top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mehmet Kabakçı- Mutsuz Bir Kadın, Bir Adam ve Başka Bir Adam

Mutsuz bir kadın vardı. Evliydi. Aslında evli olduğu için mutsuzdu denilebilir ama bu, bana sorarsanız kadının daha derinlerdeki karmaşık ve çok yönlü mutsuzluğunun doğru anlaşılması için eksik bir açıklama olur. Evlendiği için pişmanlık duyuyor muydu? Evet. Sekiz senedir evliydi. Evlendiği günün ertesi sabahı yüreğinde büyük bir hata yaptığına işaret eden bir iç daralması ve pişmanlıkla uyandı. O gün bugündür de kalbindeki bu uğursuz duygu, iç organlarının içinde bir kırkayak gibi gezinip duran bu iğrenç sancı bir türlü geçmek bilmedi. Geceleri evlenmiş olmasının pişmanlığıyla yatağa giriyor ve sabahları aynı pişmanlıkla yataktan kalkıyordu. Kaç sabah ediyor? Aşağı yukarı üç bin sabah. Evet, bu genç kadın üç bin gün boyunca Allah'ın her günü yataktan mutsuz uyanıyor ve yatağa mutsuz giriyordu. Evlenmekle büyük bir hata yaptığının farkına çok erken varmıştı ama... Bu ama'dan sonrası onun için, deyiş yerindeyse, iki ucu boklu bir değnek değil de neydi?

Yakınlarda otuz yaşına girecekti. Acaba kadının bu kadar mutsuz olmasının bir nedeni de yirmili yaşlarının böyle hiçbir şey anlamadan bir anda, neredeyse kendisinin bile ruhu duymadan geçip gitmiş olması olabilir miydi? Öyle ya, ne de olsa yirmili yaşlar herkeste olduğu gibi bu kadının da hayalinde; büyük inkılaplara, sinematik aşklara, hür ve fettan bir yaşama ve ufka doğru uzayıp giden bulvarlarda bir ton toz ve gürültü kopararak kendisini karşılayacağı bir gelecek vizyonuna onu inandırmış olamaz mıydı? Hayır. Bu kadını kavrayıp açıklamakta her ne kadar çok zorlanacak olsak da böyle marazi hayalciliklerin ve dar kafalı duyguculuğun insanı değildi bu kadın. Bu kadının olayı neydi o zaman?

Güzel bir işi vardı aslında. Akdeniz'in şu porselen gibi koylarının birinde İngiliz ve Amerikalı sanatçıları misafir eden küçük ama seçkin bir otelin müdürüydü. İşini seviyordu, iyi de kazanıyordu. Kendisi kimseyi öyle aman aman sevmese de o, insanlar tarafından seviliyor ve saygı görüyordu. Ha, güzel bir kadın olduğu detayını da unutmamak gerek. Bu dünyada kesin bir bilgi varsa şayet, güzelliğin her zaman ve her koşulda ilgi ve itibar gördüğü gerçeğidir. Buna itirazı olan var mı? Hayır. Anlayabiliyorum, şu hayatta sindirilmesi en zor gerçeklerden biridir bu. Hele ki yeterince güzel değilseniz. İnsanın adalet ve eşitlik duygusunu inciten zorbaca bir şey vardır güzel kadınlarda. Saçları kıvırcıktı mesela ve geceleri sudaki yakamozlar gibi ışıldardı. Teni sarıya çalan açıklıkta hoş; sesi, o Allah’ın cezası sesi, bir tutam iplik kadar yumuşak ve boyun eğdiriciydi. Elleri de incecikti, kibardı. Şu mide bulandırıcı bayağı şairler gibi heyecana kapılıp da abartırsak bu kadının uzuvları mitolojik hikâyelerdeki şu yarı cismani yarı ruhani dişi varlıklarınki gibiydi diyebiliriz. Bir aygıra, danaya, köpeğe falan dokunsa bu hayvanlar hiç huysuzluk etmeden ona itaat ediyorlardı. Ama tüm bunların kadın için bir önemi yoktu. Belki de onun sorunu buydu. Görünüşüne özen gösterirdi evet, ama hepsi bu. Aynaların karşısına geçip boyuna posuna bakarak kendi kendini pohpohlayan ayak takımı kadınlardan değildi. Sade giyinirdi. Sade konuşurdu. Yaptığı ve yapmadığı hiçbir şeyde insanların ilgisini çekme, kabul görme veya etkili olma arzusu gibi basit düzenbazlıklar yoktu. Dünyaya ve dünyadaki hiçbir şeye karşı en küçük bir iddiası yoktu. Hep erken kalkardı, hep güzel kokardı ve içinde bilmediği bir yerlere mi diyelim yoksa bilmediği bir şeylere karşı mı, böyle hedefi, nesnesi belirsiz çok güçlü bir özlem vardı. Evliydi ve mutsuzdu. Şimdi diyeceksiniz ki madem bu kadar mutsuz niye boşanmıyor? Açıkçası bu, dünyadaki her şeyi aptalca bir nedenselliğe indirgeyen, içgörü ve muhakeme yetisi bakımından da beyni bir patatesinkinden hallice çalışan pozitivistlere özgü bir yaklaşım olurdu. Bu konulara, yani insanlar arasındaki ilişkilerin çalışma sistemine, siz, affedersiniz ama böyle kazık gibi ve dar kafalı bir gözle bakarsanız ne başka bir şeyi ne de bu kadını anlayabilirsiniz.

Bu kadının kocası gerçekten iyi yürekli bir adamdı. Otuz iki yaşındaydı ve iddia ettiğine göre bu yaşına kadar bir kavganın, münakaşanın yakınından bile geçmemişti. Kadınla adam üniversitenin birinci sınıfındayken tanışmışlar. İkinci sınıfın şubatında mı haziranında mı ne evlenmişler. Ve o günden bu yana, yani neredeyse on sene boyunca bu adam, başka herkese olduğu gibi karısına karşı da her koşulda nazik, anlayışlı ve barışçıldı. Hatta karısı söz konusu olduğunda vazgeçemeyeceği bir alışkanlığı, zevki, ödün vermeyeceği hiçbir değeri yoktu. Bu adam, Orta Doğu'daki erkek ulusunun en temiz, en saydam ve en beyefendi üyelerinden biriydi. Hayır, kadının mutsuzluğunun nedeni, erkeğinin bu alışılmışın dışında beyefendiliğini sıkıcı bulup hovarda veya serseri ruhlu, fırlama erkekleri arzuluyor olması falan değildi. Size ben ne dedim? Bu kadın söz konusu olduğunda soruların öyle bilindik ve kolay cevapları yok demedim mi? Peki bu adamın hiç mi kötülenecek bir yanı yok? Olmaz olur mu? Böyle şaşırtıcı ölçüde sakin, kuzu gibi adamların her zaman tutucu, bağnaz, hatta karanlık bir tarafları da vardır. Mesela bu adam, bir Varanasi keşişi kadar sakin, centilmen ve beyefendi bu adam, evin gündelik işleriyle kadınların ilgilenmesi gerektiğine inanan biriydi. Öyle ki içtiği çayın boş bardağını bir zahmet kalkıp mutfak tezgahının üstüne koymak bile adama zor veya yanlış gelirdi. Bu adam ev işleri ve mutfakta yiyecek bir şeyler hazırlama konusunda hakikaten kelimenin tam anlamıyla özürlüydü. Hayatında bir kere dahi bulaşık yıkamamış, bir tencerenin kulpundan tutup yemek karıştırmamıştı. Güzeller güzeli Helena aşkına ne biçim bir adamdı bu ey Spartalı yurttaşlar! Adamı bu konuda biraz, nasıl diyelim… Evet, biraz erkek egemen veya maço bulabilirsiniz ama bana sorarsanız bu doğru olmaz. Adam sadece ev işleri konusunda eski kafalıydı ve doğrusunu isterseniz düpedüz de beceriksiz biriydi. Eh bu da annesinin suçu. Bazı anneler özellikle oğlan çocuklarına kendilerini öyle bir kaptırırlar ki zavallı çocuklar annelerinin o utanç verici uşaklığı altında bir türlü büyüyemezler. Gömleğinin düğmelerini nasıl ilikleyeceğini bile öğrenemeden kırk yaşına kadar gelmiş kuş beyinli erkeklerle dolu bu ülke. Bu bizim adam da evin tek çocuğu! Annesi olacak ruh hastası yüzünden yirmi yaşına kadar kendisine bir çorap satın alma sorumluluğunu ve özgürlüğünü dahi tatmamış.

Hazır çorap demişken mesela adamın çorapları yıkanıp güzelce çekmecelere konmalıydı. Gömlekleri, pantolonları, tüm giysileri ütülenip elbise dolabına belirli bir düzen içinde asılmalı ve onlara iyi bakılmalıydı. Ev her zaman düzenli ve temiz olmalıydı. Akşam yemeği mutlaka birlikte yenmeliydi. Adam evliliği sözüm ona aile mertebesine dönüştüren o ritüelimsi unsurlara önem verirdi. Ama kadın diyelim ki o akşam sadece hazır çorba bile kaynatmış olsa, adam bundan şikâyet etmez, yüzünde merhamet ve masumiyet nişanesi bir tebessümle eline sağlık hayatım, çok teşekkür ederim, der, iştahla o çorbayı içer kalkardı. Kocasının bu huyu kadını rahatsız ediyor muydu? Belki. Ama kadın için aman aman bir problem de değildi. Ancak, bir gün, işlerin tadını kaçıran büyük hem de çok büyük bir problem ortaya çıktı ve evliliklerin hemen hemen hepsinin iyi kötü yürümesini sağlayan o bayağı düzen, çiftler arasındaki o monoton ahenk, bizim kadınla adamın ilişkilerinde de bozuldu.

Evliliklerinin ikinci yılında adam çocuk istedi ama kadın istemedi. İşte bir evliliği kökünden sallayacak, hayati bir yol ayrımının hatta uçurumun başına savuracak en büyük çatışma sebebi! Kadın çocuk doğurmak, anne olmak falan is te mi yor du. Çocuklardan hoşlanmayan insanlardandı. Annelik dürtüleri yoktu. Kocasına bunu açıkça söyledi. Kocası, kadının bu tavrına çok şaşırdı. Bir kadın nasıl çocuk istemez, nasıl anne olmak istemez diye düşünüyor ama anlayamıyordu. Adam karısıyla ilgili daha pek çok şeyi anlayamıyordu. Yine de üstüne gitmedi karısının. Tartışmadılar, kavga etmediler. Nasıl olsa ileride fikri değişir diye düşündü kocası. Kadının fikri değişmedi. İşte o zaman adamla kadın arasına gerçekten rahatsız edici bir soğukluk girdi. Adam belki de hayatında ilk defa reddedilmenin, istediği bir şeyi elde edememenin nasıl bir şey olduğunu tattı. Kalbi kırıldı adamın. Çocuk da olmazsa biz nasıl aile olacağız ki, dedi.

İnsan düşünmeden edemiyor, bu adamı ve kadını aynı çatı altında yaşamaya karar vermek gibi son derece hayati bir konuda uzlaştıran şey neydi o zaman? Bir insan ne uğruna, hangi karşı konulmaz arzular ve beklentiler uğruna başka bir insanla aynı kaderi yaşamak ister? Bu anlatıdaki adamı (yüzeysel bir tip olduğu için) anlayabiliriz de kadını nasıl anlayacağız? Kadın bu adamla ne diye evlendi? Aklıma gelen en açıklayıcı cevap: Kadın da başlarda kocası gibi karmaşadan uzak, düz ve boyutsuz biriydi ama kendisine, dünyaya ve kendisiyle dünyanın birleşimine karşı takındığı tutum, aradan geçen zaman ve bu evlilik deneyimiyle tamamen değişti. Yıllar önce yakışıklı ve kibar bir adamın evlilik teklifini kabul eden o genç kız çocuğuyla şimdiki kadın aynı kişi değildi. Evlilik kadın için tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Kadın, evliliğin kendisi için hayal kırıklığı olması konusunda kocasını suçlamıyordu. Evliliğindeki mutsuzluğunun sebebi olarak kocasını değil, evlilik dedikleri kurumun bizzat kendisini sorumlu tutuyordu. Ben, diyordu kocamla değil, evlilik kurumunun kendisiyle anlaşmazlık içindeyim. Ne dersiniz, sizce de kadının bu fikri tam bir safsata değil mi? Mesela çok daha iyi anlaşabildiği; ruhunu görebilen, söylediklerinden, söylemediklerini de anlayabilen, heyecan uyandırıcı, kaçıkça şeylerden söz etmesini bilen, şu veya bu becerileriyle kadınının iç dünyasına, karanlık yeraltı şehirlerine sızabilmeyi başarabilen bir adamla birlikte olsaydı yine bu kadar mutsuz olur muydu ve yine benim eşimle değil evlilik kurumunun kendisiyle sorunlarım var der miydi? Ama böyle diyerek biraz sığ bir yaklaşım ortaya koymuş; ilişkilerin karmaşık yapısıyla kadının kendine özgü huzursuz ruhunu basite indirgemiş olabiliriz.

Peki kimdi bu kadın? Nerede ve nasıl bir ailenin içinde büyümüştü? Babası ve annesinin onun kişiliği ve hayal dünyası üzerinde nasıl bir etkisi olmuştu? Hayatının telkine ve tesire açık dönemlerinde hangi filmleri izlemiş, kimlerle oturup kalkmış, ne tür kitaplar okumuştu? Bu soruların ayrıntılı cevaplarını bilmiyoruz. Tek bildiğimiz kadının babası açık görüşlü, çok okuyan ama okyanuslara açılıp aylarca eve dönmeyen bir gemi kaptanıydı. Kadın, daha çok annesiyle büyümüştü. Annesi sofu değildi ama muhafazakâr değerleri benimsemiş inançlı bir kadındı. Kadın annesinin dünyasında yaşıyordu. Anlatabildim mi acaba? Hepimiz lanet olasıca annelerimizin dünyasında yaşıyoruz, demek istediğim şey bu. Her neyse, bizim kadın tanrının varlığına, Havva anamıza ve Adem babamıza bile inanmıyordu. Devletlerden nefret ediyordu. Anayasalardan, sanayicilerden, bütün Orta Doğulular gibi Orta Doğu'dan, statükodan, baba figürlerinden, referandumlardan, doğum günlerinden, eş dost buluşmalarından, hiyerarşiden, özel mülkiyetten, gömlek ütülemekten, her şeyin yoluna gireceğine dair tumturaklı nutuklardan, melankolik, sünepe ruhlu şairlerden, oyuncak bebeklerden, (gerçek olanlarını anımsattığı için) uzmanlardan, lafı uzatanlardan, kobra kavalcılarından, enflasyon rakamlarından, basketbol ve futboldan, ulusçuluktan, resimlerini çekmekten, bir örnek eşofman giyen çiftlerden, kutsal kitaplardan, tatil köylerinden, mutlu sonlardan, milli ve dini bayramlardan bir de hüzün, düş ve keyif sözcüklerinden nefret ediyordu. Yaşamın bir anlamı ve amacı olduğuna bile inanmıyordu. Gördüğünüz gibi bu kadın düpedüz kâfir ve halk düşmanı bir kadındı. Freud'u birkaç dakikalığına da olsa uyandırıp kadının ve kocasının lanetli hayatlarının ne kadarı ne ölçüde anneleriyle ilişkilerinin patolojik bir sonucu olup olmadığını sormak isterdim. Büyük ruh, muhtemelen ceketindeki tozu toprağı şöyle zarif birkaç el hareketiyle silkeledikten sonra purosundan alelade bir nefes çeker, tütün dumanları ceviz masasının üstündeki kitapların, objelerin üzerine boğum boğum dağılırken yüzüme sevgiyle bakar ve; kadın için anneye değil babaya odaklanmalısın, derdi. Peki ya adam, hocam? Adamı siktir et!

Kadın içinden geçen aykırı düşüncelerden, hayallerinden, dünyada olup bitenler hakkındaki fikirlerinden kocasına söz edemiyordu. Nasıl söz edebilirdi ki? Aklından geçenleri kocasıyla ya da bir başkasıyla konuşmasının kimseye bir yarar getirmeyeceğini hatta başına bela saracağını biliyordu. Çocuk doğurmayı kesinlikle istemiyordu. Çocuk büyütme düşüncesi kadının tüylerini diken diken ediyordu. Neden acaba? Acaba, çocuk doğurunca bir gün kocasını, evliliğini, ailesini, işini ve tüm hayatını geride bırakıp gitme ihtimali sonsuza kadar yok olacakmış diye mi korkuyordu? Eğer cevap buysa, bu kadın, içinde bir forsa gibi sürgün hayatı yaşadığı bu evlilikten ve bu hayattan bir gün ebediyen kurtulacağına dair gizli bir umut taşıyordu. Bir gün her şeyi, en küçük bir bağlılık dahi hissetmediği bu ülkeyi, ailesini ve kocasını ardında bırakacak ve gidecekti.

Kocası zannediyordu ki zaman geçtikçe kadın, çocuk fikrine alışacak ve bir sabah uyanınca gülümseyerek gelip ona, hadi çocuk yapalım sevgilim, diyecek. Asla öyle bir şey olmadı. Adam da, her mızmız oğlanın yaptığı gibi, bu durumu ailesine, annesine anlatmaya karar verdi. Adamın babası ve annesi iyi insanlardı. İyi insanlardı demek, hangi muğlak ve harcıalem anlamlara geliyorsa öyle iyi insanlardı. Üzerine gitme dediler, daha genç, aklı havada, zamanla kabul edecektir dediler. Ama çocuksuz olmaz evladım, senden başka da oğlumuz yok, mutlaka bir çocuk doğurması lazım dediler. Ama yine de sen üzülme, merak etme yavrum dediler. Kadın kısmı eninde sonunda yola gelir dediler. Dediler de dediler yani. Bu kalın kafalı, basit ruhlu insanlar, kadını, haftada bir gün kapılarını çalıp çiğ köfte siparişlerini teslim eden kurye çocuğu tanıdıkları kadar bile tanımıyorlardı. Kadın hiçbir zaman çocuk doğurmayacaktı. Gerekirse kendini asacak, rahmini kesecek, kısırlık iğnesi yaptıracaktı ama çocuk doğurmayacaktı. Kadın bu evden, bu iyi yürekli adamdan, adamın iyi yürekli ailesinden ve kendi çekirdek ailesinden nefret ediyordu. Fakat, ee sikerler lan, diyerek çekip de gidemiyordu. Biraz ödlek biri miydi yoksa?

En sonunda kadın harekete geçti. Önce annesine gitti. Annesi belli etmek istemese de sinirlendiğini belli etti. Bu durumdan hiç hoşnut olmadı. Neden kızım, neden bir evlat sahibi olmuyorsunuz, öyle ikiniz bir başınıza nasıl geçecek yıllar, diyordu. Kadın o zaman annesine söyledi. Anne, dedi, boşanmak istiyorum ben, bo şan mak, dedi. Kadının annesi şaşırdı, anlayamadı, tepki gösterdi. Neden kızım, dedi, ne eksiğin ne derdin var da boşanmak istiyorsun? Aa bu da nereden çıktı şimdi, duymamış olayım! Kocan dünya iyisi, işinde gücünde, filinta gibi adam, dedi. Kadın mutsuzum anne, dedi. Babanla konuş, dedi kadının annesi. Kadın babasıyla konuştu. Kadının babası, nasıl mutlu olacaksan öyle yap kızım dedi. Her şekilde yanındayım ben senin, dedi ve odasına kitap okumaya gitti. A-a! Enteresan bir baba!

Kadın boşanmak istediğini adama yani kocasına söyledi. Adam önce duymazdan geldi. Kadın birkaç hafta sonra tekrar söyledi. Adam yine duymazdan geldi. Kadın soğuk, yağmurlu ve rüzgârın pencereleri salladığı bir gece yarısı adamı uyandırdı. Adam, başka odada uyuduğu için karısının korktuğunu ve gelip kendisine sarılmak istediğini sandı ama kadın, ben ayrılmak istiyorum ve kararım kesin, demeye gelmişti. Hahaha! Bunun üzerine adam ağlamaya başladı. Uzun süre böğüre böğüre ağladı adam. Ne kötülük gördün benden, dedi. Kadın, ağlama, senden hep iyilik gördüm ben, bana karşı hep nazik ve anlayışlı oldun, ağlama lütfen, dedi. Adam o zaman neden, dedi, neden ayrılmak istiyorsun? Kadın, mutsuzum, dedi. Görmüyor musun, farkında değil misin ben çok mutsuzum, dedi. Evlilik bana göre değilmiş, bilememişim, ön görememişim falan gibi şeyler söyledi. Adam, biri mi var, diye sordu. Kadın, hayır dedi. Bunu nasıl söylersin, öyle bir şey söz konusu bile olamaz, dedi. Kadının hayatında gerçekten başka biri yoktu. Adam, çocuk istemiyorum artık tamam mı, dedi. Çocuk yapmak zorunda değiliz, yeter ki ayrılmayalım, yeter ki bırakma beni diye devam etti. Bunun üzerine kadın da ağladı. Yatağın bir ucunda adam, öteki ucunda kadın birlikte ağladılar. Adam gitti kadına sarıldı, kadın da adama sarıldı. Gerçekten sadece evliliği yolunda gitmeyen insanların bileceği o çok pis, çok acı verici berbat gecelerden biriydi. Ama sabah olduğunda kadın hâlâ ayrılmak istiyordu.

O geceden sonra araları bir derece daha soğudu. Hayır belki on derece bile soğudu. Artık birbirleriyle hemen hemen hiç konuşmuyorlardı. Aynı mutfakta yemek yiyor, aynı salonda oturuyor ama zorunluluk hallerinde ağızlarından çıkan bir iki hecelik sözcükler dışında hiç konuşmuyorlardı. Yine de adam tuhaf bir kayıtsızlıkla, ortada sanki hiçbir şey yokmuş gibi kadına karşı her zamankinden daha anlayışlı, daha sevecen davranıyordu. Sanki mutsuz olduğunu, ayrılmak istediğini söyleyen kendi karısı değilmiş gibi tatil planları yapıyor, karısıyla alışverişe çıkmak istiyor, iş çıkışı eve sevinçle, hediyelerle geliyordu. Bu da kadını iyice delirtiyordu ama işte aptal adamda bunu anlayacak beyin ve feraset yoktu ki! Kadın çok yalnızdı. Evet, kadın ilk defa yalnız hissediyordu. Aslında doğruyu söylemek gerekirse kadın yorulmuştu ve ilk defa, başını göğsüne koyup dinlenebileceği bir erkeğin hayatındaki eksikliğini hissediyordu.

Kadın bir gün, kocası evin salonunda gamsız gamsız televizyon izlerken karşıdaki koltuğa oturdu ve, aylardır sevişmiyoruz, birbirimize dokunmuyoruz aynı otel odasında yaşayan iki yabancı müşteri gibi olduk, daha ne kadar sürdüreceğiz bu evliliği, dedi. Adam, yanında, bir kase içindeki salkımdan bir üzüm tanesi koparıp ağzına attı ve insanın asabını bozacak denli sakin bir tavırla, evli çiftlerin çoğu aynı durumda, seks hayatları yok, bu sadece bize özgü bir şey değil ki, diye cevap verdi. Kadın, gitmek istiyorum, boğuluyorum, mutsuzum ben dedi. Adam bunun üzerine şu absürt Uzak Asya filmlerindeki herifler gibi diz çöktü, yalvardı, ağladı, bırakma beni dedi, yalvarıyorum sana bırakma beni. Sevgilin olmasına bile razı olurum, sesimi çıkarmam, nasıl istiyorsan öyle olsun ama yeter ki bırakma beni dedi. Kadın adama acıdı. Kadın kendine de acıdı. Kadın odasına gidip ağladı. Ağladı. Ağladı.

Kadın o hafta yine ailesine gitti. Annesi sakın boşanma, boşanırsan çok pişman olursun, hayatını mahvedersin, dedi. Kadının babası uzaklara gitmişti. Portekiz'de mi Tunus'ta mı neredeydi. Uzak denizlerde gemi kaptanlığı yaptığını konuşmuştuk değil mi? Kadın, İzmir'e, kocasının ailesine de gitti. Onlar da rica ettiler, tıpkı oğulları gibi yalvardılar. Bozma bu işi, ayrılma kızım, biz seni çok seviyoruz, oğlumuzu bırakma, dediler. Kadın vazgeçti. Bırakıverdi kendini. Evden otele, otelden eve yirmi beş yıllık karısını bilmem kaç bininci kez beceren bir adamın vajinaya isteksizce girip çıkışı misali gitti geldi, gitti geldi. Artık aynı evin içinde birbirleriyle konuşmayan ama birbirlerinden rahatsız da olmayan iki hayalet, biri Android'ci diğeri İphone'cu iki pansiyoner gibi yaşıyorlardı.

Bir gün, tam olarak bir yirmi üç nisan günü, otuz yaşına girmesinin üzerinden henüz dört perşembe geçmiş geçmemişti ki, kadın, bir adamla tanıştı. Akşama doğruydu ve adam o sırada sevdiği bir restoranın sevdiği bir köşesine oturmuş sevdiği bir yemeği yerken Beatles'ın en yüzeysel üyesi John Lennon'dan Strawberry Fields Forever şarkısını dinliyordu. Şarkıda geçen, Kapalı Gözlerle Yaşamak Kolaydır sözü adamın hoşuna gitti. Bu kısmı ileride bir romanında falan kullanmak için cep telefonuna not ediyordu ki tam o anda kadını gördü. Bu tanışmanın diğer gerilimli detaylarını anlatının bu kısa versiyonunda zorunlu olarak karanlıkta bırakıyoruz. Adam hükûmet karşıtı, otoriteyle, kanunlarla, dinle, toplumsal değerlerle, anne babasıyla ve hayattaki başka pek çok şeyle problemleri olan uyumsuz ama eğlenceli bir entelektüeldi. Alışılmadık, neredeyse saldırganca bir açık sözlülük ve kayıtsızlıkla konuştu kadınla. Kadın önce şaşırdı, bu ne haddini bilmez, kaba saba bir adam yahu dedi. Adama çıkıştı; siz, beyefendi, kendinizi kim sanıyorsunuz da, insanlar hakkında böyle atıp tutuyorsunuz, dedi. Adam, kıvırcık saçlı kadınlarla tartışmaya girmem, şımarık ve farfara olurlar dedi. Kadının hoşuna gitti bu söz. Çünkü kadın anladı, adamın bu görünürde serinkanlı ve siklemez tavrının arkasında acı çeken bir ruh olduğunu anladı. Güldü. Size bir kahve söyleyebilir miyim bayım, dedi. Adam şaşırdı. Çünkü kadınlarla anlaşamamak adamın alameti farikalarından biriydi. Şimdiyse bu güzel kadın, adamla oturup kahve içmek istediğini söylüyordu. Hımm, dedi adam, çok garip bir şey bu dedi. Ama bazen hayat veya karma veya yazgı veya her ne eşeğin sikiyse işte normalde asla yolları kesişmeyecek iki insanın birbirlerini görmesi ve keşfetmesi için günlük yaşamın olağan, sıkıcı, kurşun geçirmez akışına hafif bir müdahalede bulunur. Kadın, adamın mutsuz, vahşi, derin ve gerçek bir ruh olduğunu gördü. Adam bu nedenle çok uğraşmadan, hatta neredeyse hiçbir şey yapmadan kadının ruhuna, beynine sızmayı başardı. Kadınla aralarında güçlü, nabız gibi atan, karşı konulmaz bir şey gelişti. Kadın o gün tüm hayatını anlattı adama. Adam da biraz düzeltmeler, küçük rötuşlar yapmış olsa da tüm hayatını anlattı kadına. Sonra iktidardan, felsefi anlamda zamandan, uzayın gizeminden, içten patlamalı motorlardan, Fransız devriminden, tiramisudan, Arjantin'den, özgürlük ve insanın dünyadaki yalnızlığı gibi önemsiz konulardan söz ettiler. Konuştukça birbirlerine yakınlaştılar, konuştukça birbirlerini özlediler, konuştukça hayat önlerinde uzun ve eğlenceli bir serüven gibi göz kırptı ikisine de. Ve konuştukça adamın ismi lazım değili kabardı, kadının da vücudunun hassas bir yerinde karıncalanmalar başladı. Ve dünyanın başka yerlerinde çok önemli olaylara gebe bir haziran günü, sabahın oldukça erken bir saatinde adamla kadın buluştular. Adamın iyi bakılmış 2004 model gümüş bir Hyundai Sonata'sı vardı. Kadın, araban güzelmiş, dedi, old school ha, sevdim. Bu araba, dedi adam, politikacılardan, tüccarlardan, şairlerden ve din adamlarından daha şahsiyetlidir. Ve benim mahremiyete, kişisel özgürlüğe verdiğim önemin metaforik bir timsalidir. Kore malı değil mi bu, dedi kadın. Kore'de yapıldı evet, dedi adam, ama ruhu Amerikalıdır. Ve her hakiki Amerikalı gibi, sert, izole, acılara dayanıklı ve katil ruhludur. Ha ha ha ha diye güldü kadın. Kimden aşırdın bunu, dedi. D. H. Lawrence, dedi adam. Kadın çok güzeldi. Mesela bacakları ve kalçaları bir Hitit şarap sürahisinde olduğu gibi en doğru yerlerinde incelip kavisleniyordu. Sonata'yı Akdeniz'in girintili çıkıntılı kıyılarında saatlerce sürdüler. Şarkılar dinlediler. Kitaplardaki anti kahramanlardan, filmlerdeki unutulmaz tiratlardan, ağaçların bilgeliğinden ve kitlelerin beyinsizliğinden konuştular. Yol üstü Starbucks'larında durup tuvalete girdiler, kahve içtiler. Yolun metafiziği yine işe yaradı ve adamla kadın birbirlerine âşık oldular. Sonra ikindiye doğru, ormanlık bir yamaçta, dimdik bir uçurumun başına kondurulmuş küçük ama ihtişamlı bir otel gördüler. Burası, dedi adam, doğu masallarını anımsattı bana. Gidelim, yakından görelim o zaman, dedi kadın. İçindeki modern yaşam gereçlerini çıkarırsanız burası gerçekten de Kenanlıların, Fenikelilerin, Akad kralı Sargon’un buhurlu günlerini yaşatıyordu sanki. Kızarmış sarmaşıkların her yerini kapladığı iki kulesi, mermer sütunları, at nalı şeklinde kemerli terasıyla Akdeniz'in batı ufuklarına bakan bu Endülüsvari saray, adamın da kadının da yüreklerinde ölüm gibi, sonsuzluk gibi erişilmez, uhrevi bir yere veya zamana karşı derin bir özlemi uyandırdı. Aslında hissettikleri şey şehvet ve birbirlerine sahip olma arzusuydu. Nitekim geceyi orada geçirmeye karar verdiler. Otelin Akdeniz'e bakan burçlarında yemek yediler, şarap içtiler. Aşağıdan, park gibi bir yerden çocuk sesleri geldi. Kadının canı sıkıldı, çocuklardan nefret ediyorum ben, dedi. Babamın babası, dedi adam, ebeveynler olarak çocukları erken yaşta öldürmeyi öğrenmemiz gerek, derdi hep. Kadın güldü, harikasın sen, dedi. Kadın adamı istedi, adam da kadını. İçeri girdiler. Ay ışığı denizin üzerinde ıslanmış bir vajina gibi yaldızlanıyordu. Kadın, dudaklarını adamın her yerinde gezdirdi. Tuz yalayan bir hayvan gibi aç, iştahlı ve doyumsuzdu kadın. Adam parmak uçlarıyla kadının kıvrımlarını bir sarrafın kırılgan bir cevheri okşayışı gibi okşadı. Kadının memelerini avuçlayıp sıkarken onlara iki ayrı kişilikmişler gibi davrandı. Onlarla konuştu, onlara birkaç şiir bile okudu. Kadın, adamın ismi lazım değilini çok sevdi. Uzunca sevdi. Aceleye getirmeden, gülüşerek, sohbetler ederek, birbirlerinin içine, derinlerine, diplerine ulaştılar. Birbirlerine karıştılar. Mutluydu kadın. Adam da mutluydu. Daha şafak sökmeden, alacakaranlıkta gidip kemerlerin arasından Akdeniz'e baktılar. Kadın adamın kollarındaydı. Adam kadını yumuşakça kucaklamış ona Akdeniz'in eski şaşaalı günleriyle ilgili kulağa hoş gelen sözcükler kullanarak egzotik şeyler anlatıyordu.

Adamla kadın, ertesi gün de gün batımına kadar beraber gezdiler. Bir Leos Carax filmindeymişler gibi olur olmaz yerlerde, ulu orta öpüştüler. Seni çok seviyorum, dedi kadın. Seni çok seviyorum, dedi adam. Ve ayrılmadan önce adamla kadın birbirlerine uzun uzun sarıldılar. Kokunu çok özleyeceğim dedi kadın. Ralph Lauren Polo Classic, bilgin olsun, dedi adam, ama yine geleceğim dedi yine geleceğim ve şu büyük gemilerden birine binip gideceğiz tamam mı? Dünyanın her ülkesinde ve şehrinde seni sevdiğimi söyleyeceğim. Kavgalar edeceğiz, birbirimizi anlamadığımız günler gelecek, uzun ve yorucu bir yaşamımız olacak ama her zaman seni sevdiğimi söyleyeceğim. Kadın tekrar tekrar, uzun uzun öptü adamı. Yine geleceğim dedi adam. Yine geleceğim ve şafak sökerken biz Girit'te uyanacağız dedi. Seni nasıl buldum aklım almıyor, dedi kadın. Ben hep seni aradım, dedi adam. Hep seni aradım ben, dedi.

Adam gitti, Sonata'sını sattı. Parasını dövize çevirip hepsini sırt çantasına koydu. Akdeniz'de tüm liman şehirlerini geze geze Portekiz'e kadar giden Cruze gemilerinden birine iki kişilik bilet aldı. İki hafta sonra, gün batımına doğru, sadece sırt çantalarıyla limanda buluşacak ve altı ay sürecek bir yolculuğa çıkacaklardı.

O gün geldi. Gemi limandaydı. Adam yüzüne komik bir güneş gözlüğü takmış limanın lobisinde bir o yana bir şu yana her halinden belli olan bir gerginlikle geziniyordu. Kadın yoktu. Geminin demir alıp hareket etmesine yarım saatten az kaldığını gördü duvardaki panellerden. Kadın yoktu. Adamın dizleri titremeye, ağzı kurumaya başladı. Kadın yoktu. Yolcular için son çağrılar yapılmaya başlanmıştı. Kadın yoktu. Kaptan ya da her kimse geminin devasa motorunu çalıştırdı. Kadın yoktu. Adamın artık binmesi gerekiyordu, bilet kontrol gişeleri birazdan kapanacaktı. Kadın yoktu. Adam görebileceği en uzak noktaya kadar baktı. Kadın yoktu. Gemi limandan ayrıldı. Adam içindeydi, kadın yoktu.


Mehmet Kabakçı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page