top of page

Öykü- Sibel Karaca- Nahide Hanım

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 5 dakika önce
  • 5 dakikada okunur

Ellerini şaşkınlıkla izliyordu Nahide Hanım. Buruşuk derisinin altına, her yaşın anısına ait kahverengi benekler serpiştirilmişti. Kalın, mavi hatları ile buradayım dercesine fırlamış damarlı ve titrek parmakları, şaşılası bir çeviklikle hareket ediyordu.

Sırma işlemeli yatak örtüsünü çekeledi, bir örnek desenli kırlentleri kabarttı, saten şasenin arasından sarkan geceliğini tekrar yerleştirdi. Yarı aralık bıraktığı oda kapısından lavanta kokusuyla harmanlanmış ahşabın o kendine has baygın rayihası da peşinden sürükledi.  Kemikleri gibi gıcırdayan basamaklardan tırabzana tutuna tutuna indi. Sokak kapısını da oda kapısı gibi yarı aralık bıraktı.

Nahide Hanım’ın kapıları hep aralıktı. Ömrü boyunca onları hiçbir zaman tam kapatmamış, geri dönüşler için hep fırsat vermişti. Hüsrana, hasrete, özleme, affetmeye, bahaneye, kırgınlığa, ebedi hayatın gelişine. Bir yumruk büyüklüğündeki kalbine hepsi sığmış, hepsi doluşmuştu da koca kapılardan mı sığamayacaklardı?

Yeni gün karanlıkla aydınlık arasındaki kızıllığa kavuştuğunda ayakları artık tutuk değildi. Hareketli, hızlı, çevik adımlar atabilir, koşabilirdi sanki. Gücünü yeniden keşfetmek sınırsız mutluluk ve heyecan vermişti ona. Saba rüzgârının getirdiği iğde çiçeklerinin kokusunu içine çekti. Bacakları kıpır kıpır yerinde duramıyordu. Yürümeye başladı. Yürüdükçe açıldı, kafasını topladı, incecik dudaklarını büzerek her zamanki zarif tebessümünü yüzüne yerleştirdi. Açık renk pardösüsünü düzelterek yola koyuldu.

Tenha caddeyi arkasında bırakarak bir zamanlar avucunun içi gibi bildiği geniş sokağa saptı. Yeni başlamış inşaatın moloz yığınına getirdiği Melek Hanım’ın evinin önüne geldi. Çerçeveleri sökülmüş ama hala ayakta dimdik duruyordu ev. Dikkatlice yürüdü. Geri dönüşüm mü diyorlardı neydi? Saçmalık. Sözüm ona binalar yenilenince her şey yenilenecekti. Oh ne güzel. Yenilenince geri dönecekti sanki gidenler.  Bir vakitler bu zevksiz binaların yerinde bahçe içinde evler vardı.  Geniş balkonlarda içilen kahvelerin tadı, yapılan sohbetlerin, koşuşan çocukların hayali geldi gözünün önüne. Yolun sağ tarafında okul. Az mı beklemişlerdi bu kapılarda çocuklarını. Az beklemişlerdi tabii. Şuradan, Sabahat Hanım’ın balkonundan bakınca el sallarlardı, çocuklar hop diplerinde. Şimdiki gibi yüksek duvarlar üzerine dikenli tellerle çevrili değildi ki sınırlar. Okul ayol burası, okul diye söylendi. Eee Sabahat Hanım, nurlar içinde uyu, Melek Hanım, Firdevs Hanım, Nevin Hanım. Rahmet istediniz sabah sabah. Gittiniz beni bırakıp buralarda siz de geri dönüşüme. Bir benim ev kaldı, bir de Melekciğim senin. Anlaşamıyormuş çocuklar kendi aralarında ya neyse. O meselelere şimdi hiç girmeyelim.

Daaattt!

“Napıyosun yol ortasında dikilmiş Hanım teyze! Sabah sabah bela olcan başıma.”

Ödü kopan Nahide Hanım sığınacak kaldırım bulamayınca kendini can havli ile karşı duvarın dibine attı. Şoför sabahın sessizliğinde patinaj çektiği tekerlek sesiyle gözden kayboldu. Yavaş yavaş yürümeye başladı. Kimi olduğu gibi yıkılmış, kimi yeni başlamış, kimi camı çerçevesi sökülmüş hayalet gibi bekleyen binalarla doluydu cadde. Hey gidi Emmi Kırtasiye, hey gidi ayakkabı tamircisi Rıza. Cisminiz gitti, isminiz kaldı demek. O vakitlerin en büyük binası olan Ordu Pazarı’nın bile yerinde yeller esiyordu şimdi. Kavşağa gelince dikkat kesildi. Tek tük insanlar gelip geçiyordu. Kalabalığın arasına karışıp mümkün olduğunca çabuk geçti karşıya. Cami tarafına döndü kimileri. Bahçesi her daim çiçekli, mermer şadırvanlı. İdi. Şimdi o da geri dönüşüme gitti, modernleşti. Değişmeyen tek şey Göztepe İstasyonu’na yaklaşan trenin raylarda çıkardığı ses. Neyse ki şu ara yolu açtılar da karakolun yanından parkın içine girilebiliyordu. Usul usul girdi parktan içeri. Bu kapıdan girmeyeli hani olmuştu. Yolu şaşırdı. Her yere tabela asmışlar. Yakın gözlüğünü alsaydı keşke.

Kaç haline tanıklık etmişti bu parkın. Önceleri sık ağaçlarla kaplı ormanlık alandan ibaretti. Sonra piknik alanları, çocuk parkları, göletler, yavaş yavaş gelişmiş son şeklini almıştı. Hatta yaz akşamları konserler bile yapılıyordu. Bu hali en güzeliydi. Her yaştan insana hizmet ediyordu. Hareketi, sesi, insanı, kalabalığı seviyordu Nahide Hanım. Bu saatte kimseler yoktu.  Ürperdi, kaybolmuştu saki. Sağına soluna bakındı. Az ilerde bankta oturan biri ilişti gözüne.  Ürkek adımlarla yanaştı.

 “Günaydın efendim.”

Fötr şapkasını titreyen eli ile hafifçe başından kaldıran adam tekrar bastonuna tutundu. İyi giyimli ceketli cepkenli biriydi. Zarar gelmez, dedi kendi kendine, bankın diğer ucuna usulca oturdu.

“Efendim, soluklanmak için sık sık gelirim buraya ama sizi ilk defa görüyorum.”

“...”

“Sizi de mi bunaltıyorlar evde benim gibi?

Adam başını sabit tutamadığından mı yoksa evet anlamında mı sallıyordu. Emin olamayan Nahide Hanım, cevap vermese de en azından karşısında kanlı canlı onu dinleyecek birisinin olmasından güç aldı.

“Sözüm ona iyiliğimi düşünüyorlar. O kadar sıkboğaz ediyorlar ki. Bildiğiniz çocuk muamelesi. Ben büyüttüm sizi, ben besledim okuttum bu yaşa getirdim. Şimdi oyuncak oldum ellerinde. Yoruluyormuşum, peh… Ayakaltında dolaşıyorsun demiyorlar da. Hala elim ayağım tutuyor çok şükür. Kendi alışverişimi de yemeğimi de yapabiliyorum, soframı da kurabiliyorum. Kabul etmiyorlar bir türlü. Bir köşede süs bebeği gibi oturayım istiyorlar. Hayatımı kolaylaştırmak için çabalıyorlarmış. Güya. Ama hala bana ihtiyaç duyuyorlar laf aramızda. Geçenlerde bizim küçük torunun canı kadayıf dolması çekmiş. Elime su dökemezler bu konuda ayıptır söylemesi. Bir de su böreği. Üstüme yoktur. Oturttular beni mutfağın bir köşesine ben tarif ettim onlar yaptılar. Benim yaptığım gibi olur mu olmadı tabii. Hiç el almamışlar benden. Benim büyük kız ile küçük gelin. Bırakın bari cevizleri ayıklayayım oturduğum yerde yok ona da olmaz. Hazır ayıklanmış ceviz varmış ne gerek varmış yorulmaya. Şimdikiler çok hazır lop efendim. Tatlıyı yapan küçük gelin. Büyük gelin de hiç boşlamaz beni. Doktor kendisi. Sıhhatimle de en çok o ilgilenir. Başınızı şişirmiyorumdur inşallah efendim.

“Tabii tabii efendim.”

Vah vaahhh, iyice gitmiş kulaklar. Sağır duymaz uydurur. Yalnız mı yaşıyor acaba? Sorsam duyar mı ki? Belki de işine geleni…

Nahide Hanım, ucuna oturduğu banktan biraz daha ortaya yanaşıp olabildiğince yüksek sesle,

“Yalnız mı yaşıyorsunuz? Kiminiz kimseniz yok mu?” diye bağırarak sordu.

“Yok efendim, yok.”

“Tüh tühhhh, zor tabii. Esas bizim yaşımızda lazım eş dost, hısım akraba. Hoş eş dost da kalmadı ya. Bir bir gitti benimkiler. Geri dönüşüme. Hepsini yıkamak, helvasını kavurmak, duasını yapmak bana kaldı.  Bıraktılar beni bir başıma. Melek’le Firdevs hep böyleydiler zaten. Her yere önden önden giderlerdi. İlk onlar evlendi. İlk de onlar gitti. Madalya takacaklar sanki. Çabuk çabuk gittiniz de ne oldu? Efendim, bizim o kadar güzel günlerimiz oldu ki. Beşi bir yerde derlerdi bize. Aynı mahallenin çocukları, aynı okulun öğrencileriydik. Evlendik, çoluk çocuğa karıştık sonra torun torbaya. Hiç kopmadık birbirimizden. Ama şimdi ayrık otu gibi bıraktılar beni bu dünyada. Ben de gideydim ya. Ne faydam var ki benim bu dünyaya, ne işe yarıyorum ki. Böyle söyleyince kızıyor çocuklar. Sağ olsunlar ellerini hiç üzerimden çekmezler. Gerçi biraz fazla üzerime düşüyorlar bunaltıyorlar beni. Sürekli ilaçlarımı hatırlatmalar, onu yeme dokunur, bunu içme çarpıntı yapar, orada durma üşütürsün. Arada bir yalnız kalmak iyi geliyor. Başımı dinliyorum. Ben çokluktan siz yokluktan mustaribiz efendim.

Nahide Hanım, acemileştiği bu dünyada varlığının gereksiz olmadığına dair kendine ortak arıyor, kendi gibi ıssız olup olmadığını anlamaya çabalıyor, durmadan sorular soruyordu. Duymak istemediği cevaplar almaktan korkuyor gibi soruları art arda sıralıyordu. Yaşlanınca böyle oluyordu insan. Ya geveze ya suskun.

“Eşiniz hanımefendi çok mu oldu vefat edeli, çoluk çocuk yok mu sizde? Böyle bir başınıza sokaklarda…”

İki delikanlının nefes nefese koşarak yanlarına gelmesi ile cümlesi yarım kaldı Nahide hanımın.

“Dedeciğim yaaaa ödümüzü koparttın, nereye kayboldun kaşla göz arasında. Bayram namazını da kılamadık sayende. Ah dedem ah.”

Gözlüklü esmer delikanlı bir yandan söyleniyor diğer yandan daha kısa boylu ve kıvırcık saçlı olanın yaşlı adamı kaldırmasına yardım ediyordu. Diğer elinde tuttuğu torbadaki sıcak simitlerin kokusu iştah kabartıyordu. Gidecekleri sıra gözü Nahide Hanım’a ilişti gözlüklünün. Gülümseyip gülümsememek arasında yarım bir tebessüm yerleştirdi yüzüne.

“İyi bayramlar teyzeciğim, bayramınız mübarek olsun.” Kibar bir tebessümle başını hafif yana eğerek kabul etti tebriği Nahide Hanım.

Kollarına girmiş delikanlıların arasında usul usul yürüyen adamın arkasından baktı bir müddet. Gözünden bir damla yaş düşmeye niyetlenirken başını başka yöne çevirdiği anda,

“Nahide Hanım Teyze, Nahide Hanım Teyze…” 

Nefes nefese, elleri dizlerinde iki büklüm olmuş soluklanmaya çalışan komşu Esma Hanım’ın oğlu bitiverdi yanı başında. Sesi telaşlıydı.

“Ne ara çıktın evden. Her yerde aradık seni. Bayram sabahı yalnız kalmasın, kahvaltıyı birlikte yapalım dedi annem. Sıcak ekmek de aldık fırından.”

Yüreğinde taşıdığı umut farklı bir siluette de olsa açık bıraktığı kapıdan girmiş, gelmiş onu bulmuştu. Kalkmasına yardım etmesi için elini uzatırken;

“Simit de alalım,” dedi Nahide Hanım ince dudaklarını büzerek.


Sibel Karaca

bottom of page