top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mehmet Kabakçı- Ocey'in Dağları

Ben henüz on bir yaşında bir ortaokul öğrencisiyken yanıma, o karanlık odaya gelip, yapmak üzere olduğum şeye engel olan babama…

Bilmiyorum baba, bu dünyada mıydık?

Bir yaz ortasıydı, geceydi. Ama şenlik yerleri gibi, ışıl ışıldı gökyüzü. Bir esenlik vardı havada. O yaz geceleri, biçilmiş ekin saplarınınkokusunda eski zamanları hatırlatan bir şey var sanırdım ve ağustos böceklerinin canhıraş ötüşlerinde bir yaşam susuzluğunun telaşını duyardım. O yaz, bir anlığına da olsa yaşamı sevmiştim baba. Fakat biliyorsun işte, o denli anlayışsız ve zalimdi ki. Devam etmek –yolun daha başındayken hem de– katlanabileceğim bir şey değildi. Geldin, elimdeki bıçağı aldın. “Yapma,” dedin. Ağladım. Göğsüm şişip inerken, “Beceremiyoruz, birbirimize ulaşamıyoruz,” dedim. Bunun üzerinde sen de ağladın. “Yapma bre oğlum,” dedin. Sarıldın bana, sen sarılınca çarpıntım yavaşça kesildi. Sonra dedin ki, “Ömrün benimkinden uzun olsun. Neşen benimkinden çok olsun. Son nefesine kadar hep yanında olacağım oğlum. Yüreğini ferah tut! Ben, baban Bahri, bu dünyadan göçtüğümde bile seni hep gözleyeceğim.”

Kırk bir yaşıma geldim baba. Çok korkuyorum. Üstümdeki o karanlık gitmedi. Ve soluğum kesiliyor bazen. Ama benimlesin, biliyorum. Acı ve merhametle kırışmış yumuşacık çehren gözlerimin önünden bir an olsun silinmedi.

Senin topraklarını özlüyorum baba.


Bizim buralara, sözcüklere dökülmesi pek de kolay olmayan tüyler ürpertici bir sükûnet egemendir.

Zannediyorum durumu açıklayacak daha münasip başka bir sözcük yoktur. Issızlık diyemem çünkü bir yeri ıssız veya tenha diye nitelerken, o yerin büyük bir merkeze ya da kalabalık bir kente olan uzaklığını vurgulamış oluruz esasında. Oysa ne görüş menzilimizde ne yol levhalarımızda ne de atalarımızın anlattığı mesellerde, bizim bu memlekete yakın veya uzak diyebileceğimiz başka bir yer yoktu.

Kasabamız, bakışlarımızın ulaşabileceği son noktaya kadar uzayıp giden verimsiz, dümdüz, kırmızımsı bir ovanın içindeydi. Tek tük bodur ağaçlar, bir süre sonra gözden yiten demiryolu direkleri ve ufku hayal meyal kaplayan bir parıltı dışında (Babam, gerçekle gerçek olmayanın ayırt edilemeyeceği bir yüz ifadesiyle, bu parıltı için, orası bu dünyanın ucu, demişti.) kasabamızın önünde ve iki yanında gözün görebileceği hemen hemen hiçbir şey yoktu. Hemen ardımızda ise, güz sonu akşamüstlerinde, gökte aniden beliren yağmur yüklü bulutlara benzer cesametli, koyu gri sıradağlar yükseliyordu. Kimse adını söylemek istemezdi ama (ben de artık söylemeyeceğim) Ocey’in Dağları denirdi oraya. İnsanı tedirgin eden tuhaf bir görünüşü vardı bu dağların. Göğün içinden ansızın inip tepemize dikilmiş bizi gözetleyen kem gözlü, asık suratlı, sürekli üzücü bir şey olmasını bekleyen, uğursuz bir koca anaydı sanki. Ve niyeyse, oraya bakınca, her geçen gün, gök üstümüze doğru biraz daha yaklaşıyormuş gibi hissederdim ben. Göğsümü sıkıştırıyordu o dağların görünüşündeki bir şey. Dağların ardını gören de yoktu. Bir keresinde çocuklara özgü o her şeyin sebebini öğrenmek isteme dürtüsüyle bundan babama söz ettiğimde (dağların arka tarafında ne olduğundan ve çıkıp niye hiç orayı görmediğimizden) tuhaf bir şey oldu. Babam önce beni duymadı. Sanki ben ona bir şey sormamışım da gidip öyle anlamsızca ona bakmışım gibi şaşkınlığa benzer bir ifade belirdi babamın yüzünde. Sonra o şaşkınlık ifadesi yaz sabahlarında göğün ortasında beliren küçük, pamuksu bulutlarda olduğu gibi yüzünden puf diye birdenbire silindi ve onun yerine bu sefer de çaresizliğe, kedere benzer tuhaf bir biçim gelip yerleşti çehresine. Sesimi duymuyor muydu? Konuştuklarımı anlamıyor muydu? Beni görmüyor muydu? Bu sefer sözcüklerimin her bir harfini bir salkımdaki üzüm taneleri gibi birer birer koparıp babamın kulaklarından içeri sokmaya çalıştım. Bunun üzerine gülümsedi babam. Ve yavaşça eğildi, sır verir gibi fısıldadı kulağıma. “Seni anlıyorum,” dedi, “ama kafana takmana değecek kadar önemli bir şey değil.” Sonra yazları öğle sıcaklarında, kırlık yerlerde, havanın boşluğu içinde birden ortaya çıkıp kurumuş otları, çalıları, ağaç yapraklarını sallayan talazlara benzer bir şeye dönüştü babam. Ve bana belirli bir noktadan sonra dağa tırmanmanın benim için tehlikeli ve üzücü sonuçları olabileceğini söyledi. Ne demek istedi bilmiyorum ama bana sorarsanız o dağların ardı yoktu. Muhtemelen bundan dolayı, yani düş kırıklığına uğramamı istemediği için öyle söylemişti babam.

Yürekleri, atıp duran nabızları varmış da kendi türlerine has bir üslupla soluk alıp veriyormuş gibi duran bu kasvetli dağların yüksek yamaçlarında genişçe bir taraça vardı. O taraçada gövdeleri önce –gençliklerinde– yırtıcı hayvanlarınki gibi küstahça, ileriye, uçurum boşluğuna doğru uzanmış, sonra karar değiştirerek tembel bir kavis çizip bu kez de göğe doğru yükselmiş ve derken öyle kalmış, öyle kocamış gür yapraklı, kocaman, iki meşe ağacı vardı. Aşağıdan, kasabadan, o terasa doğru bakınca, bazen o meşe ağaçları yapayalnız kalmış bir çift ihtiyar karı kocaymış gibi görünürdü benim gözüme. Babam işte o meşelerin olduğu taraçaya kadar çıkmama izin verirdi sadece. Daha yukarısını, dağın doruklarını, aklından çıkarman gerek oğlum, derdi hep.

Taraçamız, kasabamızın en manzaralı yeriydi. Hepimiz, tüm kasaba halkı, bazen bu düzlüğe çıkar, (ki buraya tırmanmak pek öyle kolay değildir) yaşadığımız yerin, memleketimizin, benzersiz manzarasını seyrederdik. Eski çağlardan kalma bir tapınağın kutsal bahçesindeymişiz gibi büyülenmişçesine sessiz ve en küçük bir tepki vermeden bakardık altımızdaki uçsuz bucaksız genişliğe. Kasabanın tek katlı, badanası solmuş, alacakaranlığın içinde sanki yan yana dizilmiş diş taşlarıymış gibi görünen kulübemsi evlerini, trenin saatler süren geçişini, sınırları olmayan kızıl toprakları ve bu toprakların ötesinde, sonsuz bir uzaklıktaymış gibi görünen rengarenk ışık şûlesini izlerdik. Pusun, buharın, tozun gerisinde, olanaksız bir uzaydaymış gibi görünürdü bize o ışıklar. Sadece ben değil, kimse, daha yukarıya, dağın doruklarına çıkmaya cesaret edemezdi. Ben, ne zaman meşe ağaçlarının olduğu bu taraçaya gelip de önümdeki çorak enginlikleri izlesem, biz binlerce yıldır bunu hep yapıyormuşuz gibi belirsiz bir yaşanmışlık, mazide kalmışlık hissine kapılırdım. Bu seyir terasında gördüğümüz her manzara, uzun uzun izlenmeye değerdi çünkü bizim kasabamızdaki hemen hemen her şey gibi uzaktaki alanlar ve boyutlar da alışılmadık, şaşkınlık verici bir açıyla görünürdü hep.

Trenden söz edelim örneğin. Günde dört kez (böyle diyorlar) kasabamızın içinden eski, isli bir yük treni geçerdi. Uzaklarda, gök kubbenin etek uçlarında bir yerde, anlaşılması zor bir perspektifin içinden havaya kara dumanlar püskürterek girerdi görüş ufkuna önce. Geniş bir yay çizerek yaklaştıkça, altımızdaki yer zangır zangır titremeye başlardı ve derken isten, tozdan, sıçrayan demir cüruflarından simsiyah olmuş devasa lokomotif, sessizce geçip giderdi kasabanın önünden. Alacakaranlıkta, vagonların altındaki çelik disklerden mat bir ışıltı göze çarpardı, fakat bu tren, kasabamızdan çıkıp da biraz uzaklaştıktan sonra esrarengiz bir dönüş yapar ve yine geldiği yöndekinin tıpatıp aynısı bir perspektifin içine girip kaybolurdu. Trenin günde dört kere bunu tekrar ettiğini söylerler ama benim bu kasabayla ilgili başka pek çok konuda olduğu gibi bunda da kafam karışıktır biraz. Bana bazen, biz sanki kendi özel zamansallığı olan küçük bir gezegenin içindeymişiz de, bu tren sandığımız şey de, kuzgûni yağız atlarıyla her seher vakti, bir ufuktan çıkıp başka bir ufka doğru dolu dizgin koşan bir çingene kafilesiymiş gibi gelir.

Sonra orada, ufkun arkasındaymış ama aynı zamanda da orada değilmiş gibi görünen o yeşilli, pembeli renk renk ışıklar yayan kuşak... Yani o derece uzakta olmasına karşın nasıl oluyor da evlerimizin duvarlarına, dağların yamaçlarına, enginliklere, hatta insanların alınlarına değin vuruyordu şavkı? Suyla dolu havuz diplerinde tembel tembel yalpa vuran yansımalar misali işte bizim kasabamızda da, her şeyin üstüne pembe, yeşil, eflâtun karışımı yanar döner bir parlaklık düşüyordu. Kasabamızın kendine has optik unsurlarını bilmeyen biri, bu ışıklara bakarak hemen birkaç kilometre ileride bir orman yanıyormuş zannına kapılabilirdi. Ah, evet, kasaba halkı bu ışıklara Ötedünya’nın ışıkları adını koymuştu.

Ancak bütün bunlarla birlikte kasabamızın bence asıl benzersiz niteliği, sokaklarında, insanların hal ve tavırlarında, içinde dolaşan havada yani bizim günlük yaşamımızda gizliydi. Her şey o denli alışıldık, şaşmaz ve neşesiz bir devinimle sürüp giderdi ki, hani süratle dönen bir tekeri veya pervaneyi sanki durmuş, dönmüyormuş gibi zannederiz ya, benzetme ne kadar yerinde oldu bilmiyorum ama kimi zaman ben, bizlerin, yani bu kasabada oturan herkesin, aslında hiç yaşamadığımıza, hepimizin birer ölü olduğuna ilişkin karanlık, tedirgin edici bir fikre kapılıyorum ve bu da beni esasını ararsanız bir hayli huzursuz ediyor.

Her şey (buna zaman ve zemin de dahil) yumuşak, jelimsi… –nasıl daha iyi tarif edebilirim diye düşünüyorum– … yarı yarıya donmuş bir dumanın içinde asılı kalmış gibiydi burada. Evet, insanlar çalışıyordu, traktörler, fırınlar, belediye işçileri, tren hattı, trafolar, su şebekesi her şey kendi sıradanlığında çalışıyordu. Hatta kimi zaman çevredeki evlerden gülüşmeler, kahkaha patlamaları, küfürler, ağlama sesleri gibi günlük yaşamın cıvıltıları da duyulurdu. Ancak gene de tüm bu canlılıkta, bu yaşama uğraşılarında, bu hay huylarda her niyeyse bir ağırkanlılık, dermansızlık -çürümüş ağaç gövdelerinde görülür ya hani- insan parmağını şöyle bir değdiriverse çöküp dağılacak bir kofluk varmış gibi gelirdi bana. Bir adım daha öteye gideyim: Sanki herkesin burnunun dibinde, böyle ulu orta, açık açık görünen ve herkesin sıradan bir kayıtsızlıkla benimsediği bu manzaralarda gerçek dışı bir şey vardı. Bu kasabadaki her şey soyut bir imajdan ibaretti ve ardında insanın kanını donduracak kadar ürkütücü bir başka mevcudiyet saklıydı.

Bazen treni daha yakından görmek için demiryolu civarına giderdim. Bir defasında evden çıkmış, ilerideki rayların geçtiği yüksekçe yere doğru yürürken önüme simsiyah bir köpek çıktı. Yaşlı, üzgün bir görünüşü vardı bu köpeğin ve at ağıllarını, tozlu bağ yollarını andıran bir koku geliyordu hayvandan. Boynunda demir çivilerle dolu meşin bir tasma takılıydı ve karşımda tehditkâr bir gerginlikle durmuş hırlıyordu. Normalde köpeklerden korkan biriyimdir ama niyeyse bu hayvanın hırlayışında tehdit ve tehlike değil de acıklı bir şey duydum. Orada çaresizce, yalvarırcasına durmuş, benim kendisinden korkup kaçmamı bekliyordu sanki. Bir yere kaçmadığım gibi yürümeye devam ettim. Bunun üzerine köpek bir iki adım geri bastı ve canı çekiliyormuş, işkence görüyormuş gibi havlamaya başladı. Tam o sırada yan taraftaki evin bahçe duvarının ardında suratı öldürülmüş sonra da içi doldurulmuş bir kurt kafasını andıran ihtiyar bir adam belirdi. Köpeğin sahibiydi muhtemelen. Durdum, “Nesi var bu köpeğin?” dedim. Adam öyle bakıyordu bana. Sanki ikimizden başka ortada bir de havlayan bir köpek yokmuş gibi hayvanın varlığına karşı anlaşılmaz biçimde ilgisizdi. Bir cevap vermesini, hiç olmazsa bir şey söylemesini bekliyordum. Dumanlanmış, sarı sarı yanan gözlerinde ve hafif terlemiş daracık alnında Ötedünya’nın pembemsi yeşil ışıkları yansıyınca bilmen niye, saçma sapan bir düşünce geçti içimden: Bu adam bir tür makine insandı ve farkında değildik henüz ama bizler de birer makineydik.

Bir yandan yolumun üstündeki hayvan bana acıyla havlıyor bir yandan da bu yaşlı adam balmumundan bir heykel gibi karşıma dikiliyordu. Adama doğru bir iki adım yürüdüm ve, “Sesinde bir şey var, hasta bu köpek,” dedim. “Ciğerleri veya soluk borusu iltihaplanmış olabilir.” Adam neden söz ettiğimi anladı mı bilmiyorum ama o gölgeli, demirimsi, hayvansal çehresiyle yüzüme doğru uzun uzun baktı ve sonra ağlamaya başladı. Tam o anda duvarlar, altımızdaki yer ve hatta tüm kasaba sarsılıyor, titriyordu. Trenin kim bilir kaçıncı geçişiydi ve daha saatlerce sürecekti bu titreşimler. İkimiz de bunu umursamadık. “N’oldu, nedir sizi üzen?” diye sordum adama, ama o, ardını dönüp yavaş adımlarla evine doğru yürüdü. Baktım, köpek de yoktu, gitmişti.

Hep böyle ağır, neşesiz, usanmış bir hava hakimdi bu kasabaya. Bakkala gittiğim zamanlarda da yaşardım bunu. İllaki dükkânın önündeki çardağın altına oturmuş sohbet eden ya da sohbet ediyormuş gibi görünen yedi sekiz kişilik bir grup olurdu. Yanlarına vardığımda kibarca selam verirdim. Hiçbiri selamımı almazdı. Bilmiyorum belki onlar da kendi tarzlarında beni selamlıyordu da ben fark etmiyordum. İçlerinden bazıları, sanırım yaşı bir hayli ilerlemiş olanlar, ilginçtir, benden bir şey diliyorlarmış gibi boyunlarını eğip hazin hazin yüzüme bakarlardı. Anlayamadığım bir şekilde kendilerini gülmeye, gülümsemeye, sevimli görünmeye zorluyordu bu insanlar. Onları görmemi, duymamı, anlamamı ve kendilerine bir konuda yardım etmemi istiyorlardı sanki benden. Ama konuşmazlardı. Ağızları dikilmiş veya birleştirilip lehimlenmiş gibiydi. Kendilerini zorlayıp dudaklarını aralayabilenler oluyordu ama ses duymak yerine kömür tozu tıkıştırılmış gibi kapkara açılmış ağız boşlukları görüyordum sadece.

Oldum olası anlayamadığım bir tuhaflık vardı kasabamızda. Sanki bir denizin dibinde, bir çeşit yoğun gaz kütlesinin içinde ya da başka türlü bir atmosfer basıncının altındaymışız gibi hepimizin hareketlerinde, örneğin baş döndürmelerimizde, ellerimizi kullanışımızda, oturup kalkmalarımızda, yürüyüşlerimizde hatta konuşurken ağzımızın açılıp kapanmasında bile yavaşlığa mı, hissizliğe mi yoksa bazı karanlık düşlerdeki gibi kişinin kendi varlığına, kendi eylemlerine karşı takındığı o hüzünlü bilinçsizliğe mi benzeyen, bir türlü akıl erdiremediğim, hani derler ya, künhüne varamadığım garip, rahatsız edici bir anormallik vardı hepimizde.

İlkokulu ve ortaokulu çok uzak bir geçmişte bu kasabada okudum diye anımsıyorum ama sonra ne oldu, liseye, üniversiteye gittim mi mesela? Bilmiyorum. Bir yerde, bir şey oldu ve hafızamın kuyusuna inen ipin ucu bir anda kaçıverdi sanki. Çocukluğumda annem ve babamın sık sık kavga ettiğini anımsıyorum. Ben ne zaman çocuktum? Çocukluğum bitti mi? Gelecek duygum niye yok! Zaman, ırmaklar gibi bir noktadan bir başka noktaya ilerlemiyor da bir kasnağın üstüne sarılmış bobin telleri misali bir yere varmaksızın bilincimin masurasında bükülüp duruyor sanki. Bazı şeyleri kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım hatırlayamıyorum. Kafamın içi kül ve çamurla sıvanmış bir sepete dönüşüyor ve sanıyorum ki, milyonlarca üyesi olan dev bir arı kolonisi oğul vermişler de o sepetin içinde olanca kuvvetleriyle vızıldayıp duruyorlar.

Belki üç-dört yaşındaydım bilmiyorum belki de yirmi, belki yüz elli... Bir köşede dikilmiş her niyeyse annemin yüzünü görmeye çalışıyordum. Annem bir leğenin başına oturmuş çamaşır yıkıyordu. Saçları açıktı, başında her zamanki gülpembe örtüsü yoktu. Yüzü seçilmiyordu. Gölgemi fark ettim sonra, gölgem… Nasıl desem yabancı bir biçimdeydi ve alışık olmadığım bir derinlik duygusu verdi bana. Birden anılarımda bu gölgenin bana değil de dağın yamacındaki meşe ağaçlarından birine ait olduğunun ayırdına vardım. (İşte hep böyle oluyor, bilincim havada uçuşan zerrelere hatta havayı hava yapan unsur her neyse ona dönüşüyor. Görüntüleri, olayları, duyguları belirli bir ardışıklık içinde öğrenmişim, yaşamımın bir kısmını geçmişte bırakmışım ve bazı şeyleri sonradan hatırlıyormuşum gibi değil de aklımdan ne geçse o dakikada onun içindeymişim, onların bir parçasıymışım, hatta ben onlarmışım gibi hissediyorum.) Bu geçmişe ait bir görünüm değildi. Ya ben en başından beri o meşe ağaçlarından biriydim ya da tam şu anda burada olduğumu sanıyorken aslında oradayım.

Sanki zaman akşama, sabaha, geceye, şafağa, er ya da geç gibi evrelere ayrılmamıştı da yalnızca tek bir zamanda, tek bir anda gerçekleşiyordu artık gerçekleşen şey her ne idiyse. Ve kara kara karıncaların kendi eksenlerinde durmaksızın döndüğü, milyarlarca kurtçuğun kasılıp gevşediği, vıcır vıcır, bulgur bulgur kaynadığı kan kızılına kesmiş bir göğün altında yaşıyorduk sanki asırlardır. Göğümüzün yapısındaysa daha değişik türden bir ürkütücülük vardı. Hani o bildiğimiz yayvan, kubbe şeklinde değildi de, kan kırmızı bulutların insanı somurup içine çekecekmiş gibi yuvarlanıp durduğu tersine bir uçurum boşluğunu andırıyordu gökyüzümüz. Her neyse köşede durmuş annemi izliyordum. Ötedünya’nın yanar döner ışıkları annemin saçlarında hâre hâre parlıyordu. Gökte yuvarlak, benzi atmış, pirinç madalyonlara benzer bir ay sürükleniyordu ve gölgeler yine de uzun, geometrik ve put gibi kımıltısızdı. Ağustos böcekleri ve diğer çekirgeler sanki bir sunağın çevresinde toplanmışlar da kutsal bir ayini kitlesel bir coşkuyla yerine getiriyorlarmış gibi çılgınca, soluksuz haykırışlarla ötüyordu. Orada, heyula gibi durmuş gözlerimi dikip annemi izlerken acı veren, kederli ve çok eski bir anıyı yeniden yaşıyormuşum gibi bir duyguya kapıldım. Sanki hüküm giydiğim sonsuz bir cezadan ne yapsam, ne kadar istesem, ne kadar uğraşsam da kurtulamıyordum. Bezgindim, çaresizdim, üzgündüm ve annem de başını kaldırıp, ne diye bakıyorsun bana sen öyle, demiyordu. Annemle aramızda tüyler ürpertici bir uzaklık, birbirinden kopmuşluk ve kökü çok eskilere dayanan anlaşılmaz bir husumet vardı. Annemin yüzünü görebilmek için bulunduğum yerden ayrıldım ve onun tam karşısına geçtim. Bu birkaç adımlık mesafe kıtaların yürüyüşü gibiydi ve saatlerce sürdü. Meşe gövdesini andıran gölgem de kapkara bir yelkovan gibi ağır ağır döndü benimle birlikte. Fakat yararı yok! Dışlıyor beni. Annemin demir kırı donukluğundaki saçları şimdi de söğüt dalları biçimine dönüştü ve salkım salkım dökülüyordu toprağın yüzeyine. Yüzünü neden göstermek istemiyordu bana? “Neden görmüyorsun beni?” diye bağırdım. Bağırdığımı sanmıştım ama ses falan duyulmadı yine. Dağ dipleri gibi ebediyen sağırdı annem. Ağlamak geldi içimden. Tam o sırada, çok gariptir, çelik bir çubukla madeni bir levhaya vurunca çıkan o sese benzer tiz bir çınlama sesinin derinden derine ama periyodik olarak kulağıma değdiğini fark ettim. Nereden geliyordu bu ses? Bir binanın bodrum katından mı? Beton duvarların ardından mı? Sonra, annemin yüzünü görmem doğru değilmiş gibi vicdani bir rahatsızlık duydum yüreğimde. Neden? Zil sesini andıran o madeni çınlama, kumsalı yalayan dalgalar gibi bir yaklaşıp bir uzaklaşıyordu. Tren belirli aralıklarla geçiyor, yer sallanıyor, tüm kasaba yıldızlar gibi titreşiyordu. Sonra, bu tuhaf kasaba için bile bu kadarı fazla, dediğim bir şey oldu. Daha önce hiç bilmediğim, karşılaşmadığım, yakınından bile geçmediğim son derece garip bir fiziğin, yadsıyıcı bir süratin, bir tür çekim gücünün etkisine kapıldım. Biliyorum, ne kadar özensem, uğraşıp didinsem de anlatmayı başaramayacağım bunu. Yüzyıllardır bir okyanusun diplerindeki kayalıklara sıkışıp kalmıştım da birden serbest kalıp suyun yüzeyine doğru yavaş yavaş yükselen bir asma kütüğüymüşüm gibi hissettim.

Ötedünya’nın ışıkları annemin sabunlu su döktüğü yerde oluşan köpük baloncuklarının şeffaf dış yüzeyinde rengarenk ışıltılar saçarak şeytan arabaları gibi havalanmış uçuyorlardı. Ben tam bu hipnotik manzaranın içine girmiş, o baloncuklar gibi göğe yükselecekken ansızın “Kendi kendine konuşup duruyor,” dedi birisi. Kimdi bu? Nereden geldi bu ses? “Kendi kendine konuşup duruyor!” Bir gölün yüzeyinde gittikçe çoğalan, gittikçe büyüyen dalgacıklar gibi art arda yankılanıp duruyordu kulağımın içinde bu söz. Uğultulu, kalabalık bir yerdeydim sanki. O madeni çınlamayı daha da yakınımda duyuyordum. Bazen bir kadın, bazen bir çocuk ve öfkeli, yetkili, meraklı, şefkatli, yargılayıcı, acıyan, sevinen yüzlerce, binlerce farklı surat, binlerce farklı yerde aynı şeyi söylüyordu ve sesleri kulağımın içinde boğuk boğuk eko yapıyordu. “Kendi kendine konuşup duruyor.” Dayanılmaz bir şey bu! Derin derin soluk alıp verdim ve hâlâ bir hiçmişim, boşlukmuşum, yokmuşum gibi varlığımı inkâr etmeyi sürdüren annemin yanına gidip ona acıların en büyüğünü –en azından bunlardan birini– tattırmak istedim. Bu acımasız tutumunun bedeli neymiş gösterecektim ona. Eğildim, bir kirpi gibi toprağın girintilerine gizlendim. Böcekler gibi yerin yarıklarında yürüdüm. Fakat tam saldıracaktım ki, o anda yerdeki sabunlu su gölcüğü önüme doğru akmaya başladı ve babamınkinin tıpkısı bir bir sesle, “Gitme,” dedi bana. Babamın sesiydi bu. Babam neredeydi? Devrilmiş bir şişeden akıp dağılmış lacivert bir mürekkebi andıran bu su birikintisi neden babamın sesiyle konuşuyordu ve babamın sesi ne diye annemi görmemi istemiyordu? Ve derken hepimizin, benim, annemin, babamın ve kasabamızdaki tüm insanların bir gölün kenarında büyüyüp serpilmiş su kamışları olduğumuzu anımsadım. Bir zamanlar gri suların kıyılarında tatlı bir esinti olduğunda hep birden nasıl da hafifçe sallanıyorduk. Püsküllerimiz birbirlerine değince anımsıyorum da ne hoş bir hışırtı yayılıyordu suyun dolaylarına. Peki n’oldu bize? Şimdi, bu kasabada neyiz, kimiz biz? Babam ne diye birdenbire kayboldu? Annem niye beni görmüyor? Ve hava, hava niye hep kapalı?

Ne olacaksa olsun diyerek annemin köklerini kemirmeye başladım. Gövdesine tırmandım, kabuklarının arasına yumurtladım. Taze filiz vermiş uçlarını kıtır kıtır yedim. Öz suyunu emdim. Ağzından girip yüreğine doğru süründüm. Ciğerlerine indim. Kötü kötü öksürmeye başladı annem. Yüreği sancılandı. Boğuluyormuş gibi ekşitti suratını ve… Ve nihayet ağzının içinden kara dumanlar çıkararak konuştu.

“Git, ona söyle de, daha çok gelsin.”

Ağlıyordum. “Neden bize karşı böylesin sen?” Yüzünde ne bir özlem vardı, ne merhamet ne de sığınabileceğim bir derinlik. İyice baktım o kadına. Ürkütücü bir soğukluğu vardı. Pamuklanmış iki örümcek deliği gibiydi gözleri. Eğildim bir mikroorganizma misali o nemli deliklerin en derinlerine, en uzak köşelerine varıncaya kadar girip inceledim onu. Karanlıktan ve sessizlikten başka bir şey görmedim. “Tepelere git,” dedi. Art arda defalarca öksürmüş, boğulmaktan son anda kurtulmuş ve sonra güçlükle konuşmaya çalışan veremlilerinki gibi bir sesle. “Babanı meşeler aldı.” Sonra yine aynı, yine o, insanlık dışı çehresiyle önündeki leğenin suyunu değiştirdi. Ağzından toz dökülüyordu. Neydi bu altüst olmuşluk? Bu sonsuzcasına boş vermişlik, elden bir şey gelmezlik, bu çöküntü neydi?

Babamı meşeler mi aldı? Daha çok gelsin de ne demek? O konuşan annem değildi, bunu anlamıştım. Kimdi peki? Neydi? Çok uzun zaman önce, yer ve gök, zamandan, uzamdan, bilinçten, yaşamdan habersiz, mutlak ve sonsuz bir dinginliğin uzayında henüz doğuracağı yaratığın neden olacağı felaketleri bilmeden tanrısal bir hoşnutlukla soluk alıp verirken, rüzgarlar sarp dağların güneş görmemiş kuytularında yetişmiş bir eğrelti otunun tohumunu uçurup düzlüklere, güneşli ve yumuşak kumsallara taşıdılar. İşte o çağlarda yıldızların ışığını yiyip kumların nemini emerek filizlenen o tohumdan türedi insan! Rüzgârın aşısı tutmuştu. O halde o söğüt yüzlü kadın, yani annem, aslında ben miydim?

Demiş miydim? Annemle babam anlaşamazdı. Daha doğrusu annem babama hep küçük düşürücü hakaretler ederdi. Babam bir keresinde, dağlardan gelen serin yellere kendimizi bırakmış kayıtsızca sallanan saz püskülleri olduğumuz o eski çağların birinde, bana doğru eğilmiş, sevgi her zaman bağışlayıcı değildir, bazen zalimlikle gösterir kendini oğlum, demişti. Rüzgârın tohumlarımızı uçurup bizi taşıdığı başka bir çağda ise onu, büyük bir ağacın altında oturmuş, gün batımlarına doğru atların yayılışını izleyen hüzünlü bir adammış gibi anımsıyorum. Doğru ya! Hatırlıyorum, başını alıp kasabanın ardındaki dağlara giderdi bazen babam. Galiba en son gidişinden sonra hiç gelmedi. Hiç gelmedi! Evet, rüzgârdan söz etmişti o ses! Çok tuhaf çünkü uzun zaman olacak rüzgâr esmez bu kasabada.

Derhal göğe doğru baş vermiş o meşelerin olduğu taraçalara koşmak istedim. Tüylerim bir kez daha diken diken olmuştu çünkü tüm bunların daha önce yaşanmış, çok eski çağlarda kalmış hatıralar olduğuna dair o belirsiz duygu gene gelip çöreklendi içime. Ve babamı anımsıyordum, yüksek bir terasta, bir çift meşe ağacının yanındaydık. Onun alnına gün batımı sonrasının o turuncuya çalan kızıl ışıkları değiyordu ve bana altımızdaki çorak ovayla ilgili eski bir hikâye anlatıyordu. Şu anda, tasarlanan şey ile gerçekleşen şeyin iç içe girdiği tam şu dakikada ikimiz de oradaydık ve ben eğer yeterince hızlı koşabilirsem o ânı yakalar, o görüntünün içine girip babama neler olup bittiğini sorabilirdim. Fakat koşamadım. Olanca kuvvetimle koşmaya çalışıyordum ancak her şey sanki bir denizin dibinde ya da kumların altında yaşanıyormuş gibi bir türlü hareketlerimi hızlandıramıyordum.

Yine de vazgeçmedim, dağın eteklerinden yukarıya, meşelerin olduğu sekiye doğru dişimle tırnağımla tırmandım. Yukarıya doğru bir miktar çıkıp da şöyle bir arkama baktığımda kasabanın önündeki kavruk kırmızı ova, gözüme düşsel bir gölge, sınırları olmayan tuhaf bir uzaymış gibi göründü. Ötedünya’nın yanar döner ışıkları sonsuzcasına uzaklarda, dev bir kubbe gibi yükseliyordu ve hayal meyal titreşen bir ısı dalgasının içinde rengarenk pırıltılar yayıyordu. Taşlara, kayalara, gri hayıtların, mavimsi süpürge otlarının köklerine tutuna tutuna, ha gayret ha tırmandım. Ve derken kendimi taraçanın düzlüklerinde buldum. Hemen meşe ağaçlarının yanına gittim. Ağaçların gölgesi neredeyse kasabanın tamamını kaplıyordu. Bir rutubet böceğiymişimcesine hafiftim ama korkuyordum ve tuhaf bir endişe, yer kırıkları misali dağdağalı bir şey uyanmış yürüyordu içimde. Babam gerçekten de taraçanın tam ucunda durmuş gün batımına karşı kasabanın önündeki çorak enginliği izliyordu. Yerde, kurumuş yulaf başakları, çıtır çıtır kırılan ot sapları ve kocaman yassı yassı taşlar vardı. Ötedünya’nın ışıkları daha parlak ve daha yakınmış gibi görünüyordu. Yer sarsıntısı ve titremeler babamın yanına doğru yürürken yakaladı beni. Tren gene o anlaşılmaz, olanaksız açıdan bir nokta biçiminde çıkmış kara dumanlar ata ata geliyordu. Yaz böceklerinin haykırışları hiç kesilmiyordu.

Babamla taraçanın ucunda durmuş aşağıdaki uçsuz bucaksız kıracı izliyorduk. Babamın göz çukurlarını, kulaklarını, bıyığını ve neredeyse her yerini telgraf çiçeği yaprakları gibi duman duman tüy kaplamıştı. Gözümüzün önündeki açıklığın, uçsuz bucaksızlığın ve uzaklarda başka bir yıldız sistemiymiş gibi görünen kızıl ufukların görünüşünde insanı aldatan bir şey vardı sanki. Tuhaf bir atalet, hükümsüzlük, bilinmezlik sinmiş gibiydi her yere. Sanki bu kan kırmızısı ovada, bende, babamda, havada, bütün bu manzarada ama özellikle de şu meşe ağaçlarında bir mana vardı ama son derece belirgin, kocaman, göz önünde ve de manzaraya basit bir sıradanlıkla gömülmüş olduğu için o manayı fark edemiyorduk.

Başlarımızın üstünde ipek liflerine, bitki tüylerine benzer beyaz beyaz şeyler uçuşuyordu. Babamın kurumuş dere yataklarını andıran çehresinde Ötedünya’nın pembe, mor, yeşil ışıkları titreşiyordu. Bir an şöyle elimi geçirsem söküp çıkarabileceğim bir duvar kâğıdı gibi göründü gözüme önümüzdeki manzara. Tren, uzak ufuklarda yitmek üzereydi ama havanın içinde öyle bir görünüyordu ki sanki elimi uzatsam avucuma alabileceğim küçük bir arıydı! Kızıllık demiryolu direklerinin porselen fincanlarında yoğunlaşıp parıltılar saçıyordu. Her şey bir ısı dalgasının, bir buhar kuşağının önünde beliren illüzyondan ya da, al kırmızı bir şifon kumaşın bayrak bayrak dalgalanan hârelerinden ibaretmiş gibiydi.

“Baba, o ışıkların olduğu yer neresi?” dedim. Babam başını yavaşça çevirip baktı bana. Bir süre sonra boynunu yana eğdi, bakkalın önündeki adamlardan birini gördüm sandım. O şekilde, belirsiz bir zaman boyunca yalvarırcasına, bir yıkım ve elemle karşı karşıya kalmış gibi yüzüme acıyla, merhametle baktı ama cevap vermedi. “Baba oraya gitmek istiyorum ben,” dedim. “nasıl giderim söyle bana!”

“Gene mi?” dedi, babam. Ağlayacaktı neredeyse. Onun da ağzından toz dökülüyordu konuşurken. “Orası bu dünya ile öteki dünya arasında kurulmuş bir şehir,” dedi sonra. Sesinde korkunç bir bezginlik vardı. “Baba biz neyiz?” diye sordum. “Başını yavaşça, güçlükle, acı çekiyormuş gibi iki yana salladı babam. O su kenarındaki kamışlar gibi değildik bu sefer. Dayanamadım artık, “Baba bu garip kasaba neresi?” diye bağırdım.

Tren bilmem kaç milyonuncu kez o çarpık perspektifin içinden çıkmış geliyordu gene. Kendini topladı, başını çevirip meşe ağaçlarına baktı babam. Fakat her niyeyse, sanki birileri tarafından gözetleniyormuşuz gibi tedirgin olmuştu şimdi de. Başını kaldırıp dağın doruklarını işaret etti bana. Orada, dağın doruklarındaki sivri sivri kayaların arasında, kurumuş şeytan pençelerini andıran keskin uçlu demirler gördüm. Hudutlara çekilen dikenli tellere benziyordu. Babam bana bir şey söylemek istiyordu ama meşelerden veya meşelerin olduğu taraftaki bir şeyden korkuyordu.

Neden bu kadar üzgündü babam, onu endişelendiren şey neydi ve bu anlaşılmazlığın, bu tuhaflıkların, bu nüfuz edilemezliğin gerisinde ne vardı? O anda babamı daha önce hiç olmadığı kadar çok özledim. Ona sımsıkı sarılmak, çocukluğumda ona sarılınca hissettiğim ölümsüzlüğe benzer o benzersiz gücü bir kez daha duymak istedim. Fakat bilmem nedendir, anlaşılmaz bir ölçülülük, bir mesafe gözetiyordu babam bana karşı. Gene de yavaşça sokuldum ona. İyice yakınlaşınca tuhaf bir koku geldi burnuma. Fakat bir dakika! Bu kokuyu biliyordum ben. Söylemeye gerek var mı? Raylara doğru giderken karşıma çıkan siyah köpeğin kokusuydu bu. Derhal ellerine, boynuna, gövdesine sarılmak istedim babamın. Ellerini tuttum ama tutar tutmaz da geri bıraktım. Bedeni buz gibi soğuktu babamın. Derken bir anda bir şey olu. Meşe ağaçları, dağlardan taşlar yuvarlanıyormuş, bir kuş sürüsü bağıra haykıra bir hedefe doğru uçuyormuş gibi sesler çıkararak silkelenmeye başladılar. Her yer sallanıyordu. Ve tren kara dumanlar ata ata geçiyordu kasabanın önünden. Meşelerin bronz yaprakları adeta öfkeyle, hiddetle çırpınıyordu. Ve bir yel dolanmaya başladı çevremde. Dört bir yanımı sardı ve karlı gecelerde esen kuzey rüzgarları kadar soğuktu. Meşeler inliyor, hırlıyor, haykırıyordu. Yel, etrafımda yılankavi daireler çiziyor sonra dağın doruklarına, o sivri demirlerin olduğu zirveye doğru aniden bir gaga gibi uzanıveriyordu. Defalarca tekrarladı bunu.

Ve ben bu ânı hatırladım. Daha önce sayısız kere başıma gelen bir şeymiş gibi hatırladım bu yaşananları. Bu rüzgâr babamdı! Oraya, dağın kara doruklarına, yani geçide çıkmamı istiyordu babam. Yel olmuş etrafımda esiyor sonra kurumuş otları, tozu toprağı kaldırarak tünel gibi koridor gibi bir şekle dönüştürüp yol gösteriyordu bana. “Git,” diye rüzgarlara özgü, havaya özgü bir sesle fısıldadı. Kulağımın dibine kadar geldi “Git hadi!” dedi ve tekrar bir at boynu gibi doruklara doğru uzanıverdi yel babam!

Söylemiştim, doruklara asla çıkılmazdı. Taraçalardan sonrası hem kimsenin tırmanmaya gözünün kesmeyeceği kadar dik ve çetrefilliydi hem de dağın tepe noktasına kadar çıkmak dağa saygısızlıktı, dağın mahremiyetini ihlal etmekti. Dahası doruklarda hasut bir koca karının yaşadığını söylerdi annem hep. Kayaların çıkıntılarındaki gölgelerde ve boşluklarda gizlenir, yukarıya, yaşadığı yere kadar çıkanların yüreğini çıkarıp yermiş. Bilmiyorum, bu öyküler gözümü korkutmazdı benim ama meşe ağaçları hâlâ öfkeyle sallanıyor, tren, yeri titrete titrete geçiyor ve Ötedünya’nın yanar döner ışıkları yerle göğün birleştiği o sonsuz uzaklıktaki şeritte, havayı düşsel bir aydınlıkla ağartıyordu.

Bir oğlağın, kedinin ancak sığabileceği dik yolağa vurdum kendimi. Dizlerimi kırıyor, önce ayaklarımdan birini öne atıp onunla zemini iyice kavrıyor, ellerimle de bir kayanın köşelerinden sıkıca tutunduktan sonra öteki ayağımı kaldırıp öncekinin yanına koyuyordum. Kayalar serindi, uçları keskindi ve deve kuşlarının derisi gibi pütür pütürdü. Kollarım ve bacaklarımla adeta bir orman sarmaşığı gibi yapışıyordum dağın uzuvlarına. Ve bir tırtıl misali yavaş da olsa zirveye doğru ilerliyordum. Fakat yukarıya çıktıkça bir tür ağırlık, bir kuvvet, bir basınç altında eziliyormuşum gibi daha önce hiç duymadığım bir ağrı hissettim kemiklerimin içinde. Evet, bir güç beni aşağıya çekiyordu. Bacaklarım ve boynum çelik teller gibi gerilmişti. Dişlerimi sıktım. Olanca kuvvetimle tırmandım. Anlayamıyordum, çünkü zirveye yaklaştıkça tuhaf bir zaman ve eylem duygusu aklımı karıştırmaya başladı. Sanki hareket eden, bir yere ulaşmaya çalışan bir insan değildim de yüz binlerce yıldır bu dağlarda tekrar tekrar yok olup yeniden türeyen bir kara balığıydım, bir spor, bir maya, bir bakteriydim. Sonra perspektif duygumda da birtakım bozulmalar, çarpıklıklar, genleşip daralmalar meydana geldi. Sanki bir yükseltiye doğru çıkıyor değildim de bir dairenin çeperlerinde sürünerek ilerliyordum. Ve dağın dikeyliğindeki bir şey, alan veya yükseklik izdüşümü yavaş yavaş üstüme kapanıyordu. Mukavemet duygumu bütünüyle yitirmek üzereydim. Ellerimi bırakmak istedim. Vazgeçmek, son vermek, düşmek, başımı bir yastık gibi boşluğa yaslayıp hiçliğe karışmak istedim. Bu cefa, bu çaba ne uğrunaydı? Tam bu sırada buz gibi bir rüzgâr çarptı suratıma. Derken yeni boğazlanmış, derisi henüz yüzülmüş bir hayvan eti kokusu geldi burnuma. Ve tutunduğum kaya, ayaklarımı bastığım zemin çiğ ete, deriye, kana, sinirlere, kemiklere, mafsallara, gırtlağa, kıkırdağa, çeneye, kaburgaya, dönüştü. Tırnaklarımı, dişlerimi, pençelerimi etlere, sinirlere kanca gibi geçire geçire tırmandım doruklara doğru. Çok az kalmıştı, neredeyse varmıştım. Yukarıda, dorukların pusu içinde zar zor seçebildiğim demirlerin sivri uçları Ötedünya’nın ışıkları değdikçe kurt dişleri gibi ışıldıyordu. Babamı, annemi, kasabamızı düşündüm. Dorukların arkasında başka bir diyara geçecekmişim, onları ardımda bırakıp başka bir ülkeye göçecekmişim gibi ikircikli bir duygu girdi içime. Ve nasıl etsem olmayacakmış, öyle türlü de böyle türlü de bir şey değişmeyecekmiş gibi sıkıntılı bir hüzün duydum, memleketimi özlüyordum sanki. Treni, Ötedünya’nın ışıklarını, tek tük ağaçların olduğu, uçsuz bucaksız kızıl ovayı, o sonsuzluk, zamansızlık, sessizlik ve tuhaflıklar kasabasını özlüyordum. Doruklara çok az kalmıştı, trenin sarsıntısı neredeyse kesilmişti, Ötedünya’nın ışıkları da nispeten zayıflamıştı. Dönüp ardıma bakmak istiyordum. Sanki dönüp ardıma baksam orada olan ama bir yanıyla da orada olmayan bir şey görecektim. Belki bir imge, bir öz, zaman ve uzam dışı bir süregidiş! Kılı kırk yaran bir titizlikle miktarı ayarlanmış, varla yok arası bir parfüm kokusu gibiydi yaşadığım şey. Kalbim vurmaya başladı. Geride bırakıyormuşum gibi değil de yanından geçip gidiyormuşum gibi hissettiğim memleketime son defa bakmak istedim.

Başımı çevirdim, aşağıda, geniş bir uçurum şeklindeki taraçaların ucunda, acıyla uluyan köpekler gibi başlarını göğe dikmiş o meşe ağaçlarını gördüm. Meşelerin altında, dağın eteklerinden başlayarak ovanın içlerine doğru uzanıp serpilmiş, ufak ufak kulübeleri andıran o mezar taşlarını gördüm. Gördüm ve neye uğradığımı şaşırdım. Dizlerim boşandı, düşmemek için bir kayaya tutundum. Biz? Nasıl yani? Soğuk rüzgâr yüzüme çarpıyordu. Ne! Oradaydı, kasabamız tam karşımdaydı! Birden yüzümdeki tüm unsurlar ve bedenim bükülerek bulandı. Dudaklarım sünmeye başladı. Başım su altındaki yosunlar gibi uzayıp kısalıyor, toplanıp dağılıyordu. Rüzgâr, o rüzgâr sabit tuttu beni. Bakıyordum. Ama orası? Memleketime, kızıl göğün altında sessizce soluk alıp veren, göğüs çekip yazıklanıyormuş gibi huşu içinde duran, saz ve kuru ot bürümüş eski mezarlığa, bakıyordum.


Mehmet Kabakçı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page