hayata geçirmek her insanın kaçamayacağı temel vazifesiymiş zaten. Ben haddinden fazla, çok okumuş, zeki de bir insan sıfatıyla tümüyle farkında olmalıymış bu basit gerçeklerin. Ne de olsa acayip benziyormuşuz birbirimize. Bir elmanın iki yarısından farkımız yokmuş. Fiziksel yönden de tek yumurta ikizleri gibiymişiz. Giyinişimiz, ses rengimiz, konuşma biçimimiz neredeyse aynıymış, belki de hastanede birbirinden koparılmış kardeşlermişiz. Aynı gün ve saatte doğmuş bulunmamız da açıkça buna delâlet ediyormuş ona kalırsa, benim uzak, puslu, önemsiz sayılabilecek bir kentte doğmuş olmam bu sağlam teoriyi baltalıyor, işe yaramaz hale getiriyormuş gerçi ama emin miymişim onunla aynı doğum evinde dünyaya gözlerimi açmadığımdan? Acaba ebeveynimce bana yalan söylenmiş olabilir miymiş? Bu konuyu araştırma gereği duymuş muyum hiç bugüne kadar?

Kütüphaneci’yi artık eskisinden de çok seviyorum. Sağ olsun içtenlikle, alçakgönüllülükle, zarafetle davrandı bana. Beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı, nasıl da tatlılıkla, dikkatle, sevgiyle dinleyip anlamaya çalıştı. Yine de bundan sonra kendisiyle görüşür müyüz bilmiyorum. Sonraki görüşmeler, ilki kadar muhteşem, heyecan verici, soluk kesici geçmez. İlk yüzleşme, açık ara en iyisidir böylesi yıllar sürmüş bir hasret, bir susuzluk söz konusuysa. Belki emekli olduğunda onu evinde son bir kez ziyaret eder, kısa bir hâl hatır sorma faslıyla söyleşiden sonra da kibarca izin isteyip kalkarım. Bence tek yumurta ikizi falan değilsek, benzerliğimiz tümüyle rastlantıysa da, onunla aramızda telepati gibi bir şeyler var kesinlikle. Örneğin, bir arada bulunmak için onunla yan yana gelmemiz hiç de zorunlu değil bana sorarsanız.


Korkut Kabapalamut

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page