top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- M. Fatih Boz- Boşluk

“Ana, Hasan dayımın eski karısının adresini Ankara’da buldum.”

Yarım asır sonra gelen haberi Ankara’da yaşayan oğlundan almıştı. Münevver, kırmızı, çevirmeli telefonun ahizesini elinden bıraktı, eski ahşap masanın, solgun sandalyesine oturdu. Boynunda iple asılı duran yakın gözlüğünü hemen taktı. Sıra numarası verdiği hatıra defterlerini tek tek inceledi. Evet, “İşte burada,” dedi içinden. Yıllar önce kâğıtla ayırdığı sayfa önündeydi. Yengesi ile ilgili yazdığı metni tekrar okudu, boşluk bıraktığı yere işaret koydu, artık tamamlayabilecekti. Hatıralarını yazmaya beş sene önce mayısta başlamıştı. Yığınla defter kullanmıştı. Kasabada yeni harflerle okuyan ilk kız öğrenciydi. Aklında kalan pek çok şeyi bu beş yıl içinde sayfalarca kâğıda döktü. Bununla birlikte yazdıkları için de eksikler de yok değildi. Bunlar ya hatırlayamadıkları ya da o yıllardaki hadiselerin sebebini tam olarak bilemediğindendi.

Münevver ertesi hafta kendini Ankara’da buldu. Bekleyecek vakti de sabrı da yoktu. Oğlu, beyaz Renosu ile Anıtkabir’in karşısındaki üç katlı apartmanlardan birinin önünde durdu.

“Ana, işte bu apartman. Kapıdaki isim yerinde ‘Raife’ yazıyormuş.”

“Peki evladım.”

Yengesinin ismi bu değildi. Münevver, neden Raife yazıyor, diye aklının kıyısından geçirdi. Takma isim olduğunu düşündü. Ev birinci kattaydı. Bacakları hâlâ bedeni ile uyumlu olduğundan oğlu onu bekleme ihtiyacını bile duymadı. Yaşına göre kilosu makul sayılırdı. Üçüncü katta olsa dizleri biraz zorlanırdı ama birinci kata kolayca çıkıverdi. Kattaki iki kapıdan birinde “Raife” yazıyordu. Zile hafifçe dokundu, müzik melodisi çalmaya başladı. Evin içinden bir havlama, sonra yaklaşan terlik sesleri geldi. Kapıyı kırklı yaşlarda, yemeni ile saçlarını kulaklarının üzerinden örten bir kadın açtı. Hemen arkasında ise beyaz saçları arkadan toplu, bir bastona dayalı olarak ayakta duran yengesi ile yanında siyah gözleri ile siyah, beyaz, yoğun tüylü, küçük bir köpek bakıyordu. Münevver, beyaz saçları ve kaşlarına rağmen kahverengi gözleri ve yanağındaki ben ile yengesini tanımakta zorlanmadı. İçinden, “Boyu kısalmış, biraz kamburu çıkmış, seksen yaşına rağmen yine de iyi,” dedi. Yengesi de Münevver’i boylu boyunca süzdü.

“Münevver, ayol, kız sen misin? Safa geldin… Gel içeri.”

“Safa buldum abla.”

Yemenili kadın; Münevver’in önüne, yere terlik koydu. Münevver ile yengesi birbirlerine asırlık sarıldılar. Yengesindeki çiçek kokulu parfüm ile Münevver’deki yasemin kolonyası birbirine karıştı. Büyük ahşap, antika mobilyalar ile döşeli salonun duvarlarında pek çok yağlı boya tablo göze çarparken, camlı gümüşlükteki küçük minyatür figürlerin altındaki danteller arzı endam etmekteydi. Salonun yan duvarındaki konsolun üzerinde hunili gramofon ile yanında pek çok plak dizili iken, konsol üzerindeki duvarı ise etrafı ahşap işlemeli, oval bir ayna ve kurmalı, ahşap duvar saati süslemekteydi. Saatin akrebi yediyi, yelkovanı otuz beşi gösterirken saatin sarkacı sabitti. Salonun perdeleri açık olan camından görünen Anıtkabir bahçesi çam ağaçları ve akçaağaçlar ile canlı manzara tablosuydu.

Münevver, cama bakan üçlü koltuğa oturdu. Başını, omzunu örten uzun atkısını yanına katlayarak koydu; çantasından çıkardığı ince, oyalı, beyaz örtüsünü, kırçıllı saçlarının üzerine aldı. Yengesi ise tam karşısındaki tekli koltuğa yavaşça oturdu ve ahşap işlemeli bastonunu yanına aldı. Köpeği de önündeki siyah, beyaz renklerle bezeli halının üzerine yattı. Ortadaki ahşap sehpanın üzerinde kristal küllük, metal bir çakmak, kristal gondol bir tabağın içinde ise çeşitli, pahalı marka sigara paketleri diziliydi. Yemenili kadında ayakta bekliyordu.

“Münevver, kahveni nasıl alırsın?”

“Şekersiz, Rukiye abla.”

Yüzünü buruşturdu.

“Yok kız. Rukiye eskide kaldı. Raife olalı çok oldu. Raife de.”

Münevver’in kaşları yukarı kalktı, gözleri büyüdü, ağzı aralandı. “Demek oğlum onun için bana kapıda Raife yazıyor, dedi. Lakin ismini değiştirdiğini söylememişti. Belki de uzun zamandır onun için Rukiye ablanın izini bulamadık. Neyse ismine alışmam lazım, en iyisi sadece abla demek.”

“Peki abla.”

Raife, yemenili kadına döndü.

“Kızım bize iki sade. Bir de yanına bir şeyler getir.”

Münevver’e yorgun ama parlayan gözlerle baktı.

“Ne iyi ettin de geldin. Benimle artık görüşmezsiniz zannetmiştim.”

“Öyle olur mu abla. Sen yeğenlerimin anasısın.”

“Öyle ya…”

Münevver, sehpa üzerinde duran sigara paketlerine baktı. Çok sigara içmezdi. Günde bir veya iki. Efkâr bastığında ise biraz daha fazla içerdi.

“Abla, sigara dumanı dokunur mu, içebilir miyim?”

“Ayol iç. Ben de içerdim eskiden. Artık doktor müsaade etmiyor.”

Münevver, sehpadaki bir paketten ince, uzun bir sigara aldı. Raife konuşmaya başladı.

“Eee, anlat bakalım. Çocuklar ne yapıyor? Torunlar kaç tane? Sen ne yapıyorsun?”

Raife’nin sesini yıllar es geçmemişti. Yorgun ve çatallı sesi ile arka arkaya sorularını dizdi. Münevver, çocuklarını, torunlarını anlattı. Arada bir Raife sözünü kesti, geçmişe döndü, kardeşlerini sordu, konudan konuya atladı. Daha sonra elli yılın hesap cetvelini verir gibi titreyen elleri ile aralıksız konuştu. Raife, Münevver’in ağabeyinden boşandıktan sonra kendisi gibi öğretmen olan bir öğretmen arkadaşı ile evlendiğini, bu evlilikten tek oğlu olduğunu, ancak bu kocasının kötü alışkanlıklarının çok olduğunu, uzun yıllar sonra boşanma davası açtığını, lakin hakimin boşamadığını, yıllardır ayrı yaşadıklarını, üç büyük şehirde evinin bulunduğunu, arabası ve ehliyeti olduğunu ancak doktorunun artık kullanmasına müsaade etmediğini, bakıcısı ile yaşadığını, oğullarının farklı şehirlerde olduğunu, onlarla arasında soğukluk bulunduğu, torunlarının arada bir uğradığını, anlattı da anlattı. Anlatması bitince bastonuna dayanarak ayağa kalktı. Konsole yanaştı, konsol üzerinden bir plak seçti. Seçtiği plağı, gramafonun üzerine özenle yerleştirdi. Hafif cızırtı ile nihavent makamındaki bir klasik Türk müziği eserinin ağır melodisi salonda yankılanmaya başladı. Raife, yavaş adımlarla tekrar koltuğuna oturdu.

“Münevver, bu şarkıyı tanıdın mı?”

Radyoda dinlediği, sevdiği şarkılardan biriydi.

“Evet, Kimseye Etmem Şikayet”

“Hikâyesini bilir misin?”

Münevver, başını iki yana salladı. Raife devam etti.

“Hüzünlü bir hikâye. Güftesi İhsan Raif Hanım’a ait. İhsan Raif, henüz on üç yaşında bir kız çocuğu. Yüz yıl önce İstanbul’da bir konakta yaşar. Bir gün konakta çalışan bacıların komplosu ile odasından kaçırılmaya teşebbüs edilir. Kaçırmaya çalışan da reji memuru, evli ve çocuklu bir adam. Bu adam, İhsan Raif’i kaçırmaya muvaffak olamaz. Fakat dedikodular etrafa yayılır. Babası güngörmüş bir devlet görevlisi olmasına karşın dedikodulara boyun eğer, kızını henüz çocuk yaşta, kocaman bir adamla evlenmesine karar verir. Kızının okuma isteğini, gözyaşlarını, yalvarmasını dinlemez. İşte İhsan Raif Hanım bu mutsuz evliliği sırasında işte bu şiiri yazar.”

Plak cızırtısını Müzeyyen Senar’ın billur sesi bastırdı.

“Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime, Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime”

Münevver’in ağzının iki yanı aşağıya indi.

“Pek içli hikâyeymiş.” Kasabalı esnaf babam, beni on sekizimde sevdiğim biri ile evlendirdi. Mekânı cennet olsun.

Raife, başı önünde konuşmaya başladı.

“Esasında abinle benim boşanmama sebep annemdi.”

“Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime, Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”

Raife’nin üst göz kapakları düştü, yanağındaki kırışıklar daha da belirgin hale geldi, ellerinin titremesi arttı, devam etti.

“Hatırlar mısın? O gün eften püften bir sebeple abinle kavga etmiştim. Yok senin dediğin olacak, yok benim dediğim olacak diye. Sonra o kızgınlığım ile şehirdeki annemin evine gitmiştim. Annemin beni teskin edip evime döndüreceğini sanmıştım. Bilakis. Ben ertesi gün evime dönmek için hazırlanırken, annem önüme dikildi. ‘Kocanla barışırsan, eğer barışmaya gidersen, bu evin kapısının eşiğini öp öyle çık. Bir daha da ebedî olarak buraya dönme,’ dedi. Ah…”

Elinin titremesine sesi de eşlik etti.

“Ah… Toyluk işte. Yirmi altı yaşındaydım. Annemin bu sözünden sonra boşanmaya karar verdim. Biliyorsun oğlumuzun biri abinde, biri bende kaldı. Çocuklar ayrı büyüdü. Nice sonra anladım, annemin hakiki fikrini. Benim öğretmen maaşım var tabii. Benim maaşımla kardeşlerime bakmayı düşünmüş. Yani kendini düşünmüş. Ben o vakit fark edemedim.”

Raife’nin gözünden düşen yaşlar, yanaklarındaki kıvrımlardan solgun dudaklarına indi. Münevver, hiç bir şey diyemedi. İçinden, Ah, zavallı abim, ah zavallı yengem, dedi. Salonda sadece plaktan gelen şarkı vardı.

“Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime,

Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime,

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime,

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”

Raife içini çekti. Dalgın halde gramafona baktı. Şarkı nihayete erdi. Gri, örgü yeleğinin cebinden çıkardığı beyaz mendil ile gözlerini sildi.

“Kimseye etmedim şikayet. Ağladım halime. Ben abini sevmiştim. Yıllardır yüreğimde bir boşluk var. Keşke abin vefat etmeden evvel konuşsaydım onunla. Ama nafile.”

Durdu, nefesi kesilecek gibi oldu. Yardımcı kadın bir bardak su getirdi. Derin nefes aldı.

“Ah, Münevver… Bu şarkıdaki hikâyede baba zulmü, benim hikâyemde ise anne… İhsan Raif uzun süre bu mutsuz evliliğe katlanır. Kocasının kendisini aldatması sebebiyle, ancak on dört sene sonra boşanabilir. Sonra mutlu bir evlilik yapar. Ancak elli yaşına yakın vefat eder. Geç gelen mutluluk, genç gelen bir ölüm onun kaderi olmuştur… Benim ise kaderim; gelmeyen mutluluk, gelmeyen ölüm, dolmayan boşluk oldu.”

Münevver, salondan geçilen balkona çıkmak için izin istedi. Balkondaki açılır kapanır, siyah beyaz renkli, bez sandalyeye oturdu. Ağaçların ardından Anıtkabir önündeydi. Mütareke döneminin ilk mayısında dünyaya gelmişti. O günden bugüne tam yetmiş sene geçmişti ve yine mayıs ayıydı. Gazi Paşa’ya bir Fatiha okudu. Hatıratında yengesinin boşanma sebebini yazmaktan vazgeçti. Bir sigara, bir sigara daha yaktı. Sigara dumanını derince içine çekti, sonra havaya üfledi.


M. Fatih Boz

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page