top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Menderes Doğan- Boyacı Küpü

Yavruağzı mı?” diye şaşırdım. Eşim benden… Bu eşim de ne ya hu bir erkek ağzını doldura doldura “karım” diyebilmeli. Bir kadında rahatlıkla “kocam” demeli. Bak İngilizcede husband-wife var ve kimse de günlük hayatta bunları kullanmaktan rahatsız olmuyor. Her neyse, karım benden yatak odamızı yavruağzına boyamamı istedi. Zaten bu daireye taşınmadan altı ay önce boyacıya parasını verip her yeri boyatmıştık. Boyacı, biraz… Nasıl desem… Tebliğci bir dayıydı. Bir hafta boyunca her gün iş çıkışı, o zaman bomboş olan bu daireye gelip yaptığı işi kontrol etmiştim. Bana her gün bir kıssa anlatmıştı. En çok da şu İsa peygamber hikâyesi aklımda kalmıştı. Hikâye bu ya, annesi, küçük bir çocukken İsa Peygamber’i bir boyacının yanına çırak vermiş. Boyacı, bu yeni çırağına, ayrı ayrı hangi giysinin hangi küpe konularak hangi renge boyanacağını gösterip gitmiş. Bir süre sonra geri geldiğinde, çocuk İsa’nın bütün giysileri tek bir küpe doldurduğunu görüp çok sinirlenmiş. Çocuk İsa da mucize gerçekleştirerek, bu tek bir küpten, bütün o giysileri istenilen farklı renklere boyanmış olarak çıkarıp ustasına göstermiş. Elindeki ruloyla yaptığı boyama işini bir an durdurup, hafifçe bana döndükten sonra sol kaşını kaldırıp, bilgiç bilgiç, “Küp aynı küp ama bir sürü renk, hikmetini bir düşün bunun,” demişti tebliğci boyacı dayı. Ertesi gün boyacı dayıya aslında bu boyacı küpünün dünyayı temsil ettiğini ve dünyaya gelen her insanın aynı küpe giren çamaşırlar olduğunu söyledim. Hikâyenin, insanların bu dünyaya geldiklerinde zaten içlerinde bulunan özelliklere göre kişiliklerinin şekil aldığını söylediğini bu sefer aynı bilgiç tavırla ben anlattım. Dayı, bunları, benim gibi kendisine tebliğ yapılması gerekecek kadar imanı zayıf olarak düşündüğü birinin ağzından duyduğuna şaşırmıştı. Aslında şaşırmakta haklıydı. Bunları internetten araştırıp öğrenmiştim. Sadece ona anlatırken biraz ballandırarak anlatmıştım o kadar. Şimdi düşünüyorum da bu tebliğci, boyacı dayı o kıssanın manasını araştırıp öğrenmeme sebep olduğu için tebliğ görevini de layıkıyla yapmış sayılır.

“Ya İpek ne gereği var şimdi, zaten her yer altı ay önce boyandı. Hem dünyada renk mi kalmadı. Yavruağzı ne ya?” Mavi olur, kırmızı olur. Hani daha ilkokuldayken öğretmiyorlar mı ana renk-ara renk, sıcak renk-soğuk renk.” Bunları salonun kapısında dururken söyledim.

Hiç istifini bozmadı. Kanepede oturuyordu. Konuya çok hakimdi. “Ben sana söylemiştim Alper, o zaman düğün telaşı içinde pek ses çıkarmadım ama sana söylemiştim. Ben bu evi sanki gulyabani görmüş Adile Naşit gibi bembeyaz kesilmiş görmek istemiyorum demiştim. Hem ara renk ne ana renk ne, sıcak ne soğuk ne, kime göre, neye göre?” Hakkı var, gulyabanili bir şey demişti, onu hatırlıyorum. Boyacı dayı da hakikaten ermiş bir adammış “şimdi ben her yeri güzelce beyaza boyayayım, yeni evlisiniz, gençsiniz, tekrar boyamak isterseniz kolaylık olur” demişti. 

Neyse hırgüre gerek yok. “Tamam” dedim ama hafta sonumu böyle bir iş için harcamak da istemiyordum. Gel gör ki çok fazla seçeneğim de yoktu. Düğün yüzünden zaten dünya kadar borcumuz vardı. Tekrar bir boyacı tutacak paramız yoktu. “Bak burda istediğim marka boyanın renk kodu var” diye telefonundan bir resim gösterdi. “Şimdi sana gönderiyorum.” Sonra ben de nasıl boya yapılır diye internetten bir şeyler izledim. Daha önce bir iki fırça sallamış ve rulo yuvarlamış olsam da bu defa yaptığım işin güzel görünmesini istiyordum. 

Yatakta uzanırken “Eee, ben boya yaparken sen ne yapacaksın,” diye sordum. Aklımdan filmlerdeki gibi adam ve kadının beraber boya yaparken birbirlerinin yüzünü boyaması ile başlayan cilveleşmeleri vardı. “Kızlar geliyor ya cumartesi. Söylemiştim sana, hatırlamıyor musun?” Hatırlamıyordum ama renk vermedim. Gecenin bu saatinde bir, “Ya sen beni hiç dinlemiyorsun ama,” tartışmasına daha girmek istemedim. “Ha, evet ya, kızlar geliyordu,” dedim. Arkasını dönüp bana sokuldu. Bu ona sarılmamı istediğini işaret ediyordu. Şimdilik evlilikten bu kadarını öğrenebilmiştim. Muhtemelen daha önce söylemiştir de ben dinlemediğim için hatırlamıyorumdur diye düşünerek risk aldım ve sordum, “Kaç kişi geliyorlar demiştin?” Bu “kızlar” dediği, eski işyerinde beraber çalıştığı arkadaşlarıydı. Kayınpederin araya bir iki tanıdık sokup yerleştirdiği, şu an çalıştığı bankaya başlamadan önce, şu büyük süpermarketlerden birinde çalışmıştı. Satış görevlisi adı altında, ürün dizmekten kasaya bakmaya kadar birçok iş yapmıştı. “Ya işte Nilay, Zeynep, Aylin, Elif. Her zamanki ekip ve bir de Nuriye abla.” 

Ben şu gerzek Nilay’ı ne kadar sevmediğimi düşünürken o ekledi, “Aman gözünü seveyim Nilay’ın ağzına bakma, laf sokma meraklısı işte. Belki de gelmez, kim bilir.” Bir şey dememe fırsat vermeden devam etti. “Nuriye abla ile tanışmadın aman bir pot kırıp da kadının canını sıkma,” deyip hafifçe dönüp lavanta kokulu saçlarını eliyle düzeltip bana baktı. “Yok, ne pot kıracağım ki? Hem kaç yaşında bu Nuriye abla? Canı sıkılmaz mı gençlerin arasında?” Güldü. “Benden beş yaş falan büyüktür, ağız alışkanlığı işte, herkes abla diyor. Ben orda çalışırken o genelde hep gece vardiyasındaydı. Arada sırada gündüz vardiyasında çalışırdı. Galiba o yüzden onunla hiç tanışmadın. Çok iyidir, herkes sever Nuriye ablayı,” dedikten sonra bir daha konuşmadı. Uyku onu esir almaya başlamıştı. Omuzlarından öpüp ipek gibi tenini okşadım.

Cuma akşamı işten eve dönerken istediği boyayı aldım. Daha dairenin kapısını açmadan burnuma gelen kokulardan, yarın kızlar sayesinde bir ziyafete ortak olacağımı düşündüm. Börekler, çörekler, kurabiyeler, tatlılar. Yaprak sarma da olmasına rağmen yanına birazcık kısır. Nuriye ablaları severmiş. 

Ertesi sabah erkenden kalkıp kahvaltıdan sonra yatak odasındaki eşyaları beraberce odanın ortasına taşıdık. O, kızlar için hazırlık yapmak üzere mutfağa gitti. Boyayı aldığım yerden naylon örtü almıştım, duvarın önüne serdim. Kâğıt bantlarla kapı ve pencere pervazlarının kenarlarını bantladım. İnternetten izlediğim videodan anladığım kadarıyla kestirmeleri yaparak işe başladım. Bu kestirme işi fırça ile duvarın bütün kenarlarını ve prizlerin etrafını falan boyama işiydi. Yavaş ve dikkatlice bunu yapmak ilk adım olmalıydı. Böylece bir tuval gibi hazırladığım duvarı rulo ile boyarken kenarları düşünmek zorunda kalmayacaktım. Tavana değdirmeden ve yere boya damlatmamaya çalışarak yapmak zormuş. Bu kestirme işi, beklediğimden daha çok zaman alacak gibiydi. 

Öğlene doğru kapı çaldı. Bir duvarın kestirmelerini ancak bitirebilmiştim. Odadan çıkıp kızlara hoş geldiniz demeye gittim. Gerzek Nilay’a bile hoş geldin dedim yalandan. “Valla ağzın hoş geldin diyor ama yüzün tersini söylüyor,” deyip kikirdedi. İpek ile göz göze geldim. “Sakın ha!” diyen gözlerine bakıp sustum. Kapıdan başını uzatıp merdivenlerden aşağı baktıktan sonra “E, hani Aylin’le Nuriye abla nerde?” diye soran sevgili karımı Zeynep yanıtladı. “Onlar birazdan burada olurlar, buluşup beraber geleceklerdi.” Onları salonda bırakıp mutfağa geçtim. Bir çay molası verdim. Çayımı yudumlarken mutfağın penceresinden bakıp, “Ah ulan Aylin, evli olmasam var ya…” diye düşünüyordum. Ne yapayım işte sarışınlara zaafım var.

Daha çayım bitmeden kapı çaldı. Bu defa gelenler Nuriye abla ve Aylin’di. Aylin sarı saçlarını yeni yaptırmış. Son gördüğümde böyle değildi. Biraz mesafeli davranıp elini sıktım, “Saçların güzel olmuş böyle,” diyen karımı onayladım, “Evet yakışmış sana.” Tam dozunda ne iltifat edip İpek’i kızdırdım ne de tümüyle kayıtsız kaldım. 

Nuriye abla ise daha çok Nuri abi gibi görünüyordu. Kumaş bir pantolon ve üst düğmesi açık kısa kollu, bol bir erkek gömleği giyiyordu. Biraz kısa boyluydu, şişman diyemem ama zayıf da değildi. El ile düzeltildiği belli, kestane rengi, kısa ve dalgalı saçları ortadan ayrılmıştı. Sigara sarısı dişlerini göstermemeye çalışıp gülümsedi. Nasırlı eliyle, kurbanlık satan celep çabukluğunda kavradığı elimi sanki marangoz mengenesinin tahtayı sıktığı gibi sıktı. “Memnun oldum enişte bey,” dedi. “Ben de,” dedim. Nezaket icabı birkaç dakika oyalanıp hâl hatır sorduktan sonra, boyaya devam etmek bahanesiyle ayrılmaya yeltendim. Zaten beni unutmuşlardı bile. Evlilik nasıl gidiyor diye İpek’e soran Zeynep’in sorusuna Nilay geri zekalısı, “Yani aradığını bulabildin mi?” diye laf sokmalı bir ekleme yapınca onları baş başa bırakmam gerektiğini anlamıştım. Nuriye abla, oturduğu yerden, nedense kanadı kırık bir kuşun kendisini kapacak kediyi beklediği gibi sebebini anlayamadığım bir tedirginlikle onları dinliyordu. 

Ruloyu alıp aynen izlediğim videodaki ustanın tarif ettiği gibi duvarı boyadım. Salondan kahkaha sesleri geliyordu. Öteki duvarın kestirmelerini bitirmem daha kısa sürdü. Hem biraz daha küçüktü hem de artık nispeten tecrübeliydim. Kızların gülüşmeleri yerini bir sessizliğe bırakmıştı. 

Bir çay molası daha vermek için boyayı bıraktım. Salonun kapısını önünden geçerken kızları Nuriye ablanın başına toplanmış gördüm. Beni görünce herkes sanki gizli bir şey yaparken yakalanmış gibi sustu. İpek birazdan yemek hazırlayacağını söyledi. Mutfağa geçip ocakta tıngır mıngır kaynayan çaydanlıktan bir çay koydum. Telefonumu çıkarıp oyalanmaya başladım. Kedi videoları izleyip, “Ulan bir kedimiz olsa ne iyi olur” diye düşünürken, salondan gelen muhabbete kulak kabarttım. 

“Yanlış memlekette doğmuşuz be. Sanki biz mi istedik böyle olmayı,” diye sessizce konuşan Nuriye ablayı zar zor duyabiliyordum.

“E, annesi babası biliyor mu peki?” diye sordu Zeynep. 

“Ya biliyorlar ama, yani sanki arkadaşmışız gibi biliyorlardı. İşte geçen gün annesine söyleyince evde hır gür olmuş. Babasının kulağına gidince asarım, keserim falan demiş,” diye yine sessizce devam etti Nuriye abla.

“Yani onlar da haklı kızlarının istikbalini düşünüyorlar. Torun sevmek istiyorlardır. Onlara da hak vermek lazım. Hem bizim gibi ülkede zor yani,” diye hiç sessiz olmaya çalışmadan Nilay şuursuzu palas pandıras lafa girdi. 

“Yani o da doğru ama sevmişler birbirlerini işte, alan razı veren razı,” diyen Aylin’i sakin sakin karşılık verdi.

“Neyse, yemeği hazırlayayım. Gamı kederi unutalım biraz,” diyen İpek’in sesiyle toparlanıp telefonumda bir kedi videosu daha açtım. 

Mutfakta olduğumu unutan karım beni elimde çay bardağı ile masada görünce şaşırdı. Ben de telefonumla meşgulmüş gibi yaptım. O yemek hazırlarken ben de boya yapmaya geri döndüm. Çok geçmeden yemek için çağrıldığımda da kızların muhabbetine dahil olmadım. Anladığım kadarıyla süpermarketteki bir müdürün, o müdürün kocasının ve müdürün muhbiri olan başka bir kızın dedikodusunu yapıyorlardı. Nuriye abla hiç konuşmadan kimi zaman gülümseyerek kimi zaman da şaşırarak kızları dinliyordu. Kendisi burada ama aklı başka yerde gibiydi. Bazen tabağındaki yemeğe uzun uzun bakıyor bazen de lokmaları çiğnerken gözünü duvara dikip dalıp gidiyordu. Karımın çok sever dediği kısırı bile bitirememişti. Yemeği çabucak bitirip, benimle tek bir laf etmemiş olan kızlara, “muhabbetinize doyum olmaz ama boyayı bugün bitirmem lazım,” deyip ayrıldım. Mutfağa geçip bir çay daha alıp yatak odasına geçerken İpek arkamdan seslendi, “yürürken halıya falan çay dökme sakın!” 

Pencere olan duvarın kestirmeleri pencere kenarları yüzünden biraz zaman aldı. Sonra da kestirmelerini yaptığım iki duvarı bir güzel boyadım. Bir çay daha almak üzere mutfağa geçerken kızların yemek masasını terk edip koltuklara geri döndüklerini gördüm. Aylin, gözlerinin yaşlarını silen Nuriye ablaya sarılırken İpek de Nuriye ablasının elini tutuyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. İpek kaş göz yaparak mutfağı işaret etti. Zaten oraya gidiyordum. Kaş göze gerek yoktu. 

Çayımı alıp geri dönerken birden durdum. Elimde çay bardağıyla yatak odasına döndüğümü görmüşlerdi. Ama şimdi bu koridorda durduğumu bilmiyorlardı. Beni yatak odasında boya yapıyor sanıyorlardı. Nuriye abla ile ne konuştuklarını merak ediyordum. Koridorda ayakta beklemeye başladım. Konuşmaları net duyamadığım için biraz daha oturma odasının kapısına yanaştım. 

“Abisi falan var mı Sevde’nin? Yani sana bir şey yaparlar,” diyen Zeynep’i duydum.

“Yok, iki tane evli ablası var. Hem abisi olsa ne? Zaten bahtımız kara, onlar kötülük yapsa ne yazar. Şu hayatta şöyle az bir şey istesem… Hani öyle çok bir şey değil ha, azıcık bir şey. Herkes yok sen öylesin, yok sen böylesin diyor,” dedikten sonra burnunu çeken Nuriye abla sustu.

İpek, “Yani annen baban seni erkek gibi yetiştirdiyse senin bir suçun yok. Kusura bakma, çoktan rahmetli oldular biliyorum ama o da onların suçuymuş,” deyince Nuriye abla, “Yok, kimsenin suçu değil ya. İşte, bilen bilir zaten. Yani düşün rahmetli anam babam beş kızın içinden en büyüğümüzü ya da en küçüğümüzü değil de ortancıl beni niye seçtiler. Şimdi anam da babam da yok. E kimseye yalan bir borcum da yok. Ben de sizin gibi elbise giyip makyaj yapabilirdim ama içimden gelmiyor işte, ne yapayım,” dedi.

Bir ara bir sessizlik olunca benim koridordaki durup onları dinlediğimi anladılar sanıp korktum. Yatak odasına dönmeye hazırlanırken, “E, peki ne yapacaksınız şimdi?” diye soran Nilay’ı duyunca rahatladım. Gerzek Nilay’ın sesini duyunca rahatlayacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.

“Bilmiyorum,” dedi Nuriye abla. “Sevde, kaçalım gidelim buralardan dedi ama ne yapsak bilmiyorum.”

Sonra Sevde’nin ailesiyle araya birilerini sokma planını tartıştılar. Bir arabulucu gibi bir şey. Olmayacağını anlayınca vazgeçtiler. Sevde’nin gerçekten annesini babasını bırakıp kaçıp kaçmayacağına dair teoriler ürettiler. Ben de çayımı orada onları dinlerlerken bitirdim. Yatak odasına geçip kapının olduğu son duvarın kestirmeleri yaptım. Boyasını da bitirirken neredeyse artım akşam oluyordu. 

Koridordan gelen seslere bakım kafamı yatak odasından dışarı uzattım. İpek, “Kızlar gidiyor, gelsene,” dedi. Yani tercüme edecek olursam, “Kızları uğurlamaya gel,” diyordu. Yeni evli bir çift olarak kapının önünde durup merdivenlerden inen kızlara el salladık. Nuriye ablanın mutlu göründüğü ender anlardan biriydi. Belki de bu ziyaret ona bir terapi gibi gelmiştir diye düşündüm.

Kapıyı kapattıktan sonra İpek yatak odasını görmek için sabırsızlandığını söyledi. Kızları bırakıp gelememiş ama içi içini yiyormuş. Yaptığım boyayı görünce sevindi. Bu kadar iyi yapabileceğimi beklemiyormuş. Kollarıma atılıp bana bir öpücük verdi. Tamam, o filmlerdeki birbirlerini boyayıp şakalaşan çiftler gibi olacağız diye düşündüm. Ama tabii ki olmadı. Ben duvarlara ruloyla ikinci kat boyayı vururken onun da yemek masasını toplayıp mutfağı temizlemesi planında anlaştık. Yani plan onun planıydı ben sadece anlaşan taraftım.

Akşam yemeği yemedik. Öğle yemeğinden kalanlardan bir şeyler atıştırdık. İpek’e sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi Nuriye ablanın niye ağladığını sordum. O da bana, erkek çocuğu olmayan babasının Nuriye ablayı bir erkek gibi yetiştirdiğinden başlayıp şehre göç etmelerinden, tamirci çıraklığı yapmasından, babasıyla inşaatlarda çalışmasından, eski iş yerinde nasıl tanıştıklarından bahsetti. İpek oradan ayrıldıktan sonra işe giren Sevde’yi ve Nuriye abla ile ilgili yakınlaşmalarını ve yapılan dedikoduları anlattı. Bu işin sonunun hiç de iyi bitmeyeceğini düşünüyordu.

Bir iki hafta içinde yavaş yavaş evin bütün duvarlarını karımın seçtiği renklere boyadım. Koridoru ve antreyi cam göbeğine yakın açık bir maviye, oturma odasının bir duvarını koyu bir griye diğer duvarları şampanya rengine mutfağı da açık griye boyadım. Yaptığım işten hem ben hem de İpek memnundu. Onun memnun edebilmek beni her şeyden daha mutlu ediyordu. Bir akşam sevdiğimiz dizinin bölümlerini peş peşe izlerken telefonu çaldı. O telefonunu açarken ben de fırsattan istifade tuvalete gittim. Döndüğümde elinde telefonla öyle kala kalmıştı. “Ne oldu? Arayan kimdi? diye sordum. “Nilay,” dedi ve bana döndü, “Nuriye abla ile Sevde kaçmışlar.”

Diziyi bıraktık. Birbirimize söyleyecek bir şey bulamıyorduk. Vakit geç olmuştu. Yatak odasına geçtik. Yatakta uzanırken, “bir kedimiz olsa ne güzel olur değil mi?” diye sordum. Cevap vermedi. “Saçlarımı sarıya mı boyatsam, ne dersin?” dedi.


Menderes Doğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page