top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Medine Sarıoğlu- Gece Uçan Kelebek

“Ama sen beni evcilleştirirsen, yaşamıma ışık girmiş

gibi olacak. Bütün öteki ayak seslerinden farklı bir ayak sesini tanımayı

öğreneceğim. Öteki ayak sesleri beni toprağın altına kaçırıyor. Senin ayak

sesin beni yuvamdan dışarı çağıracak, bir türkü gibi.”

Küçük Prens Antoine de Saint-Exupery


“Şu gece bir bitseydi,” diye tısladı ayrık dişlerinin arasından. Günlerdir uykuyu unutmuş gözleri içine içine batıyor. Geceyi esir alan yapışkan yağmuru, daha yatağından bile çıkmadan iliklerinde hissediyor Ramazan. Boğazına kadar balçığa batmış gibi düğüm düğüm yutkunuyor. Üç beş lokma girecekse eğer boğazına, tere batmış şu yataktan bir an önce kalkması, yapması gereken ne varsa bir çırpıda halletmesi ve her şeyi geride bırakması lazım.

Yataktan kalkarken bakamıyor sağ tarafına. Sanki hâlâ Asiye’nin soğuk ve nemli elleri geziniyor sağ yanında, arkasını dönse yorgun gözlerle gülümseyecek gibi.

“Geçecek Ramo, merak etme.”

Asiye’nin dediği oluyor; hızlı, hem de çok hızlı geçiyor.

Çok değil, daha iki gün önce bu yatakta Asiye’nin buz tutmuş ellerini, bir güvercininki kadar küçük ayaklarını ısıtmaya çalışıyordu. Tarhana karıyor, kendi boğazından kestiği köfteyi ona kızartıyordu. Asiye’nin bütün bitkinliğine rağmen, sımsıkı kucakladığı, beyaz fırfırlı sarı battaniye yumağının üzerinden az da olsa gülümsemesine binbir umut bağlıyordu. Asiye uyuduğunda kucağındaki küçük battaniye topunu usulca kavrıyor, ancak o zaman beşiğine bırakabiliyordu. Ama uykuyla uyanıklık arasında bir yerlerde kaybolan Asiye, aniden yerinde sıçrıyor ve daha gözlerini açar açmaz bebeğinin yokluğunu fark ediyordu.

“Kelebeğimi ver bana Ramazan. Onu az daha koklayayım ne olur.”

Asiye, bir kelebek hafifliğiyle uçup gidene kadar hiç bırakmadı o sarı battaniye yumağını.

Yatağın ucundaki beşiğe doğru ayaklarını sürüyor Ramazan. Ne onun ne de Asiye’nin dalamadığı bütün uykuları kendine çekip huzurla uyuyan bebeğe bakıyor. Ağzına gelen acı safranın kokusuna yepyeni bir yaşamın ferahlığı karışıyor, gözlerini hızla bebekten kaçırıyor.

Ramazan hızla giyinip hazırlanıyor. Asiye’nin bebek için ördüğü hırkaları, patikleri, yelekleri, zıbınları bir çantanın içine tıkıyor. Sarı battaniyesine sarılı bebeği kucaklayıp Asiye’nin temizliğe gittiği bir evden hediye edilen ana kucağına koyuyor.

Sahi anasını yitirmiş bebelere de sahip çıkıyor mu bu ucundan neşeli oyuncaklar, sallanan ana kucakları? Ne bilsin Ramazan… Çarparak çıktığı kapının uğultusu var sadece kulaklarında.

Gece kulübünün arkadaki depo girişinden hızlıca içeri süzülüyor Ramazan. Süngeri fırlamış sandalyelerin, bir bacağı kırık masaların, tozdan görünmeyen devasa aynaların, kulpu kırık bira bardaklarının; velhasıl bir zamanlar mekânın demirbaşıyken şimdi zamana yenilen türlü türlü eşyanın yığıldığı koridordan geçip en sona, kulisin tam altındaki odaya giriyor.

Ana kucağında kıpırdanan bebek, şimdi uyanmış mırıltı gibi sesler çıkarıyor. Sanki anlatmak istediği çok şey var gibi kıpırdanıyor minicik bir çizgiden ibaret dudakları. Tam da esaslı bir yaygara koparmaya niyetlenmişken, ağlama nöbetlerini bağrında dindirecek kimsenin olmadığının farkında olan mahçup mırıltılar bunlar. Dayanamayıp kucağına alıyor Ramazan. Alır almaz yine o koku gelip yapışıyor burnuna hiç sektirmeden.

“Hayat gibi kokuyor,” demişti Asiye ilk kucakladığında.

“Tıpkı senin gibi,” demişti Ramazan da.

“Adını Narin koyalım,” demişti Asiye. “Narin bir kelebek gibi gelip hayat versin yuvamıza.”

Ama şimdi Ramazan’ın bir yuvası yok. Ne bir yuvası ne de hayatı…

Ramazan, Asiye gittikten sonra yaşamıyor ama ölmüyor da. Sadece Asiye’nin yarattığı koca boşluk an be an genişliyor içinde.

Odanın en ucunda, en karanlık köşede duran eski kadife koltuğun üzerine yerleştiriyor ana kucağını. Verdiği mamayı bitirir bitirmez yeni bir uykuya dalan bebek uyanmasın diye Asiye’nin beyaz oya işli tülbentlerinden birini örtüyor ana kucağının üzerine. Asiye’nin tülbendine sinen kokusu yalnız bırakmasın yavrusunu bu karanlık köşelerde. Burnunun direği öyle bir sızlıyor ki yıkıldı yıkılacak gibi sendeliyor Ramazan.

Aralarda tuvalet bahanesiyle gelir bakarım diye geçiriyor içinden. Zaten bu geceyi atlattı mı yarın sabah Asiye’nin küs öldüğü abisi Salim’in kapısına bırakacak Narin’i. İçi kavrulsa da bırakacak. Ne de olsa Salim onun dayısı. Bakar büyütür elbet kendi çocuklarının yanında. Asiye ölmeden önce yemin ettirmişti ama mümkünü yok bu işin. Pavyon köşelerinde nasıl bir bebek büyütsün ki Ramazan? Narin’in ömrünün Asiye’nin kelebek ömrüne benzemesinden ölesiye korkuyor. Eliyle Salim’in adresinin yazılı olduğu kağıdı yokluyor cebinde. Cebi ağırlaşıyor.

Patronun rakip gece kulübünden transfer ettiği yeni şarkıcı bu gece işe başlamasa Ramazan akşam kulübe gelmeyecekti bile. Ama patron zaten büyük olay çıkararak kadrosuna dahil ettiği Aysu Şahane yüzünden Ramazan’ı apar topar işe çağırdı daha Asiye’nin toprağı bile soğumadan.

“Büyük iş yaptık Ramazan” demişti patron telefonda. “Bak bu Aysu var ya her akşam tek başına doldurup doldurup boşaltıyor Muhlis’in dükkanı. Aralarında kavga çıkmasa mümkün değil Aysu’yu ikna edemezdik bize gelmeye. Ne olmuşsa olmuş artık o bizim meselemiz değil. Ama bu Muhlis’ten her türlü puştluk beklenir. Tetikte olmak lazım Ramazan. Aysu’nun başına bir şey gelirse senden sorarım hesabını.”

Odaya son bir kez göz attıktan sonra hızla yukarı çıkıyor Ramazan. Depodaki küskün ışıktan sonra maruz kaldığı parlak neonlar gözlerini yakıyor. Kapı önündeki dev levhada renkli lambalar bir yanıp bir sönüyor.

“Aysu Şahane… Aysu Şahane…”

Aylardır sahne almayan Aysu, daha ilk geceden kulübü tıklım tıklım doldurmayı başarmış, içeride tek boş bir masa bile görünmüyor. Aysu’nun on beş dakika önce yardımcısıyla birlikte arka kapıdan girdiğini söylüyor kapıdaki güvenlik görevlisi. Ramazan aceleyle kulise doğru seğirtip içeri giriyor.

Kapıyı açar açmaz yüzüne ağır bir hüzün çarpıyor Ramazan’ın. Boca edilmiş parfümün baharatlı kokusu bile o keskin hüznü bastırmaya yetmemiş ki Ramazan içeri adım atar atmaz afallıyor.

Pullu payetli elbisesinin laciverti yüzüne vuran kadın var karşıda. Lacivert bir hüzünle aynaya bakan. Dünyaya dair hiç bir ümidi kalmayanların geçkin gözleriyle bakıyor. Öyle bir bakıyor ki Ramazan’ın açık seçik kederi dahi irkilip saklanacak delik arıyor. Odanın bir köşesinden çıka gelen yaşlı kadın da konuşmasa, kimse tek kelime etmeden, kendi acılığında susup kalacak.

“Ramazan sen misin?” diyor yaşlı kadın.

“Benim,” diyor Ramazan.

“İyi. Şimdi sahneye çıkıyor Aysu Hanım. Gözünü ayırma ondan.”

Sesini çıkarmıyor Ramazan.

Ters ters Ramazan’ı süzüyor kır saçlı kadın. Bunun kendine hayrı yok, der gibi. Doğru. Ne Asiye’ye ne Narin’e… Ramazan’ın kime hayrı oldu ki Aysu Şahane’ye olsun?

Aysu Şahane sahneye çıktığında kopan alkış tufanı, Ramazan’ın kulaklarını paralıyor. Her bir şarkıda onlarca müşterinin içinden geçen ne varsa çarpıyor kulübün sağır duvarlarına. Yoksunlukları görünmez kılıyor Aysu’nun sesi. İstenen oluyor, tüm müşteriler eğlendiğini zannediyor.

Ama Aysu Şahane’nin sesi başka bir şeyi hatırlatıyor Ramazan’a. Mis kokulu bir pudra gibi saf ve temiz bir şeyi... Hani tarazlanmış kalbine sürse, yumuşacık yapıverecekmiş gibi.

Narin’i kontrol etmek için Aysu’nun sahne arası verip kulisine geçmesini fırsat biliyor. Tam aşağı koşacakken merdivenlerde patronla burun buruna geliyor.

“Ne işin var ulan senin burada?”

“Aysu Hanım,” diye kekeliyor Ramazan. “Kulisine ılık su istedi de onu alayım dedim aşağıdaki depodan.”

“Garson musun oğlum sen?” diye kükrüyor patron. “Sıçtırma ılık suyuna. Sen git işinin başına, ben gönderirim odaya.”

Ramazan önce derin bir nefes veriyor sonra içinden kallavi bir küfür savurup gerisin geri yukarı çıkıyor. Aysu Şahane’nin kulisinin önünde nöbet tutmaya başlıyor, tam patronun istediği gibi. Çünkü aniden Muhlis’in adamları baskın yaparlarsa, Aysu’ya zarar vermek isterse Ramazan kendini siper edecek. Çünkü Ramazan’ın işi bu. Bir başkası yaşayabilsin diye, aldığı üç kuruşun gereği Ramazan kendi hayatını sürüyor ortaya.

Ama asıl en sevdiğini koruyabildi mi ki Ramazan? Kendini siper edebildi mi Asiye’nin ölümüne? Tam şu an belki Narin’i de koruyamıyor. O minicik bedeni bırakmadı mı kirli ve karanlık bir odaya üç beş kuruş için. Asiye’nin emanetine, onun küçük kelebeğine bir gece bile bakmayı becerebildi mi?

Belki ağlamaktan yorgun düştü, belki açlıktan bayıldı, belki nefesi tıkandı! Hep senin yüzünden Ramazan. Hep senin yüzünden… Asiye’yi koruyamadığı gibi, Narin’i de koruyamayan Ramazan yüzünden…

Ensesinden sırtına doğru bilek kalındığında soğuk bir ter boşalıyor Ramazan’ın. Öyle soğuk ki önce çenesini, sonra kollarını en son da dizlerini titretiyor.

Allah benim cezamı versin diye inliyor Ramazan. Allah benim cezamı versin!

Akan ter kuyruk sokumundan aşağı kıvrılıyor. Ramazan’ın gözleri kararıyor. Öyle bir kararıyor ki ne hâlâ sahneye çıkmayan Aysu Şahane, ne de nobran patronunun silüeti geliyor gözünün önüne. Sadece Narin var orada: Asiye’nin küçük kelebeği…

Ramazan, kapkara gözlerle merdivenlerden atlıyor.

Kirli ve loş odanın kapısını yıkarcasına açıyor. Ana kucağını bıraktığı boz bulanık koltuğun üstünün boş olduğunu görünce tümden eli ayağı boşalıyor. Tam yere kapaklanacakken, omzundan dokunan bir elin teması diriltiyor Ramazan’ı.

Aysu Şahane’nin yanındaki yaşlı kadın, Ramazan’ın kararmış bakışlarının arasından sapsarı dişleriyle gülümseyerek sızıyor.

Odanın diğer ucunda parlayan lacivert ışığı gösteriyor kadın. O lacivert ışığın pırıl pırıl aydınlattığı beyaz memesini bebeğe veren kadını. Kendinden geçmiş gibi Narin’i emziren Aysu Şahane’yi…

“Meryem,” diye fısıldıyor sararmış dişlerinin arasından.

“Yani gerçek adı Meryem… Bir hafta önce, üç günlük bebeğini kaybetti bahtsız kızım. Anne karnından beri hastaymış yavrucak meğer. Bilemedik… Daha yavrusunu toprağa verdiği günün akşamı babası olacak Muhlis uğursuzunu kulüpten bir şıllıkla bastı. İşte o dakika terk etti şerefsizi Meryem'im… Kazandığı tonlarca paradan beş kuruş bile almadan çarptı çıktı kapıyı.

Biraz önce yukarıda giyinirken, alttan bebeğin ağladığını duymuş. Allah biliyor ya, sabiyi toprağa verdiğimizden beri hep bebek ağlaması duyuyor. Yine öyle sanmıştır, dedim. Yok bebek falan kendine gel, dedim. Dinlemedi beni, koştu aşağıya. Delirdi sandım. Ama bak, Allah'ıma çok şükür delirmemiş işte!”

Artık güçsüz dizleri Ramazan’ın koca gövdesini daha fazla taşıyamayıp olduğu yere çökerken cebinden fırlayan kağıt odanın en karanlık ucuna doğru uçup gidiyor.


Medine Sarıoğlu


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page