Öykü- Mehmet Kalender- 1789
- İshakEdebiyat

- 31 Eki
- 6 dakikada okunur
Uyandım, yatakta oturuyorum. Hava kapalı, tülün ardından anlaşılıyor. Yeri seyrediyorum, yerdekileri. En tanıdık olanları; ayaklarım ve Galatasaray armalı terliklerim. Sağ teki başparmak ucundan deliniyor gibi. Dört yıl oldu galiba alalı, normal.
Üç haftadır şehir merkezindeki bu pansiyondayım. Lojman işi hallolsa hemen keşke. Üç yıldızlı pansiyonun, bir yıldızlı müşterisi. Aslında bence dört ama ben kendimi övemem ki, utanırım, çekinirim. Hep böyleydim. Bence dört.
Bir an komodine kafamı çeviriyorum. “Fransız İhtilâli” kitabı. Doğru ya, uyumadan önce onu okumuştum. Unutmuşum en son ne yaptığımı, neler düşündüğümü...
Ulan Ege! Çağırdın onu sanki. Mıknatıs gibi mübarek, işte geldi yine aklıma, çekti onu sanki. Keşke gelmeseydi. Onu kaybetme korkusu var içimde ve bu duygu son zamanlarda yoğunlaştığından beri aklıma gelmemesi ne yazık ki benim için mutluluk verici bir durum çoğunlukla. Zehra...
Kalkıp hazırlanmam lazım bir de. Saat kaç? Uzanıp komodinin üzerinden telefonumu alıyorum. Hiç içimden gelmiyor aslında işe gitmek. Neyse, yine acılara alıcı gözle bakmaya başladım, düşünme, kalk! Kalkıyorum.
...
Kravatımı düzeltiyorum, tamam, hazırım. Kol saatime bakıyorum, on beş dakikam var daha. Yatağın üzerine oturuyorum. Düzelteyim mi yatağı? Neyse, boş ver, bugünlük böyle kalsın. Yine “o” geliyor aklıma. Hâlâ açılamadım ona. Bir yıl oldu, bir yıl! Bence o da bunu bekliyor. Ya beklemiyorsa? İşte mesele de bu ya. Ya yanlış bir sinyalse? Hatta ve hatta sinyal bile değilse? Başladı yine arkadaşım kaygı. Biliyorum, benim iyiliğim için konuşuyorsun da bazen abartıyorsun be kardeşim, bunaltıyorsun be kardeşim...
Oysa bak, artık memur oldun vergi dairesinde, sırtını sağlam bir yere yasladın; “devlete”. Daha ne bekliyorsun? Olacaksa olsun, olmayacaksa olmasın. Daha bir güveninin gelmesi lazım kendine. Bitsin artık bu belirsizlik. Ne olacak bu hedefsizlik, rotasızlık hâli?
Benim için kolay değil ki, Ege için kolay değil ki! Bağıracağım bak şimdi, bağıracağım da kendimi rezil etmek istemiyorum. Değil, değil, değil! Kolay değil... İşleri berbat etmekten. Tamamen kaybetmekten, hatta ve hatta evet, reddedilmekten korkuyorum. Böyle olduğuma utanmıyorum, hem de hiç! Ben böyleyim!
Yok ya işe gitmeyeceğim bugün. Canım istemiyor çünkü. Karar verdim. Kaç gündür aklımda zaten bu fikir. Deniz dalgası gibi vuruyor aklıma arada.
Devrim yapıyorum hayatımda, kendi 1789’umu. Gerçekçi gelmiyor değil mi? Ancak şöyle bir gerçeklik var; bu hayatın ruhu, sırrı, efsunu zaten bu olağan dışılıklar değil mi? Tekdüze bir yaşam yok sonuçta. Yoksa ne heyecan ne de değişim mümkün olurdu. Hemen telefonumu arıyorum. Evet, komodinin üzerinde. Köşesinden camı hafif kırılmıştı geçen gün yere düşürdüğüm için, dikkatimi çekiyor. İyi, kılıfı da kısa sürede eskimedi, satıcı yalan söylememiş helal olsun. Telefonumun internetini kapatıyorum. Yok uçak moduna getirmiyorum. Belki de o arar...
...
Dışarı çıkacağım, çıkmadan önce kapının yanındaki boy aynasına bakıyorum. Kendimle göz göze geliyorum bir an. Aslında çirkin değilim bence, yakışıklı da değilim canım, ama çirkin de değilim. Mutsuz bir hâlim yok gibi. Kendi içimde de mutsuz hissetmiyorum açıkçası. Bir bozukluk, bir kaçak veya bir sapma var ancak. Öyle öyle... Tamam, Zehra konusu ve genel olarak “sistemsel” bir can sıkıntım olabilir. Ama bence dışa yansıyacak bir seviyede değil.
Dün Tuba ve Nazlı Hanım mutsuz olduğum kanısına neden vardılar o zaman? Belki de eşik aşılmış, yansımaya başlamıştır dışarıya.
Şimdi dikkatimi çekti; ikisi de çok farklı kişilikler, ayrı dünyalar. Daha doğrusu yüzeysel baktığımızda öyleler. Ne demişti Tuba Hanım; “Ege Bey; kul hakkına girmeyin sakın, insan kendi kul hakkına da girer, halimize şükretmemiz lazım her zaman, daha kötü durumda olanlar var”. Nazlı Hanım da: “Egeciğim; kendini sev, insan önce kendini sevmeli ve şükretmeli, akışına bırak gitsin.” Aslında resmi büyüttüğümüzde ikisi de aynı yerlerden geçiyorlar, çakışıyorlar da çoğu zaman, aynı yere bağlanıyorlar hatta. Hayat enteresan. Resmi büyütmek lazım bazen, bir de öyle bakmak...
Şunu da eklemek gerek, dürüst davranmam gerekirse memuriyete başladığımdan beridir sürgün bir ruh hali taşıyorum bir taraftan da. Olmak istemedikleri bir kişi gibi yaşayanlara ben “sürgün ruhlar” diyorum. Oldukları yerleri ve çevreyi aşamayan, ayrılamayan ve orada mecburi kalan kişilerdir bu kişiler. Olduğu yerde sürgün, hareket etmeden sürülmüş olan... Belli bir süredir ben de bu kervandayım açıkçası. Dediğim gibi, belki de dışa yansıyordur, bilmiyorum. Bir tür sendromdur belki de ya da dönemsel bir durumdur. Bilmiyorum, sorunun kaynağını göremiyorum... Kapının yanında odaya son kez bir göz gezdiriyorum, yanıma alacaklarımı kontrol ediyorum, telefonun şarjını da prizden çekmişim. Son kez komodinin üzerindeki kitaba baktım ve çıkıyorum.
...
Pansiyonun giriş kapısının önünde bekliyorum. Hava pek soğuk değil, yağmur da yağmıyor. Aaa! Şemsiyemi unuttum, neyse gerek yok, kalsın. Paltomun yakalarını dikleştiriyorum Jef Costello gibi ve suya bırakılan bir balık gibi, basamaktan inip kendimi kaldırımda yürüyen insanların arasına bırakıyorum.
İşe giden insanlar, işlerinin başındaki insanlar, okullarına giden öğrenciler, bir yerlere giden insanlar... Her birinin kendine göre dertleri, sıkıntıları, sevinçleri ve mutlulukları var. Biri sevdiği kişiyi düşünüyor, bir diğeri birazdan iş yerinde yine mobbinge uğrayacağını düşünüp sıkıntılı hissediyor. Ellerinde telefonları ile uğraşan gençler, bazıları almak istediği daha üst model telefonu, bir diğeri akşam yapacakları halı saha maçı için adam bulmaya çalışıyor.
Hayat rengarenk bir oyun hamuru seti gibi, herkes aynı hamurlardan bir kişilik oluşturuyor kendinde.
Kiminde bütün renkler var, kimileri sonradan ediniyor onları. Kimileri paylaşıyor kendi hamurundan başkalarıyla, kimilerinin hamurunu çalıyorlar bir biçimde ya da yıkıyorlar inşa ettiklerini.
Kiminin beyazı fazla, kiminin siyahı. Böyle düşündüğünde kusursuz olanı, dengeli ve eksiksiz olanı istemek ne kadar beyhude bir çaba aslında, kim öyle ki?... İlk taşı günahsız olan atsın meselesi işte.
Nereye gideceğimi bilmiyorum fakat gitmeden önce bir şeyler yersem iyi olur kanaatine varıyorum, enerji olsun. Yolumun üzerinde, hemen yanda İrem Fırını var, oraya doğru gidiyorum.
...
Fırında az bir sıra var. İki kişi bakamıyor mu bu müşterilere? Fırınların genel sorunu bu. Neden İrem buranın adı? Kızının adıdır. Belki de değildir. Eski sevgilisinin adıdır belki. Belki de ölmüş karısının adı. Belki de eski ortağının kızının adıydı. Niye onun kızının adını koydular ki, ben olsam kabul etmezdim büyük ihtimalle.
Sıra bana geldi.
“Eee poğaça, patatesli poğaça.”
“Eee iki tane olsun, aynen iki tane.”
Parayı öderken fark ettim de büyük ihtimalle İrem, torununun adı. Kasanın arkasında bir fotoğraf var, yaşlı bir adam ile mezun olmuş torunu. Torunudur herhalde. Lise mezuniyeti galiba. İrem’in saçları turuncu ya da bakır. Bir kız vardı, onu hatırladım şimdi. Üniversitede Alvara isminde bir kızdı. Turuncu saçlı demiştim de ona, saçının turuncu değil bakır olduğunu söylemişti. Alvara, ne değişik bir isim...
Fotoğrafı incelemeye devam ediyorum. Adam sandalyede oturuyor, şefkat ve sevgi ile tutmuşlar birbirini, İrem adamın arkasında. Aklıma babaannem geldi, keşke hayatta olsaydı, onu çok arıyorum. İrem ne kadar şanslı bir bilse. Belki de İrem değildir kız. Bakıyorum etrafa fotoğraftaki adam orada mı diye, göremedim. Çıkıyorum dükkândan. Yola devam.
...
Yürüyorum poğaçamı yiyerek. Dolaşacağım bir süre etrafta, nereye gideceğime karar vermeye çalışıyorum. Yine rotasızlık hâli. Daha önce hiç devrim yapmadığım için bilmiyorum ne yapacağımı, hem biraz düşünmüş olurum. Durakta bekleyenlerin yanından geçiyorum. Bir kadının bir gence neredeyse bağırarak verdiği öğüt dikkatimi çekiyor, kulak kabartıyorum. “Mesleğini iyi öğren, bırakma sakın. Okul okumak para etmiyor artık. Kimse kimseye bakmaz, iki gün sonra aç kalırsın. Anne de baba da bir yere kadar kabul eder. Kimse suratına bakmaz, bir yuva da kuramazsın. Bakma haylaz arkadaşlarına da bir akıllı onlar mı sanki? Dünya böyle gelmiş böyle gider, işleyen dişler” Daha konuşuyor ama uzaklaşıyorum oradan yavaş yavaş.
Yaşlı bir kadın durduruyor. Karşıya, oradaki duraklara kadar eşlik etmemi rica ediyor. Tamam diyorum. Bayağı bakımlı görünüyor. Kesin memurluktan emekli ya da bankacılık. Yayalar için yeşil ışık yandı. Yavaş yavaş yürüyoruz karşıya. Teyze haklıymış, onun için bu yoğun trafikte karşıya geçmesi zor olurdu doğrusu. Durak pek kalabalık değil. Tam gitmeyi düşünürken telefonunu uzatarak torununu aramamı rica ediyor. Yeni kullanmaya başladığı telefonda zorlanıyormuş, şimdiye kadar hep tuşlu kullanıyormuş da. Torunu onu bekliyormuş, bineceği otobüsü ve ineceği yeri teyit etmemi istiyor ondan. Torununun adını söylüyor rehberden bulmam için. İçim tuhaf oluyor bir an, onunla aynı isimde, Zehra. Allah Allah, tesadüfe bak. Acaba o mu? Açıyor. Hayır o değilmiş. Teyzenin hangi otobüse binip, hangi durakta ineceğini söyledi kız. Babaannem diyordu teyzeden bahsederken, çok teşekkür etti bana.
Bekliyorum kadını otobüse bindirmek için, belli zaten o da bekleyip yardımcı olmamı istiyor. Hem içimden de geldi onunla beklemek. Evet, torununun ismi yüzünden! Zahmet etmememi söylüyor. Diğer poğaçamı ikram etmek istiyorum, istemiyor, çok teşekkür ediyor. Ne iş yaptığımı soruyor.
“Memurum vergi dairesinde.”
“İşini eline almışsın, var mı bir kısmet?”
“Eee ,var diyelim. Var!”
“E öyleyse beklemeye gerek yok. Şimdikiler bekliyorlar taa kaç yaşına kadar. Üstelik bir kedicilik de aldı başını gitti. Çocuk düşünmüyor kimse. Biz çok güç şartlarda evlendik. O zamanlarda gerçekten fakirlik vardı, yokluk vardı. Ama kimse açlıktan ölmüyor, Allah rızkı veriyor. Bir de senin elinde işin var, çok şükür kazanıyorsun. Yaş geçerse pişman olursun sonra. Bir düzenin olur, bir amacın, çoluk çocuk, uğraş. Kızı da bekletme, bıktırma onu da. Şunu da aklına yaz Egeciğim: Kalp; insanın içindeki röntgen cihazı gibidir. Gözünle gördüğün bütün kusurlara, sorunlara öyle de bak muhakkak, belki daha farklı bir şeyler görürsün, hayata hep böyle bak…”
Bunlar birer tesadüf mü? Bilemiyorum. Otobüs geliyor. Kadının adını öğreniyorum, Rahime. Tekrar söylüyorum ona; İsmail Can Üstün durağı, Umut Eczanesinin önü. Pek sıra olmuyor. Çok teşekkür ediyor, biniyor, yavaş yavaş yürüyor ve oturuyor bir koltuğa. Beni arıyor gözleriyle, el sallıyor gülümseyerek. Kafamla karşılık veriyorum gülümseyerek. Kalakaldım.
Evet! Görüyorum! Daha farklı bir şeyler görüyorum! Benim otobüs de geldi, işe geç kalmayayım. Benim devrim yürüyüşüm yarım saat sürüyor. Bende devrim yapan biri olmuş zaten. Ruhumun rotası belli zaten, ben Zehra ile bir hayat istiyorum. İnanıyorum, eğer olursa hayattan çok daha memnun olacak, bir düzene oturtacağım ruhumu, her şeyi. Bir akıllı ben miyim sanki? Maceraya gerek yok, elindekini kaybetmeden. Resmi büyütmek lazım bazen, bir de öyle bakmak...
Mehmet Kalender




Yorumlar