top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- A. Mehtap Sağocak- Üç Gün

On beş yıldır bu piyasadaydı. Nice makaleler, öyküler, kitaplar yazmıştı. Son dönemde yazdığı senaryolar çok ses getirmiş, uluslararası ödüller kazanmıştı. Bunca yıllık çalışma hayatında böyle tıkandığını hatırlamıyordu Serhat. Bu duraklama süresi uzadıkça endişeleniyordu. Verdiği sözleri zamanında yerine getiremezse zor durumda kalacaktı. İsmine gölge düşürmeyi hiç istemezdi. Kaleminin gücü yıllar içinde ona hem zenginlik hem ün kazandırmıştı. İstanbul’da fütüristik bir binanın yirminci katındaki lüks dairesi, tanınmış entelektüellerden oluşan bir sosyal çevresi, bekar hayatını şenlendirecek arkadaşları, kısaca çoğu insanın imrendiği bir hayatı vardı. Fakat uzunca bir süredir konsantrasyonu bozuk, kafası dağınıktı. Kendini kapana kısılmış gibi hissediyordu. Yazamıyordu. Ani bir kararla, İstanbul’dan uzakta, Karadeniz’in batısındaki bir balıkçı kasabasında, eşyalı bir köy evi kiraladı. Kimseye haber vermeden, birkaç parça giysi, kişisel eşya ve bilgisayarıyla belirsiz bir süre için İstanbul’dan uzaklaştı.

Sadece bir iki fotoğrafını görüp uzaktan uzağa emlakçı aracılığıyla tuttuğu ev şimdi karşısındaydı. Küçük bir bahçenin içinde yer alan tek katlı, sarı boyalı, kagir bir evdi burası. Evin sahipleri ölünce, kızı evi bozmamış, isteyenlere eşyalı olarak kısa süreli kiraya vermeye başlamıştı. Serhat bahçeye girdiğinde ıhlamur kokusu çalındı burnuna. Bahçeyi çalılar bürümüştü ama ıhlamur ağacının altında tahta bir masayla, iki sandalye görünce keyiflendi. Toprağa, yeşile, doğanın kokusuna, yalın hayata özlem duyduğunu fark etti. Çocukluğundan, dedesinin köyünü hatırladı hayal meyal. O kadar uzun zamandır İstanbul’un keşmekeşi içindeydi ki huzurun anlamını unutmuştu. Buraya gelmekle iyi etmişti. Derin bir nefesle ıhlamur kokusunu içine çekerken kararlı adımlarla kapıya doğru ilerledi.

Anahtarla açtığı kapı gıcırdayarak ses verdi. İçerdeki loş sessizliğe eşlik eden, eski evlerde duyulan türden bir koku aldı. Ahşap mobilyalar mı yün halılar mı, bir gün önceki temizlikten kalan sabun kokusu mu, deniz havasının nemi mi? Tanımlayamadı, rahatsız da olmadı ama Serhat için alışılmadık bir kokuydu bu. Yanında getirdiği iki çanta eşyasını yerleştirdi, evi şöyle bir gezdi. Dolaplar ve yatakların bulunduğu iki oda, banyo, mutfak ve koltuk takımı, konsol, masa ve sandalyelerin olduğu bir salon vardı. Talebi üzerine, ev temizlenmiş, yataklar yapılmış, hatta buzdolabına kahvaltılık, meyve ve konserve türü birtakım yiyecekler bile konmuştu. Zaten Serhat’ın da istediği, asgari yaşamsal gereksinimleri dışında, kendine dönebileceği, yaratıcı gücünü ortaya çıkarabileceği sessiz ve yalın bir ortamdı sadece.

Evdeki eşyaları inceledi merakla. Her şey o kadar eskiydi ki! Salonda yerde kırmızı tonlarında ama epeyce solmuş bir yün halı, zümrüt yeşili kadife kumaşla kaplı bir koltuk takımı, ahşap bir konsol, masa ve dört sandalye yer alıyordu. Mutfaktaki dolaplarda, az sayıda kırılacak eşya, bakır tencereler, eski bir çaydanlık ve cezve vardı.

Girişi karşılayan duvarda eskilerden tanıdık gelen, ahşap kutulu, vurmalı bir duvar saati asılıydı. Bu Alman üretimi eski saatlerden, antikacı olan bir arkadaşının dükkânında gördüğünü anımsadı. Ahşap konsolun üzerinde eski tip çevirmeli siyah bir telefon ve bir resim çerçevesi, duvarda da oval bir ayna vardı. Güneşi almak için perdeleri iyice kenara çekti, bahçeye bakan pencerelerden birini açtı, dışarıda ılık bir ilkbahar esintisi vardı. İçeriye baygın bir ıhlamur kokusu doldu.

Günü bitirmeden, köyde keşif yürüyüşü yaptı. Balıkçılara selam verdi. Kahvede çay içip, köylülerle sohbet etti. Köydekilerin haberi vardı geldiğinden. Emin Efendi’nin evini bir yazarın tuttuğu haberi yayılmıştı. Serhat’a merakla ve şüpheyle yaklaşsalar da misafirperverliği elden bırakmamışlar, “Neye ihtiyacın olursa Serhat Bey…” demişlerdi.

Serhat, bu sakin beldeye gelmekten hoşnuttu. Burası bana doping olacak, dedi içinden sevinçle. Hiç aramadı lüks eşyalarını, elektronik aletlerini, gece hayatını, marka giysilerini. Burada ne onu tanıyan, ne onun hakkında konuşan, ne ondan bir şey bekleyen vardı. Üç gün dinlensem kafamı boşaltır, çözülürüm ben burada, diye moral verdi ve çalışmaya başlamak için üç gün süre tanıdı kendine. Daha ilk akşamdan rahat bir uykuya daldı.

Hşşt, hşşt, Herr Serhat! Selam sabah yok mu sende mirim? Almanya’dan hediye gelip şu duvara asıldığım elli yıl olmuştur belki, haberin var mı senin? Ne zamanlarımız geçti aileyle birlikte. Çok çalışırdı Emin Efendi. Gün doğmadan balığa gider, koca gün, koca gece gelmezdi. Bazen de günlerce denizde olurdu. Zavallı Şerife Hanım gözünü dikerdi bana, otururdu öyle endişeli. Benim sarkaç bir o yana bir bu yana gittikçe, benim ding donglar saatleri bir bir saydıkça, meraktan hasta olurdu kadıncağız. Teknesi coşkun Karadeniz’de batıp da Emin Efendi hakkın rahmetine kavuştuğunda, durdurdu beni Şerife Hanım. Öylece sessiz kalakaldım yıllarca. Ne zaman senin gibi misafirler gelir oldu, kurmayı akıl ettiler beni. Benim sohbetim iyidir ha… Biraz kafa şişiririm ama çok şey anlatırım gönülden dinleyene.”

Uykusunun arasında beyninin içindeki ses de neydi böyle? Gözünü açtı Serhat, dinledi, saatin sarkaç sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Daha güneşin doğmasına çok vardı, öbür yanına dönüp yastığa sarıldı, yorganı çekti burnuna kadar ve daldı gitti yine.

“Evladım üşüdün mü sen? Sabah ayazı keskindir buraların, onun için yündür yorganlar. Şerife Hanım aldıydı bu mor sateni de yorgancı Salih diktiydi nasırlı elleriyle. Kadıncağız oğlunun üstüne örterdi, hastaydı oğlancık, sık sık sıtmalanırdı. Şifa bulamadı, on dördünde de öldü gitti garibim. Anacığı da beni yüklüğe kaldırıverdi, o gün bugündür gün yüzü görmedim. Sen geleceksin diye havalandım, temizlendim, misler gibi oldum da kendime geldim şükür. Uyursun tabi sıcacık, uyu bakalım, o hassas şehirli bedenin hasta filan olmasın, aman evladım!”

Yorganın sıcaklığı ve yumuşaklığı içinde derinleşen uykusunda, annesinin kollarının arasında gördü kendini rüyasında. Uyandığında annesinin sesini duyma ihtiyacı duydu. Sabah kahvaltısını bahçede yapmaya niyetlendi. Kendine bir tabak hazırladı, hazır kahve olsa iyiydi. Çaresiz, cezvede Türk kahvesi pişirdi kendine. Raftan altın yaldızlı kahve fincanını aldı. Kahvesini doldurduğunda, fincanın sapının kırık olduğunu fark etti “Ne eski eşyalar! Şu kırık dökük şeyleri atıp da yenileyememişler evi,” diye söylendi içinden.

Bahçedeki tahta sandalyeye yerleşip ıhlamur ağacının altında kahvesini yudumladığında, dili yandı. “Yut bakalım o söylediklerini küçük bey! Neymiş, kırık dökük eşyaymış da atamamışlarmış da! Sen benim ömrümün yarısında bile değilsin, bir de karşıma geçmiş… Tövbe tövbe! Kahve içmenin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz siz gençler! Tutturmuşsunuz bir makine işi hazır kahve. Ama kahvenin de bir adabı var, beyzadem. Emin Bey’le Şerife Hanım geçerlerdi karşılıklı koltuklara. Şekerli kahvenin köpüğü silme kapamış ağzımı. Tabağımda gül lokumu. İlk yudumu höpürdetti mi Emin Bey, başlarlardı koyu sohbete, muhabbet derin, konu da ya kız, ya torun, ya konu komşu olurdu. Aaah, ah ne güzel günlerdi! Benim o kırılan sapım da haylaz torun Ahmet’in marifetiydi. Çocuk yaramazdı, evin içinde top oynama merakı vardı, ortalığı birbirine katardı. O sefer savurduğu top, dedesinin kahve keyfine denk gelmişti de kolum, kanadım kırılmıştı işte. Duydum ki Ahmet sonradan ünlü bir topçu olmuş. Ama Allah’ı var, dedesinin cenazesinde hep o koşturdu, yarım akıllı annesini de kederli anneannesini de o idare etti hep.”

Kahvaltısını bitirmek üzereyken, komşu bahçeden aşan bir top, Serhat’ın başından sekip masaya çarptı ve boş fincanı devirdi ama kırılan dağılan bir şey olmadı neyse ki. Serhat şaşkın bakınırken bahçe kapısında iki oğlan belirdi. “Kusura bakma amca ya. Topumuz kaçtı da, alabilir miyiz?” Serhat hoşgörüyle topu geri verirken çocukluktaki mahalle maçlarını ve gürültüden rahatsız olan komşu Hacı amcanın “Gidin başka yerde oynayın keratalar, yoksa topunuzu keserim ha!” diyen tehditkâr sesini duyumsadı hüzünlü bir gülümsemeyle.

Belleğinde bir anafor, duygularında, düşüncelerinde sıra dışı bir hareketlilik seziyordu şu iki gündür. Annesini arayacağını hatırladı. Konsolun üstündeki nostaljik telefonu denemek istedi. Siyah renkli, çevirmeli telefonun ahizesini kaldırdı. Çevir sesini duyduğunda hayret etti. Annesinin ev numarasını çevirmeye başladı. On bir tane numarayı çevirmek, dönen dairenin geri gelmesini beklemek, numaranın düşmesi ve annesinin sesine ulaşması bir sabır sınavı gibi geldi ama hoşuna gitti. Hayat burada yavaş akacaktı anlaşılan. “Anne iyisin değil mi? Seni çok özledim, Çalışmak için uzaklaştım biraz. İşlerim bitsin geleceğim seni görmeye. Kendine iyi bak.” diyerek sonlandırdığı konuşması içini özlem ve sevgiyle doldurdu.

Buraya geldiğinden beri hissettiği duygusal yoğunluk şaşırtıyordu Serhat’ı. Konsolun üstündeki duvarda asılı, kıvrımlı dallarla süslenmiş pirinç aynadaki görüntüsüne ilişti bakışları. Üstünde bir eşofman, sakallar uzamaya başlamış, şakaklardan kırlaşmaya başlayan dağınık saçlar ve ela gözlerinin hüzünlü bakışları… Kendine yabancı göründü, İstanbul’daki Serhat’tan epey farklıydı.

“Aynalar yalan söylemez efendim! Gerçek olanı gösteririm ben. Sen kendini bulmaya gelmedin mi buraya bey oğlum? İşte buyur, bak, ne görüyorsan o! Zenginlikmiş, eğlenceymiş, gündelik zevklermiş, boş ver sen onları. Sen değil misin o dedenin meyve bahçelerinde daldan dala atlayan çocuk? Sen değil misin babanın cenazesinde ‘Evin erkeği artık sen oldun,’ diye sırtı sıvazlanan genç? Sen değil misin annenin emeklisinden yolladığı üç kuruşla okuyan idealist üniversiteli ve didine didine başarıya ulaşan adam? Bak işte karşındasın, silkin de kendine gel!”

Aynadaki görüntüsüne bakarken Serhat’ın başı döndü, kulakları uğuldadı, bayılacak gibi oldu, koltuğa zor attı kendini. Bu evde bir tür iç hesaplaşma, bir tür dönüşüm yaşıyordu, sanki sancılı bir iyileşme süreci gibi. O gün yazmayı denedi. Masaya yayıldı, yazdı sildi, yazdı yırttı. Evi dolaştı, bahçeye çıktı, tekrar denedi. Olmadı. En sonunda bitkin düşmüş halde, yeşil koltuğa bıraktı kendini ve kim bilir kaçıncı sigarasını yaktı.

“Sakın o sigaranın ateşini üstüme düşüreyim deme ha, yazar efendi! Emin Bey, sevmezdi sigara içeni. Torunu Mehmet'i bir sefer içerken yakalamıştı da sigarayı söndüremeden minderin altına atıverdi oğlan, ciğerim yandı vallahi. Az daha yangın çıkaracaktı hayta. Kokudan anladılar da ucuz kurtulduk. Dedesi oğlanın kulağından tuttuğu gibi cezaya… Şerife kadın da dede torun çekişmesine mi üzülsün güzelim koltuğunun yandığına mı şaşırmıştı

kadıncağız. Sen de yaşını başını almışsın, okumuş adamsın, içme artık şu mereti. Sağlığına zarar!

Sigaranın kötü kokusu sinmişti üstüne. Zaten minderin kenarında da sigara yanıkları vardı. İçi fena oldu. Hemen söndürüp havalandırdı evi. Şu zıkkımı da bırakmam lazım artık. Babam akciğer kanserinden gitti, hala akıllanmadım ya, diye kendi kendine kızgınlıkla söylendi.

Bir sonraki güne başlarken kendine tanıdığı üç günlük sürenin son günü olduğunu hatırladı. Hiç zorlamadı kendini. Köyü gezdi, balık alıp pişirdi, mahalledeki çocuklarla top oynadı. Televizyon olmamasına şükretti, kitabını okudu. Uyumaya gitmeden, daha önce bakıp geçtiği çerçeveli fotoğrafı yakından inceledi. Sıcaklık yayıldı kalbine. Emin Bey ile Şerife Hanım’ın düğün fotoğrafları olmalıydı. Briyantinli saçlarını yana taramış, ince badem bıyıklı, genç, kısa boylu, esmer damat sandalyede oturan ergenlikten yeni çıkmış küçük yaştaki gelinin elini tutuyordu. Gelinliğinin ve kabarık saçlarının üstündeki çiçekli duvağının ağırlığı altında ezilmiş gibi hafif öne eğik, güvensiz şekilde oturan genç kız ise karşısındaki fotoğrafçıya ürkmüş gözler ve çarpık bir gülümsemeyle poz veriyordu. Serhat izlediği siyah beyaz filmleri hatırlayınca, kırklı ellili yıllar olmalı diye tahminde bulundu. Dudaklarını büzerek, vay be, zaman tüneli gibi bir ev, ama etkileyici, diye düşünerek yatağına gitti ve derin bir uykuya daldı.

“Evladım ne iyi ettin de sen bizim evimize misafir oldun. Şenlendi yuvamız, eşyalarımız. Sana uğurlu gelecek burası bak gör. Efsunlanmış gibi akıp gidecek kelimelerin sular seller gibi inşallah.”

“Şerife rahat bırak çocuğu, görmüyor musun uyuyor, çok yorulmuş bu genç yaşta yavrucak”

“Emin bey, ne yazacak acaba bu Serhat bey oğlum, çok merak ediyorum ben inan ki. Belki bizi yazar, hayatımızı, köyümüzü, evimizi, eşyalarımızı?

“Kim bilir hanım. Film hikâyesi yazacakmış dediler. Göreceğiz bakalım, yarın belli olur.”

Serhat sabah olmadan açtı gözünü. Saatin o tok sesiyle beş defa vurduğunu duydu. Üstündeki mor yorganın ısıttığı sıcacık yataktan çıkınca ürperdi biraz, hırkasını giyip mutfağa geçti. Ayılmak için bol köpüklü bir Türk kahvesi yapıp kırık saplı fincana koydu. Aynada şöyle bir kendisine baktı, saçlarını düzeltti, üç günlük sakalını sıvazladı. Kendine yönelttiği bakışları güven ve anlayış doluydu. Kahvesiyle, zümrüt yeşili koltuğa yerleşti. Bilgisayarını açtı kucağına. İlk cümleyi yazdı, gerisi su gibi aktı, yazdı, yazdı. Sabah karanlığından akşam karanlığına kadar, koltukta, masada, bahçede, yemek yemeden, yorulmadan yazdı. İlk taslağa nokta koyduğunda, tutulan kaslarını hareket ettirdi, vücudunu esnetti. Eski siyah telefona gitti, sakince numaraları çevirdi, annesini aradı. “Annem! Burası bana çok iyi geldi. Çalışıyorum anne, kalacağım biraz daha. Ha anne, ben sigarayı bıraktım burada, sevinirsin diye haber vereyim dedim. Öpüyorum anne görüşürüz,” diye konuştu sevinçli sesle.

Kendisine çerçeveden bakan gelin ve damada eliyle selam verdi. “Teşekkürler Emin Amca, Şerife Teyze,” dedi yüksek sesle. Güldü haline, “Kendi kendime konuşmaya da başladım ya, hadi hayırlısı. Bu evde insan ya divane olur ya derviş,” dedi.

Kapıyı açtı, bahçedeki tahta sandalyeye oturup yaslandı. Ayaklarını da diğer sandalyeye uzattı. Ellerini ensesinde kenetledi. Gözlerini kapattı ve hafif akşam esintisinin getirdiği ıhlamur kokusunu derin derin içine çekti.


A. Mehtap Sağocak

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page