top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mehmet Ali Kaba- Musallada Bir Fırt

Başım çatlıyor. İmamın gür sesi her kelimede biraz daha çivileşiyor. Tövbe tövbe, okunan duaya da böyle demek. Ceplerimi son bir kez daha yoklayayım. Yok. Dua ederken ceplerimi yoklayarak ayıp ettim zaten. Ne oldu da kayboldu koca paket anlamadım. Düşürdüm mü acaba? Halbuki gelirken yeni almıştım benzinlikten. Dua bitsin birinden isterim. Göz ucuyla hocaya baktım. Bitirmeye niyeti yok gibi. Kendi kendime söylenmeye devam ettim. İsteyerek gelmedim zaten buraya. Bir yere ne zaman gönülsüz gitsem bütün işler ters gider. Arada Ahmet’in hatırı var işte. Yoksa ne işim var bu dağ başında.

Az sonra hoca duayı bitirdi. Mezarlıktan çıktık. Yanaşıp sigara isteyebileceğim birini bulmaya çalışırken telefonum çaldı.

“Efendim.”

Telefondaki ses acilen cenaze evine gitmem gerektiğini söyleyip kapattı. Kim olduğunu bilmiyorum, numara yabancı. Etraftan sigara bulma işini askıya alıp arabaya yollandım. Zaten boyun bükerek yapacaktım, bir yandan da iyi oldu. Cenaze evinde muhakkak birinde sigara vardır. Marşa basmamla birinin camı tıklatması da bir oldu. Döndüm baktım, gençten iki oğlan. Camı indirdim.

“Abi cenaze evine gidiyorsan bizi de götürsene.”

“Tabii. Atlayın.”

Gençler arka tarafa geçtiler. Arabanın burnu biraz havaya kalktı. Dikiz aynasından kaçak bakışlarla incelemeye başladım. Biri taş çatlasın on yedi on sekiz yaşında. Daha bıyıkları gürleşmemiş. Diğeri ondan da genç. Vites iki, üç derken köy yolunda tozu dumana kattık. Telefondaki sesin kim olduğunu da bilmediğimden içime bir kurt düştü. Bir an önce varmak en iyisi.

“Abi sen Ahmet Abi’nin mi arkadaşısın?” Yirmi yaşına daha yakın olan sordu.

“Evet, iş yerinden arkadaşım.”

“Senin de başın sağ olsun abi.”

Şaşırdım ama hoşuma da gitti.

“Eyvallah, siz sağ olun. Çok akrabası var mıdır Ahmet’in?”

“Bir anası vardı, onu da gömdü işte abi. Başka akrabası kalmadı. Uzaktan dersen bütün köy akraba zaten.”

“Anladım.”

Muhabbeti çok da uzatasım yok. Tekrar yola odaklandım. Vitesi dörde yükseltmek ile üçte kalmak arasında gidip geldim. En iyisi üçte kalmak. Biraz daha gaz pedalına dokundum, araba öne atıldı. Arkadaki çocuklardan biri tutamaca asılmış. Diğerine baktım, put gibi oturuyor. Gaza daha da bastım. Araba iyice atıldı. Devir saati hızla yükseldi. Motorun böğürtüsü içeri kadar geldi. Baktım, oğlan hala aynı heykel modelliğine devam ediyor. Vitesi dörde attım. Tekrar oğlana bakacakken yoldaki keskin dönüşü gördüm. Eyvah demeye kalmadan içimden bir alev topu bütün vücuduma yayıldı. Frene asılıp direksiyonu kırdım. Sonra yaptığım hatayı fark edip freni bıraktım. Arabanın hızı bayağı azalmıştı. Yine de kurtarabilecek gibi değildim. Son bir gayretle direksiyonu sağa kırdım. Gazı kökledim, direksiyonu tam sola çevirdim. Bir an gözüm arkadaki heykele gitti. Ağlayacak gibiydi. Yaptığım son hamleyle şarampole uçmaktan son anda kurtulmuştum. Yol düzlenince hızımı makul bir seviyeye getirip derince bir nefes verdim. Verdim ama, sigara. Sigarasız böyle bir rahatlama mümkün mü? Benim şu an muhakkak sigara yakmam gerekmiyor mu? Bunu kime sorarsanız sorun, evet gerekiyor diyecektir.

“Gençler sigaranız var mı?”

İkisi de bir ağızdan kullanmıyoruz dediler. Hadi buyur. İkisinin de rengi olmuş kül rengi.

“Abi,” dedi büyük olanı. “Beş dakika yol yürümeyelim diye bindik, sen bizi gönderecektin valla tahtalı köye. Böyle sürülür mü?”

“Sus, dellendirme adamı. Kafam çimento torbası gibi zaten. Binmeseydiniz. Köyde bakkal var mı? Sigara satılıyor mu?”

Yine büyük olan cevapladı ters ters.

“Üç senedir bakkal yok. Mehmet Çavuş vardı, öldü. O da sigara satmazdı zaten. Varsa yoksa kiloyla gofret.”

“Bana ne o zaman Mehmet Çavuş’un eşşeğinden.”

İyice canım sıkıldı. Sigarasız kalmak bir şey değil. İş ki, ne kadar kalacağım belli olsun. Köyden ne zaman döneceğim belli değildi.

Tesviyeli yoldan döndükten sonra köye girdik. Cenaze evi köyün girişine yakındı. Evin avlusuna arabayla girmedim. Çokça kalabalıktı. Sokağın başında bir aralığa park ettim. Çocuklar değnekçilik yaptılar da iğne deliği kadar yere park edebildim; bu bıyığı terlememiş ergen de dik dik bakıyor. Canı amma tatlıymış. Arabayı çizmese bari. Cenaze evinin sesi sokaktan duyuluyordu. Ağlaşmalar, ağıtlar, çocukların gürültüsü ve Yasin okuyan kadının cırtlak sesi. Evin kapısında dikildim. Ahmet’in yanında görmüşlüğüm olan bir kız çıktı geldi. Hemen lafa girdim.

“Biri aradı beni, acilen cenaze evine gel dedi.”

Kız bir sorayım dedi içeri gitti. İki dakika kadar sonra geldi.

“Abi valla içeriden çağıran kimse yok. Bilmiyorum ben de.”

“İyi bakalım.”

Cenaze evinden çıktım. Kim aradı acaba? Telefonu çıkarıp baktım, numara tanıdık değil. Geri arayayım dedim, bu sefer o açmadı. Kapı önünden uzaklaştım. Mevta kadın olunca ev de kadınlarla dolmuştu. Köyün erkekleri kahvedeydi. Ahmet görünürde yoktu. Mezarlıktan hala gelmemişti herhalde. Acele edince onu da görmeyi unuttum. İnsan bir baş sağlığı diler. Onu bile yapmadım. Tüh Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın seni! Bunları düşünürken sokağın başına geldim. Kimse yok. Önümde bir rampa uzanıyor. Rampanın alt ucunda köyün ilkokulu, üst ucunda ise köylülerin harman kaldırdıkları, rüzgar alan bir yer var. Yukarı doğru gittim. Orada şu vakitte biri varsa muhakkak sigarası da vardır. Üç dakika kadar süren bir tırmanıştan sonra alana vardım. Aşağı yukarı on dönüm kadar genişliği vardı. Köy üç dağın üstüne kurulmuştu. Her bir dağda bir mahalle. Burası da o üçgenin kenarlarından biriydi. Harman yerinin hemen önü dik bir uçurum. Karşı tarafta da başka bir mahallenin evleri görünüyor. Biraz daha gezdirince bakışlarımı asıl görmem gerekeni gördüm. Çok yer gezmişimdir ama öyle bir manzarayı hiçbir yerde görmedim. Vadinin ovaya açıldığı kısım çok yeşildi. Yeşilden daha yeşildi. Öyle ki, içinden akan o cılız dere bile yeşil görünüyordu. Sigarayı da, çocukları da, Ahmet’i de unuttum. Ben dalmış, manzara seyrederken omzuma bir el dokundu.

“Selamün aleyküm. Hoş geldiniz.”

“Aleyküm selam, hoş bulduk.”

“Kime geldiniz? Cenazeye mi?”

“Cenazeye geldim evet.”

“Burada ne yapıyorsunuz, telefonla konuşmaya mı geldiniz?”

Senin düzgün şiveni seveyim ben. Gerdan kıracak az sonra.

“Yok, telefon niye?”

“Bir burada iyi çeker de.”

Böyle dedi ve arkasını dönüp gitti. Başlarım köylüsüne. Deli mi lan bunlar? Dediği de doğru çıktı. Tam sigara var mı diye soracakken telefon çalmaya başladı. Açtım.

“Alo, nerdesin?”

Ahmet’in sesini tanıdım.

“Eve yakınım kardeşim, kusura bakma bir olay oldu eve geldim hemen.”

“Tamam ben de eve geliyorum, evde buluşalım.”

“Tamam.”

Eve gitmeden bir sigara içebilseydim iyiydi. Tekrar geldiğim yoldan aşağı indim. Evin önü kalabalıklaşmış. Kadınlar eve girip çıkıyor, erkekler ise kapının önünde ayak üstü muhabbet ediyorlardı. Sigara bulursam burada bulurdum. Şöyle bir bakındım. Tek bir kişi bile yoktu sigara içen. Hemen hepsinin gömlek ceplerine gözüm kaydı. Sırayla baktım. Hiçbirinin cebi kabarık değil. Bu sefer yaşlıların bıyıklarına bakmaya başladım. Aradığımı da buldum. Beyaz bıyıklarının tam ortası sapsarı olmuş bir ihtiyarın yanına yaklaştım.

“Selamün aleyküm. Sigaran var mı dayı?”

Duymadı. Tekrar sordum, yine dönüp bakmadı. Benim derdimi anlatmaya çalıştığımı gören bir delikanlı yanıma geldi.

“Abi sağırdır o, duymaz.”

“Yapma ya, sigara isteyecektim.”

“Abi içmez o, içen bulamazsın burada.”

“O neden?”

“Burada sigara satılmaz ki içen olsun. Sigaranın ancak adını bilirler bu köyde.”

Aldık başımıza belayı. Mis gibi hiç açılmamış paketi düşür, köyde sigara içen olmasın, sigara satan yer olmasın... Çaresiz kalınca bir köşeye geçtim. Evin kapısını gözlemeye başladım. Ahmet’i görür görmez yakasına yapışacaktım. İşim çıktı falan deyip sıvışacaktım. Kısmet bu işler, o da başka bir araçla döner. Koca köyde benden başka adam yok mu şoförlük yapacak? Ahmet az sonra geldi. Koluna iki kişi girmiş, resmen sürükleyerek götürüyorlar. Bir hengamenin içinde eve soktular. Biri diğerine söylerken duydum. Yolda fenalaşmış. Bayılır gibi olmuş. Hemen daldım eve. Çekyatın üstüne yatırmışlar. Hemen ne ara koydularsa alnına ıslak bir bez konduruvermişler. Aslan gibi adam ne hale gelmiş. Benim sıvışma işi hepten yaş. Yakınına girdim, baktım. Kendinden geçmiş. Beni gördüğü yok. Yanında bekleyenlere beni sorarsa kapıdayım dedim, çıktım. Saat ilerliyor. Kadınlar geliyor, gidiyor. Erkekler geliyor, gidiyor. Bir Allah’ın kulu da sigara yakmıyor. Başım cehennem kazanı gibi, az sonra çatlayacak. Kulaklarımdan aşağıya ne var ne yok akacak. Sinirlerim zıpladı. Yanımda gördüğüm ilk kişiyi çevirip sordum.

“En yakın sigara satılan yer nerede?”

“Öbür köyde bakkal var. O satar.”

“Ne kadar çeker buradan?”

“Valla geçen ay yirmi dakikaya giderdin ya, bu ay en aşağı dört saat.”

“Hoppala, o niye?”

“Köprü göçmüş. Arabayla gidemezsin ilerisine, yürüyeceksin.”

“Eyvallah.”

Anlaşıldı, bu ancak işaret olabilir. Demek ki içmeyeceğiz. İçmememiz gerekiyor. O zaman içmeyiz. Belki bırakırım sigarayı. Sigara da ha deyince bırakılır mı Allah aşkına? Yıllarımı vermişim bu işe. Yok dedim, bırakmam. Bir an düşünmeye dalmıştım ki bir feryat koptu. Kapı önünde ne kadar insan varsa boynunu eve çevirdi. Ben de çevirdim. Ahmet kendine gelmiş. Annesinin ölümü yeni yeni hissettiriyor acısını anlaşılan. En iyisi hiç yanına yöresine girmemek. Bir faydam olmaz. Kapının ağzından çekildim. Burnuma sigara kokusu geldi. Vallahi de sigara kokusu. Oraya bakındım, buraya bakındım yok. Kim bu? Yok. Böyle şans olmaz be. Bu bana yapılır mı be? En iyisi kahveye gitmek ama ya Ahmet beni sorarsa? Kahvedeyim mi diyeceğim? Olmaz. Mecbur bekleyeceğim. Hem bir iki saate kalmaz giderim. Yapabileceğim bir şey yok ki. Ne faydam dokunacak sanki. Hatta Ahmet’i göreyim de şimdi gideyim.

Kapıdan içeri doğru girmeye yeltendim. Eşiğe adımımı attım. Erkeklerin olduğu odaya doğru yöneldim. Odaya girerken Ahmet beni gördü. Yattığı yerden fırladı, geldi sarıldı. Ne yapacağımı bilemedim. Ben de sarıldım. Öyle içli, öyle sahici ağlıyor ki ben de kötü oldum. Benim de gözlerim sulandı. Hem sarıldık hem ağlaşıyoruz. Kendi anam sağ çok şükür. İnsanın içine dokunuyor. Bir müddet geçti, bizi çekyata oturttular. Şimdi ben bu çocuğa nasıl derim gideyim diye? Bir süre daha bekleyeyim, birazdan derim. Hele bir sakinleşsin.

“Seyfi.”

“Buyur kardeşim.”

“Ben müdürü arattırdım, sana da izin yazdırttım. Bu gece burada kal.”

“İyi yapmışsın kardeşim, tabi ki kalırım,” dedim.

Dışarı attım kendimi yine. Başlarım böyle köyün harman yerine! Sigara satılmayan yer mi olur lan bu devirde? Başım çatlıyor, avlu duvarının dibine çömeldim. Etrafımdan bir dünya insan gelip geçiyor. Kim bu deli der gibi bakıp bakıp gidiyor. Derken o az bıyıklı genç geldi.

“Abi,” dedi. “Bak sana ne getirdim.”

Sigara mı getirdi lan yoksa? Yarabbim, Allah’ım! Kafamı kaldırıp baktım. Elinde şişkince bir dal sigara. Yeni sarılmış, tükürüğü üstünde duruyor. İçinde en az iki sigaralık tütün var, belli.

“Vay, aslanım benim!” diye kaptım elinden sigarayı. Ceplerimde çakmağı yoklarken “Hani bulunmazdı buralarda?” diye sordum.

“Bulunmaz da… Teyzemgilin evinden aldım. Eniştem tırcı, kaçak getiriyor Suriye’den. Buralarda satmıyor. Büyük şehre götürüyor. Ben de sarmasını pek bilemem olmuştur inşallah.”

İsterse karabaş otu, süpürge tohumu olsun. Başımın ağrısı daha içmeden geçti.

“Olmaz mı ya, sağ olasın. Bak bağırdım falan sana arabada, kusura kalma, asabiyet yapıyor biliyor musun?” Elim ayağım mı birbirine dolaştı nedir, çakmağı bulamıyorum.

“Olur mu öyle şey abi, işini görebildiysek ne ala. Hadi ben gideyim, erkeklere helva dağıtmaya beni koştular.”

“Tabii, tabii git sen işini hallet kardeşim.” derken buldum çakmağı. Hiç adetim değildir. Çakmak cebine nasıl sokmuşum bunu. Olimpiyat meşalesi yakar gibi gerile gerile yaktım sigarayı. İyice bir çektim içime. Ciğerlerim bayram etsin. Ama bir tuhaf, genzimi yaktı acı acı. Nereden bulduysa bu tütünü. Altı ay damda güneşin altında bekletmişler herhalde. Şöyle bir kokladım. Kokusu bile değişmiş. Sonra hızlı hızlı şu yeşil manzaranın olduğu yere gideyim dedim. Hiç yoktan son birkaç fırtı püfür püfür manzaraya karşı içerim. Sinirim minirim yatıştı. Kendime geldim. Güneş de usul usul batıyor. Gökyüzü turunculu kızıllı olmuş. Bir yandan da bu nasıl kaçak tütün böyle diye sövüp sayarken, karşı mahalle takıldı yine gözüme. Baktım ağaçlar cenaze namazındaki adamlar gibi dip dibe. Hatta rükuya eğilmiş gibiler. Dedim ulan şu dala bassam, oradan da şu ağaca, hoplaya zıplaya bakkal kapanmadan yetişirim valla. Attım adımımı. Birinci dal, ikinci dal derken cenaze geldi aklıma. Ulan bir dal sigaranın derdine düştün. Burada insanların ocağına ateş düşmüş. Musalla taşının soğukluğunu, sertliğini hissettim her yerimde. Sanki beni yatırmışlar. Kıpırdayamıyorum bile. Sonra hastanede açtım gözlerimi işte. İki gün geçmiş. İki bacak bir kol alçıda. Hakikaten öldürmüyor ama süründürüyormuş meret.


Mehmet Ali Kaba

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page