Öykü- Tuğrul Durmazer- Tozlu Kaldırımlar Müdavimi
- İshakEdebiyat

- 6 gün önce
- 6 dakikada okunur
Güneş henüz doğmamış, hava aydınlanmamıştı. Yeniköy’ün sokak lambaları, o duygusuz sarı ışıklarıyla iş makinelerinin çukurlar oluşturduğu, düzensiz yolları ve toz içindeki kaldırımları aydınlatıyordu. Birkaç evin bahçesindeki köpeklerin sesleri dışında, Lidya Sokağı’nı kaplayan başka bir ses yoktu. Bu sırada Alper işe gitmek için çoktan uyanmıştı. Yatağından kalktığında ilk iş takvime baktı. Bugün işe gitmeden önce bir yere uğraması gerektiğini hatırladı.
Mutfağa yöneldi. Çaydanlığın altını yakarken, hafif şişkin yansımada kendisini normalden daha da şişmanlamış gördü. Lavaboya gidip yüzünü yıkarken de aynadaki yansıma aynıydı. Şişman bir suratı vardı, deniz mavisi gözlerinin altından sanki yıllardır hiç uyumamış gibi yorgunluk akıyordu.
Halbuki ne çocukluğunda ne de lise yıllarında hiç böyle paspal ve yorgun değildi. Nasıl göründüğüne elinden geldiğince dikkat ederdi. En azından hayata karşı bu kadar umutsuz değildi; okuldan çıktığında sevinçle yürümezdi ama adımlarında kederin izi de olmazdı. Gece vakitleri, yüzlerce kişiyle beraber kaldığı odasının ranzasında onlarca hayalin peşinden koşardı. Kaç gece, açık penceresinden esen rüzgârın yüzünü okşayışlarıyla, ileride kendi ayakları üzerinde duracağı zamanları düşünmüştü. Ama artık tüm bunların üzerinden çok uzun zaman geçmişti. Yurt zamanlarını her düşündüğünde o yaşlardaki motivasyonunu çoktan kaybettiğini, artık içinde onu kamçılayan bir alevin kalmadığını yüreği burkularak fark ederdi.
Elinde, geçmişin hayal dolu günlerini yâd etmekten başka bir şey kalmamıştı. Tüm bunları düşünmek canını sıkmış olacak ki, sağ elini, sanki aynadaki yansımasını ve düşündüğü tüm tatsız anıları kaybetmeye yarayacakmış gibi salladı. Kaybolan bir şey yoktu. Üstelemedi; odaya geçerek giyindi. Hızlıca kahvaltısını edip çayından birkaç yudum aldıktan sonra yola çıktı.
Otobüs durağına doğru yürürken, “Bu yollardan nefret ediyorum,” dedi kendi kendine. Bir lise duvarının kenarına yapılmış on kişilik mezarlıktan, yol kenarlarında her gün daha da çoğalan koyun pisliklerinden, bir yanında güzel evlerin diğer yanında kerpiçten yapılmış derme çatma ahırların olduğu sokaklardan bıkmış usanmıştı. Her seferinde aynı yollardan aynı insanların yanına gidiyor olmak, bu değişmez rutinin iradesiz bir dişlisi haline gelmek, onda her şeye karşı bir hoşnutsuzluk doğuruyordu. Beş senedir Yeniköy’de yaşıyordu ama asırlar geçmiş gibi hissediyordu.
İşyerinde yaptıkları da değişmez bir rutindi; her gün yerleri süpürür, yeni gelen ürünleri önce depoya sonra boşalan raflara yerleştirir, kasada bin bir türlü insanla uğraşırdı. Hatta çalışma arkadaşlarıyla girdikleri muhabbetleri bile neredeyse aynıydı. Yalnız, Asım ağabey dediği yaşlıca bir adam bu tekdüzeliğin içerisinde nadide bir yere sahipti.
Asım ağabey, ellilerinin sonunda, uzun boylu, kır saçlı, ince bıyıklı, konuşmaktan son derece keyif alan sıradan bir adamdı. Gençlik yıllarında Söke’de meyan kazmaktan, Kuşadası’nda pamuk çapasına gidip bir iki karış kadar uzamış otları temizlemekten, Muğla’nın ormanlarında dikim yapmaya kadar her türlü işte çalışmış; bunlar sezonluk işler olduğundan ve pek fazla da bir kazanç bırakmadığından, farklı işler denemeye karar vermiş, ancak bu sefer de kredi borçlarıyla uğraşmaktan bir türlü düzen tutturamamıştı. On yıl önce eşi Hayriye Hanım’ı da kanserden kaybedince her şey tepetaklak olmuştu. O gün bugündür tek derdi, üniversite okuyan oğlunu meslek sahibi edebilmekti. Elinde avucunda kalan tek varlığı; oğlunu, durmadan anlatır, onunla ne kadar iftihar ettiğinden bahsederdi. Oğlu da tıpkı babası gibi uzun boyluydu. Asım kadar olmasa da konuşmayı sever, iletişim kurmaktan çekinmezdi. On yaşına kadar haylaz denecek bir çocukluk geçirse de, Hayriye Hanım’ın vefatı sonrasında hayatın gerçekliğiyle erkenden tanışmıştı.
Yaşlı adam, başına gelen olaylara sitem eden biri değilse de, çok sevdiği eşini sancılı bir hastalık süreci içerisinde görmek derinden etkilemişti. Birçok gece Allah’a, karısının değil kendisinin canını alması için yalvarmış ama nihayetinde korktuğu şey başına gelmişti. Bu süreçte en büyük dayanağı oğluydu; ona sarılıp her şeyin üstesinden gelebileceğine inandı. Oğlu da babasının gönlünü hoş tutmaya özen gösteriyordu. Üniversiteden fırsat bulabildikçe markete gelip babasına sürpriz yapardı. Asım’ın tüm yaşadıkları, ondaki şefkati daha da artırmıştı. Markette tanıştığı solgun suratlı, kederli olduğu her hâlinden belli olan Alper’e de destek olmak, onun için bir yürek borcuydu. Elinden geldiğince işi öğretiyor, samimi davranıp destek oluyordu.
Bir keresinde depoda otururken Asım, Alper’e oğluna çok benzediğini söylemişti. O an sadece ufak bir gülümsemeyle yetinmiş ama bu sözler aklından hiç çıkmamıştı. Birinin oğlu olmak nasıl bir şeydi? Ailesiyle hiç tanışmamıştı ki... Tekrar tekrar yankılandı ihtiyarın sözcükleri. Bir zaman sonra aklında en çok yer eden şey, omzuna dokunan elin sıcaklığı, ihtiyarın ağzından dökülenlerin yumuşaklığıydı. Asım ağabey, bilmeden bir yüreğin okşanmaya en muhtaç yerine dokunmuştu.
Alper, bu hitapları ve babacan davranışları bir zemine oturtmaya çalıştığı her seferde canını sıkan tek şey: Asım’ın öz oğluydu. Alper, iftiharla bahsedilen evladı birkaç kez görmüş ama hiç uzun uzadıya sohbet etmemişlerdi. Asım’ın kendisine gösterdiği ilgi, ihtiyarın öz oğluna kaydığı anda Alper oradan hızlıca uzaklaşır, Umut’tan bir telefon gelip de yaşlı adamın heyecan ve sevinçle açışını gördükçe derin bir hüzne kapılırdı. Başlarda bu hüzün pek şiddetli değildi, hatta ilk seferde umursamazdı. Fakat Asım, Alper’le sohbet ederken bile bir telefon çaldığında derhâl telefona sarılır, Alper’i unuturdu. Bir bahçeyi gezen turistlerin, ilk gördükleri herhangi bir çiçeğe verdikleri değerin, yürüdükçe görülen diğer çiçeklere kayması gibi, Alper de Umut’tan gelen bir telefonla hemen kenara koyulurdu.
Zihninde binlerce düşünce dolaşırken çoktan durağa gelmişti. Bugün marketten önce merkeze gitmeliydi. Her zaman kullandığı Kötekli minibüsüne binmedi. Stadyum otobüsü gelene kadar bekledi. Yol boyunca ne işi ne de Asım ağabeyini düşündü. Sanki tüm fikirlerinden arınmak ister gibi sakindi.
Son durağa geldiğinde stadyumun önünde indi, hemen birkaç metre ilerledikten sonra ara yola saptı. İki kenarına da arabaların eğri büğrü park edildiği sokağın sonuna geldiğinde varacağı yere ulaşmıştı. Dükkânın içerisinde uzun süre dolandı, istediği gibi bir saat yoktu. En son gözüne, kırk iki milimetrelik çelik kordonlu, yeşil kadranlı, tam da Asım’ın haftalar önce mal kabuldeki ürünleri yerleştirirken kırdığına benzer bir saat takıldı. Hediye paketi yapılmasını istedi. Tuttuğu ufak pakete bakarken gözleri parlıyordu.
Dönüş yolunda çantaya defalarca bakıp gülümsedi. Bir an önce markete gidebilmek için can atıyordu. İnmesi gereken durağa geldiğinde adımları yavaşlamış, nabzı hızlanmıştı. Personel alanından markete girdi, depoda birkaç kişinin konuştuğunu işitti. Asım ağabey de orada olmalıydı. Göğüs kafesi hızla inip kalkıyordu, elindeki ufak paketi daha da sıkı tutmaya başladı.
Asım ağabey, uzun boylu, sarışın bir adamla depoda oturmuş çay içiyordu; mutlu olduğu her hâlinden belliydi. Sohbetlerine o kadar dalmışlardı ki, kapıdaki Alper’i kimse fark etmemişti. Birkaç saniye olduğu yerde bekleyen Alper, Asım’ın yanındakinin Umut olduğunu fark etti.
İhtiyar, sol elini oğlunun omzuna koyup bir güzel sıvazladı.
“Aslan oğlum, ne iyi ettin de geldin.”
Umut, oturduğu yerden kalkıp, “Babalar günün kutlu olsun, babam,” diyerek ihtiyara sarıldı. Baba oğul uzun süre ayrılmadılar.
Umut, Asım’ın kollarından ayrılırken bir an duraksadı.
“Bir şey daha var baba…”
İhtiyar önce ne karşılık vereceğini bilemedi, oğlunun ellerini kendi elleri arasına alıp sordu: “Hayırdır inşallah oğlum?”
Umut, babasının ellerini yavaşça kaldırıp öptükten sonra alnına koydu. Sesinde bastıramadığı bir heyecan vardı. Cebinden telefonunu çıkarıp ihtiyara uzattı.
“Gözlüğüm yanımda yok, ne yazıyor göremiyorum.”
“Atandım baba!”
Yaşlı adam, Umut’un ışık saçan gözlerine bakakaldı.
“Oğlum… Sahi mi diyorsun… Atandın mı?”
Gözleri çoktan yaşlarla dolmuştu.
“Elâzığ Merkez Atatürk İlkokulu… Biraz uzak ama olsun, artık öğretmenim baba.”
Asım gözlerindeki yaşları elleriyle silip tekrar sarıldı oğluna.
“Annen de şu günleri görebilseydi…”
Umut’un gözlerinde bir anlığına Hayriye Hanım belirdi. Ak tenli, beyaz yazmalı hâliyle gülümsüyordu. Sonra görüntü dağıldı, sanki rüzgârla savrulmuş bir anı gibi.
“Burada olsa, seninle ne kadar gurur duyardı… Aslan oğlum benim.”
Asım, yılların yorgunluğunu ilk kez omuzlarından atmış gibiydi.
Baba oğulun sarılmaları yine kısa sürmemişti. Tam ayrılacakları vakit, Asım ağabey, Alper’i depo girişinde kendilerine bakarken fark etti. “Alper, sen de mi buradaydın?” dedi.
Girişte dikilmiş duran Alper, başıyla selam vermekle yetindi. Asım, oğluna dönmüş, “Hadi oğlum, çıkalım,” derken gözleri ışıldıyordu.
Asım, Alper’in yanından geçerken göz ucuyla bile bakmadı; öylece geçip gittiler. Alper uzun süre hareket edemedi. Titreyen elleriyle tuttuğu paketi, kırmaktan korkarcasına boş bir rafa koydu. Gözleri dolmuştu ama ağlamadı. Asım’ın sıcaklığında aradığı umut, başka bir çocuğa aitti. İçinden en ufak bir şey yapmak geçmiyordu. Uzun uzun yutkundu. Asım ağabeyine kızmaya gönlü varmıyordu.
Az önce olanları bir kez daha canlandırdı zihninde. Gözlerinin parlak mavisi derin bir hüzne boğulmuş, tüm ışıltısını kaybetmişti. Birkaç dakika önce baba oğulun oturduğu paletin yanına çöktü. Dizlerini karnına çekerek sırtını duvara dayadı. Gözlerini, penceresiz deponun gri, pürüzsüz tavanına dikti. Bir müddet öylece oturdu. Ellerinin titremesi geçmiş değildi. Boğazında öyle bir düğüm vardı ki, en ufak bir ses çıkarmasına bile izin vermiyordu. Dili konuşmaya varmasa da, zihni bir kazan gibi kaynıyordu.
Daha küçücük yaşlarda, yetiştirme yurdunda en yakın arkadaşının ısmarladığı yirmi beş kuruşluk krakeri hatırladı. Beraber oturup yerlerken ikisinin de yüzleri gülüyordu. Ertesi gün, Veysel, yanına getirdiği üç arkadaşıyla Alper’i yatakhanede sıkıştırıp o yirmi beş kuruşu zorla aldığında ne kadar üzülmüştü. O günden zihninde kalan diğer üç kişi değil, aynı sırada oturup sürekli beraber gezdiği Veysel’di. Yatakhanenin duvarına dayandığında karnında hissettiği kramp, şimdi yine acıtıyordu canını.
Ne zaman bir baba-oğul yan yana gelse, Alper’in içi bir anda boşalırdı. Ona ait bir koku, bir ses, bir ten hiç olmamış gibiydi. Onun yerine, çocukluğundan kalan tek şey; kendi saçını okşayan kendi parmaklarıydı.
Derin derin soludu. Yalnızlığın soğukluğu ruhunu titretti. Oturduğu yerden güçlükle kalktı. O gün, mesaisi bitene kadar boş gözlerle dolaştı marketi. Bitmiş ürünleri raflara yerleştirip, etiketleri göremeyen müşterilere fiyatları söyleyip yerleri temizledi.
Tuğrul Durmazer




Yorumlar