top of page

Öykü- M. Bülent Bingöl- Fincan Takımı

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 7 Kas
  • 5 dakikada okunur

“Hediyenin hafif meşrep takımıyım,” diye içimden geçirmiyor değilim. Yıllar oldu bu alemdeyim. Kucaktan kucağa geziyorum. Beni mağazadan birinci defa alan teyzenin yüzünü bile hatırlamıyorum. Kadınların sevdiği bir ürün olmama rağmen bir cinsiyetim yok. Her ne kadar turuncu oluşum çeşitli dedikodulara yol açsa da kendimi bir cinse ait görmüyorum.

Hediye denilince ilk akla gelen harcıalem bir takım olmam beni hiçbir zaman rahatsız etmedi. Sonuçta bir eşyaydım. Alınıp satılabilir, değiş tokuş edilebilir, hediye verilebilir; hayatın tam ortasında sohbetlerin eşlikçisi bir malzemeydim. Ucuz cazibem cepleri, dudaklara temasım gönülleri ısıtıyordu.

Yüzünü hatırlayamadığım teyze beni komşusuna hediye etmişti. Komşu, gelininin doğum gününde beni gelininin eline tutuşturuverdi. Gelin yalandan, çok sevinmiş gibi yaptı, apar topar beni gümüşlüğün üstüne koydu. Henüz yerimi yadırgarken gelin hanım kocasının en yakın arkadaşına ev hediyesi olarak takdim etti beni. Adamı biti kadar sevmezdi.

Kürşat aslında beni kullanmak istemişti, rengime bayılmıştı. İçimde tüten kahveyi hayal bile etmişti. Biraz seyredip düşününce beni ‘kitsch’ bulmuştu. Ağzından çıkan bu ecnebi sözcüğü duyduğumda, niye yalan söyleyeyim “kıç” dedi sandım. Kullanmaya içi elvermedi sizin anlayacağınız. Televizyon ünitesinin altına koyduğu ıvır zıvırların yanına hapsetti beni. Unutulduğumu sanırken çalışanlarından birine, tabiri caizse kakalandım. Karanlık günlerim kısa sürmüştü.

Nazife bana bayılmıştı. Ambalajımı açmaya kıyamadı. Annesinden kalma vitrinin en müstesna yerine koydu. Aklına geldikçe açılmamış paketimin tozunu alıyor hayran hayran bana bakıyordu. Bazen şeytan aç kullan diyordu ama Nazife şeytana uymuyordu. Bu zarif kızın yontulmamış bir kocası vardı. Her içtiğinde olay çıkarıyordu. Eşyaları üzerine fırlatıyordu. Yine öyle sarhoş geldiği günlerin birinde vitrini aşağı indirdi. Vitrinin içinde ne varsa Nazife’ye doğru savurdu. Tam beni fırlatacaktı. “Dur onu atma!” diye bağırdı Nazife. Adam şaşırdı. Şimdiye dek Nazife onun attığı bir şey için hiç bağırmamıştı. Nazife korkarak yanaştı. Beni adamın elinden aldı, emniyetli olduğunu düşündüğü altınlarını sakladığı çorapların yanına koydu. Altınların içinde bulunduğu çorabı göremedi. Ben de görmedim. Soramadı birkaç altınını koyduğu çorabın akıbetini. Maaşından gıdım gıdım biriktirdiği paralarla almıştı altınları. Kötü günler için biriktirmişti. En büyük korkusu işsiz kalmaktı. İyi de yapmıştı biriktirmekle altınları. Altın fiyatları tavan yapmıştı. Bir anlamı kalmamıştı altınların, göremeyince çorabı.

Kocasının nedenini bilmediği öfkesi benim sahneye girmemle beraber durulmuştu. Karısının dikkatini dağıtmak için aniden yılıştı ama Nazife yüz vermedi. Adam ortalığı topluyormuş gibi yaparak çorap çekmecesini iyice kapattı. Kendi kendine, “kapan susam kapan,” diye mırıldanıyordu.

Ertesi gün Nazife’yle beraber iş yerine gittik. Masasının en alt çekmecesine yerleştim. Yine mahpusluk günlerim başlamıştı. Sıkıldığımı söyleyemem çünkü sık sık Nazife’yle açık görüş yapıyorduk. Ben güneş ışığıyla kamaşırken o ağlıyordu. Mutsuzdu. Kocasından kurtulamıyordu. Her görüşmemizde daha çok parlayarak onu yüreklendirmeye çabaladım. En turuncu halimle seslendim ama cansız eşyaların sesi duyulmaz biliyorsunuz. Biz, altımız öldürülmüş kadınlar kadar sessizdik. Bir gün yine beni kucağına aldığında ölümden kaçacağını anladım. Beni sırdaşı Selma’ya bıraktı. Kucaklaştılar. Gözyaşları düştü jelatinime.

Selma’nın kitaplığının üstüne kondum. Yanımda Selma’nın yarım bıraktığı kitaplar vardı. “Tutunamayanlar”, “Ulysses”, “Ben Bir Kediyim”, “Pleksus”, “Üç Hayat” Selma yürümeyi ve okumayı seviyordu. Dönüp dolaşıp Suat Derviş okuyordu. Müptelası olmuştu. Sevgilisi yoktu. Telefonda konuşurken sıklıkla “evde kalmış kız” şakası yapıyordu. Kahkahaları duvarlara neşe veren tablolar oluyordu. Bu şakacı kızla huzurlu birkaç ay geçirdim.

Selma evlenen halasının kızına götürdü beni. Hala kızı yeni ev alan arkadaşına hediye etti. Arkadaş başka bir arkadaşına, başka biri daha başka birine derken yıllar geçti. Artık antika olmuştum ama ambalajım hiç açılmamıştı. Bir vesileyle bana sahip olan insanların kahramanı değildim ama hayatlarında yer alışımın bir değersizlik manzumesi olmadığına inanmak istiyordum. İtiraf etmeliyim ki; benim varlığım onlarda bir karşıtlık oluşturuyordu. Onlar için bir armağandan çok bir anti-armağandım. Yoruldum. Her ne kadar yorgunluğum kabıma vursa da, el değmemiş olmaklığım, devam ediyordu ama eskici dükkanına düşmeme mâni olamadı kullanılmamış olmam.

Üzülmem gerekirken bilakis mutlu olmuştum. Son zamanlarda ‘eskici dükkanları’ ile ilgili kitaplar artmıştı. Bulaştırıldığım evlerde kulağıma çok geliyordu eskici dükkânı lakırdıları. Bir dükkâna ait olmak daha güvenliydi sanki. Tozlu raflardan birine altılı halim gözüksün diye uygun bir açıyla yerleştirilmiştim. Vidaları gevşemiş çelik raflar eskimişlikten titrediklerinden hop diye mabadımın üzerine oturdum. Neyse huzurluydum ya o bana yeterdi. Burası beklemenin erdem olduğu bir yerdi. Kimi ya da neyi beklediğimizi bilmeden bekliyorduk. Belki bilmemek de beklemek kadar erdemliydi. Yanımda felsefe kitabı mı var diye işkillendim. Görmek için kımıldanınca eskici beni düzeltti. Tozum toprağım gitsin diye üflemez mi, ağzı leş gibi kaçak rakı kokuyordu. Acı ve keskin bir yasa dışı sarhoşluk. Edo döneminin alametifarikası; kaçak içki, kaçak sigara. Eskici elleri titreyerek şeffaf poşetten çıkardığı sigarasını yaktı. Yeterince mazot almadığı için elleri titriyordu. Birkaç kadehten sonra ipliği iğneden bile geçirebilirdi. Etrafıma baktım, cezveden başka bir alet göremedim. Fazla kıpırdadım herhalde yeniden kıç üstü düştüm. Eskici sese döndü, umursamadı. Kızı geldi. Beni raftan aldı.

“Düştüğünü görmedin mi baba?”

“Gördüm görmesine de sevmiyorum kadınsı şeyleri.”

“Kadınsı olduğunu nereden çıkardın?”

“Rengini görmüyor musun? Kimi sarı diyor kimi turuncu. Ayartmak için yaratılmış, ne idüğü belirsiz altı tane zımbırtı. Kendi kendine kulp takmış altı cüce tas. Tabi ki tas dişi bir eşyadır.”

“Çok kabasın. Bildiğin fincan işte. Cinsiyet yüklemenin alemi yok.”

“Aman aman, sizle uğraşılmaz.”

Cinsiyetimin tartışılması melek gibi hissetmeme neden oldu. Karşıda aynadaki görüntüme bakınca, hakikaten meleksi bir yanım vardı sanki. Benim üzerime tartışma yapılması hoşuma gitmişti. Meleklerin cinsiyeti ne olsa iyi olurdu?  Biri kahramansa diğerine ne demeli? Ya hermafrodit ise melek? Kafamın karıştığı bu tozlu atmosfere yakışıklı bir adam girdi.

“İyi günler. 1980’lerde üretilmiş turuncu fincan takımı arıyorum.”

“Hemen getiriyorum…Çok mutlu gözüküyorsunuz. Kendiniz için mi karınız için mi?”

“Sevgilim için. Siz de gülüyorsunuz.”

“Bir insanı mutlu görmek güzel, gülümsemek de.”

“Şeyda bunlara, zencilerin güneş ışığı gibi parlayıp insanın içini ısıtan özgür ve uçarı kahkahaları, diyor. Esas Şeyda çok mutlu olacak.” (1)

“Altı kahkaha…hediye mi?”

“Yok, torbaya koymanız yeterli.”

Eve vardık. Ahmet kapıyı açarken iyice heyecanlanmıştı. İçeri girer girmez seslendi.

“Bir takım daha buldum…Şeyma!” Şeyma koşarak geldi, elinden beni aldı.

“Sen bir tanesin. Nasıl buldun? En ince ayrıntısına kadar anlat.”

Ahmet eskicide yaşadıklarını harfiyen anlattı. Eskicinin kızıyla yaptığı konuşmayı. Karşılıklı gülüşmelerini.

“Ne? Sen fincanlarla ilgili sırrımı o kıza mı söyledin?”

“Hangi sırrı?”

“Fincanlarda, zencilerin güneş ışığı gibi parlayıp insanın içini ısıtan özgür ve uçarı kahkahaları olduğunu.”

“Sır olduğunu bilmiyordum. Çoğu zaman onlarla ilgilenirken benimle paylaştığın bir cümle değil miydi? Hatta cümlenin sonunda basardın kahkahayı. Aslında ben sadece ‘fincanların güneş ışığı gibi parlayıp insanın içini ısıtan özgür ve uçarı kahkahalar’ olduğunu hatırlıyorum.”

“Ne yani zencileri yok mu saydın?”

“Senin cümlenin aynısını söyledim galiba.”

“Kahkahalarının özgür ve uçarı olduğunu ve turuncu fincanlara benzediğini yalnızca ben biliyordum. Sırrım buydu. Benden başka bir sen biliyordun.”

Şeyda bu gergin ortamda beni elinden hiç bırakmamıştı. Okyanusta fırtınaya yakalanmış bir gemi sersemliğinde bir sağa bir sola savrulup duruyordum. Şeyda durmuyordu. Konuşuyor, kıpırdıyor, konuşuyordu. Biraz sakinledi. Bir musiki cemiyetinin korosundaymış gibi; bir sağa bir sola mutedil edayla sallanmaya başladık.

“Bunu bana nasıl yaparsın. Bu sır beni mutlu ediyordu. Ben onu ateşi çalar gibi çalıp, çıkardım rahiplerin dilleri ile susturdukları fincanlardan. Turuncu fincanlarda saklandığını keşfettim kahkahanın. Fincanların neşesine inandım.”

“Şeyma neler oluyor?”

“Sakin ol şimdi geçer… Üzülme çoktan affettim seni…Fincanlar?”

Şeyma jelatinimi nazikçe yırttı ve beni koca bir deniz kabuğu gibi Ahmet’in kulağına yaklaştırdı.

“Duyuyor musun?”

“Neyi duyuyor muyum Şeyma?”

“Fincanların kahkasını.”

 


(1)“Mutlu olduğunda şarkı söylerdi, ayrıca kahkaha atardı ve onda zencilerin güneş ışığı gibi parlayıp insanın içini ısıtan şu özgür ve uçarı kahkahası vardı.” Gertrude Stein. Üç Hayat. S.96.İş Bankası Yayınları.


M.Bülent Bingöl

 
 
 

Yorumlar


bottom of page