top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mert Bakıcı- Ağır Beyaz

Ansızın bastıran dolunun camların üzerinde yarattığı etkiyi anımsatacak şiddette kapıya dört el vuruldu. Ben bu öfkeyi bir yerden tanıyorum, ben bu öfkeyi bir yerden unutmalıyım. in

“Lan hadisene artık, kaç saat oldu. Boyundan büyük mü çıkarıyorsun?”

Kaç sefer geldi dilimin ucuna. Onu değil de senin bana ve diğer altı çocuğuna yapamadığın babalığı çıkarıyorum. Yine demedim. Ne fark edecekti? Evde olduğum hemen her akşam ne zaman tuvalete girsem istisnaya tebessüm dahi ettirmeyen kararlılıkla kapıyı yumruklar, “Boyumdan büyük çıkardığımı,” haykırarak kapının arkasından bodurluğumu imâ ederdi. Bir taşla bilmem kaç kuş. Sen de abilerin gibi boylu poslu olsaydın da bodyguardlık neyin yapardın diskoteklerde, barlarda. İş öç almaya, irinini akıtmaya geldi mi Abdullah Usta’nın üzerine tanımam.

“Çıkıyorum iki üç dakikaya. Elimizi de mi yıkamayalım?”

Kapıya vurur vurmaz açmıştım musluğu. Şu evde insana tuvalette bile huzur yoktu ki. Ablam geçen yaz evlenmiş ve evin nüfusunu bir kişi eksiltmişse de ne fayda? Sekiz nüfusla yine soluklanmaya mecal kalmıyordu canına yandığımın üç artı birinde. Oysa bu iki kitabı Erdal’dan dün bir paket sigara karşılığında almıştım. Biri çizgi roman, öbürü bilimsel. Hoş, bize işin bilim kısmı lâzım değil de hoca, bize Kama Sutra’nın incelikleri de. Bize şu atölyede herkesin cebinde kaplan uykusuna yatmış dokunmatiklerden... Hani bir ustabaşında bir de bende olmayan. Aklıma Kemal Sunal geliyor. Neyse canım, şunun şurasında cumaya ne kaldı ki?

Fotoromanı ve her ne kadar Abdullah Usta sayesinde odaklanamasam da içerisinde benim için saklı bir cennetin haritalarını bulunduran o kitabı eşofmanımın lastikli bel kısmının arkasına sıkıştırıp çıkıyorum.

“Geç lan, yarım saat el mi yıkanır? Patladık burada.”

Derdinin gerçekten tuvaletten beş altı dakika geç çıkmam olduğunu bilsem gam yemezdim belki ama onu asıl sıkıştıran şeyin iki litre fazla akıtılmış suyun faturası olduğunu bilecek kadar tanıyordum. Annemin sesiyle içerisinde debelendiğim dalgalı denizlerden bir koy sakinliğindeki berrak zihne ışınlanıyorum. “Ferhaaat, bak az mutfağa!”

“He anne, ne oldu?”

“Oğlum şeker bitmiş de. Biliyon huyunu çay diye tutturur şekersiz ağzına sürmez. Hem ekmek de azaldı. Bir koşu bakkala gitsen de bir kutu kesme...”

“Tamam anne çıkarım şimdi.”

“Ekmeği de unutma e mi?”

Annemin yüz ifadesi iç sesini ele verecek türden. Ooy! Kırmızı karlar yağacak tepemize herhal. Ne zaman evlatlarından biri umulmadık bir iyimserlik gösterse bu cümleyi yağdırırdı sigara dumanından göz yaşartıcı yoğun bir sis tabakası ördüğü mutfağından. Bordo bomber montumu üzerime geçirip kapının önüne atıyorum kendimi. Annem haklıydı aslında, normal şartlar altında bu isteğini söylenmeden kabul edecek, “Banane ya niye ben gidiyorum, çok yorgunum zaten ... gitsin,” gibi şeyler demeyecek kimse yoktu burada. İki abimi bu kıyasın dışında tutmayı unutmayarak. Onlar yani tezgaha en büyük balıkları dizenler, böylesi küçük işleri çözmekten muaftılar. Benim bir haftada kazandığım para, onların iki günlük yevmiyesiydi. Durum böyle olunca Abdullah Usta balığın nerede tutulduğundan çok niteliği ve kıymetini göz önünde bulunduruyordu. Yüzüme bakıp gevşek gevşek, “Eee, kolay mı sabaha kadar itiyle kopuğuyla, ayyaşıyla aşık atmak, mekânı kollamak? Abilerin de aslan gibi ama aslan!” deyişi...

Sokağa çıktığımda bowling şişeleri gibi dip dibe sıralı apartmanların girişlerine bakarak ilerliyorum. Tanıdık birilerini görsem de sigara istesem. Annemin paketinden aşırdığım bir dal sigara dişimin kovuğuna bile yetmeyecek çünkü. Musti Bakkal’ın camekanından içeri göz atıyorum. Yine kafasını telefonuna gömmüş, dünya yansa umurunda değil. Musti’yi üç beş adım geride bırakmışken sağdan caddeye çıkan yola sapıyorum. Caddeye çıkınca ışıkların önüne kadar yürümeden bir fırsat yakalayıp karşı kaldırıma geçiyorum, yirmi otuz metre ötemdeki neon tabela, motor ustası Abdullah’ın ebleh suratını kafamdan silip atmaya yetiyor.

“Selamın aleyküm Gökhan Abi.”

“Aleyküm selam.”

“Abi yarın getiriyorum kalan miktarı, duruyor dimi benim beyaz inci?”

“Duruyor tabii kardeşim. Cumartesiye kadar diye konuştuk ya. Yarın getirmezsen ama kaporan yanar söyleyeyim. Sonrasına karışmam. Bak evvelsi gün sordular bu cihazı. Dedim valla ayırdık onu, kapora aldık. Tertemiz telefon, bakanın gözü kalıyor biliyorsun.”

“Abi bilmez miyim, o yüzden geldim zaten, yarın kavuşacağım artık inşallah. Şey diyeceğim abi, yeni kırılmaz cam jelatinini tak istersen, bir de koruma kabı hediye verecektin, seçeyim mi kılıf?”

“Sen getir de kardeşim yarın, jelatin iki dakikalık iş. O cihazın kılıfları karşındaki stantta, alttan üçüncü sıra. Dört beş çeşit var beğen işte birini. “

“Eyvallah abim benim. Haftalığı alır almaz yanındayım.”

Beyaz incimin güzelliğini gölgelemeyecek olan şeffaf kabı seçiyorum. “Bu olsun abi. Dediğim gibi yarın akşam helalleşiriz o zaman.”

“Tamamdır kardeşim, bekleriz.”

“Kolay gelsin.”

“Hadi iyi geceler, güle güle.”

Dükkandan çıkar çıkmaz keyif sigaramı yakıyorum. Musti’den son kalmış üç ekmekle bir kutu şeker alıp evin yolunu tutuyorum.

İnsan özellikle bir anın gelmesini beklerken dakikalar nasıl da uzuyor, sakız edâsıyla yapış yapış. Dakikalar saatlere, saatler vakitlere yapışıyor. Sabah, kuşluk, öğle, ikindi. Zaman geçmek bilmiyor. Nergis abla anlıyor hâlimi, saate bakıp duruşumdan, elimin çabukluğundan.

“Ne o, ilk buluşma mı? Hangi ara ayarladın bakayım? Elin boş gitme bak sakın kıza, çiçek miçek önemli şeyler bunlar. Bir gül bile yeter, ilk izlenim çok önemli, detaylar daha bir göze gelir”

“Yok be abla ne yaptın, ne kızı? Bizi kim ne yapsın? Bahsetmiştim ya sana hani, kapora bırakmıştım, telefon alacaktım. Şafak sayıyorum burada, atarsa dört saat yirmi dakika. Telefon dediysem de beyaz inci, yanlış olmasın.”

Nergis abla muzip sevecenliğini kum zerresi kadar saklamaya gerek duymaksızın kahkahanın kuyruğundan tutarcasına karşılık veriyor: “Hee, o mesele. Oldu şimdi. Oğlum beyaz inci diyip duruyorsun da inci beyaz olur zaten. İnci tanem falan de şuna ya da başka isim bul.” 

Gülme sırası bana gelmişti. “Yok abla, biliyoruz tabii de o modelin renk seçeneklerinde pearl white yani inci beyazı olarak geçiyor, o yüzden.”

“Maşallah, işine gelince neler de öğreniyon, biliyon. E o zaman İncibeyaz koyalım adını. Çok daha güzel olur bence.”

“Gerçekten ya. Hay aklınla bin yaşa, isim anası Nergis ablam benim, adı senden, ömrü Allah’tan olsun.”

Uzun zamandır biriyle bu kadar uzun gülüşmemiştim. Nergis abla sayesinde o yapışkan saatlerin çilesinden bir nebze olsun arınıyorum, yine de akşamı zor ediyorum.

Gökhan abi kırılmaz cam jelatini ve hattımı takıp telefonu açtı. Dün seçtiğim koruyucu silikon kılıfı, şarj cihazıyla birlikte masanın üzerine bırakırken “Al bakalım, hayırlı olsun, iyi günlerde kullan. Ben bütün kontrollerini yaptım, her şeyi tastamam faal.” dedi. Silikon kılıfı ambalajından çıkarıp incibeyaz’ıma giydirdikten hemen sonra şöyle bir gelişigüzel kamerasına ve menüsüne bakıp hemen cebime koyuyorum. Tanıştığımız anın büyüsünü doya doya yaşamalıyım, tek başıma.

“He, olmaz da yine aklında bulunsun. Bir sorun falan çıkarsa buradayız. Biz sattığımız malın her zaman arkasındayız. Eski sahibi getirdiğinde bir buçuk aylık garantisi kalmıştı ama şu an yok biliyorsun. Zaten kadın pek anlayan bir tip değildi cihazdan. Tertemiz kullanmış görüyorsun, suya falan düşürmediğin sürece bir sıkıntı yaşamazsın bu telefonla. Zaten öyle bir durumda geçmiş olsun, pek yapacak bir şey olmuyor ama onun dışında ufak tefek sorun falan çıkar, getir yani çekinme. Hayrını gör tekrar.”

Poyraz İletişim’den çıktığımda, ellerim cebimde, göğsüm şişkin; caddenin ortasında bulunan okulun yanındaki parka yürüyorum. Banka oturduğumda İncibeyaz’ımı kurcalıyorum. Gökhan Abi Whatsapp’ı, İnstagram’ı yüklemiş. Bir de bunlara hesap açmak lâzım. Parkın bitişiğindeki nargile kafenin şifresini bildiğim kablosuz ağına bağlanıp aklıma gelen birkaç gerekli uygulamayı indirdikten sonra ilk selfie’mi çekiyorum. Ön kamerası da gayet güzel. İnstagram için hesap açmaya çalışırken incibeyaz’ımın sesi yükseliyor aniden. Arayan Erdal.

“Napıyon la? Boşta mısın?”

“Yok. Bak şimdi milyon dolarlık bir anlaşmanın altına imza atıyordum ki sen aradın. Napayım oğlum okulun yanındaki parkta sigara içiyorum öyle. Sen?”

“İyi. Metronun karşısındaki börekçiye gelsene. Terastayım. Senle konuşacaklarım var.”

“Bu ne ciddiyet birader? Tamam geliyorum on-on beş dakikaya.”

“Hadi bekliyorum.”

Börekçinin terasına çıkıp Erdal’la selamlaşmamızın ardından masaya İncibeyaz’ı bırakıyorum. Erdal’ın gözleri takılıyor hemen.

“Vaay almışsın sonunda. Ne bu bakayım?”

Erdal İncibeyaz’ımı teklifsizce eline alıp şöyle bir arka kapağına, kamerasına göz attıktan sonra geri bırakıyor.

“Güzel telefona benziyor. Hayırlı olsun. Lâzımdı artık sana böyle bir şey. Bu devirde tuşlu telefon kullanan mı kaldı oğlum. Emekli albay falan da değilsin ki.”

“O yüzden gömdük ya parayı buna. Artık her şey telefonla ama akıllı olanıyla. Gel de bizim pedere anlat.”

“Boşver şimdi pederi. Nergis’le de aranızdan su sızmıyor bakıyorum. Doğru söyle, öpüştünüz mü lan hiç?”

“Yok oğlum ne öpüşmesi, ne saçmalıyorsun sen? Ablam o benim.”

“La bırak bu işleri, devlet su işleri. Aranıyor oğlum o kadın. Sen harbi safsın. Bir de güzel ki kaşar.”

“Lan ağzını topla oğlum. Benim yanımda Nergis abla hakkında ileri geri konuşma. Konfeksiyon dedikodu kazanı zaten, herkes herkesin arkasından atıp tutuyor. Nasıl insanlarsınız siz?”

“Tamam la bir şey demedik Nergis ablana. Allah var yaşını başını biraz almış ama hatun erik gibi kütür kütür. Atölyede herkesin dibi düşüyor. Bir bizim kekoya pas veriyor, o da salaklığına doymasın.”

“Off, sıktı bu muhabbetin iyice. Niye çağırdın oğlum beni, dedikodu yapmak için mi? Ne söyleyeceksen söylesene artık.”

“Kızınca ne kadar seksi oluyorsun yavrum benim. Oğlum Nergis’ten önemli ne olabilir, iş diyorum, aş diyorum, sen aval aval bakıyorsun.”

“Tamam hadi ben eve kaçıyorum. Yemek vakti geliyor bizim.”

“Hacı dur gitmeden müjdeyi vereyim o zaman. İş, aş derken aklın hemen Nergis’e gitti. Sonra ben fesat olurum. Neyse mevzu şu, sana anlatmıştım ya benim dayıoğlu Bursa’da, fabrikada çalışıyor. Ona diyordum bir zamandır abi beni de aldırsana şu fabrikaya diye, işte geçen şefe benden bahsetmiş. O da ay sonuna doğru gelsin, evraklarını tamamlayıp teslim edince işbaşı yapar demiş. Anlayacağın bu kardeşin haftaya yolcu.”

“Vaaay, hayırlı olsun kardeş. Eee, ne yapacaksın orada, dayıoğlunda mı kalacaksın?”

“Nasıl kalayım oğlum orada, evli barklı adam. Bana şöyle ucuz yollu bodrum kat bir yer ayarlayacağız. O bakınıyor zaten şu an. Belki yanıma bir ev arkadaşı bulursam bodrum kata düşmeye gerek kalmaz. Çünkü bodrum demek; havasızlık demek, rutubet demek. Bir iki aya yosunlanırım ben herhalde öyle bir yerde. Aklın varsa sen de benle gelirsin. Fabrikaya cayır cayır işçi arıyorlarmış. Fena mı olur? Birbirimizi kaç senedir tanıyoruz biliyoruz. Senden iyisini mi bulacağım? Kürt’sün falan ama idare ederiz artık. He he. Ne dersin?”

“Kulağa hiç kötü gelmiyor ama nasıl olacak? Hangi parayla? Biliyorsun bizim durumları, peder bırakmıyor ki kazandığımız cebimize kalsın.”

“Valla orasını bilmem birader, düşün taşın. Para işini bir şekilde hallederiz. Sen gelmeyi kafana koy yeter ki.”

“Eyvallah. Ben bir bakayım o zaman oluruna, olmazına, haberleşelim.”

“Tamam zaten buralardayım gelecek cumartesiye kadar. Bilet de almadım daha. Konuşuruz yine. Ama süper olur yani ben çok isterim senin de gelmeni, ağlayıp duruyordun oğlum yok ev şöyle yok kalabalık yok daralıyorum. Al işte sana da bir fırsat. Hadi kalkalım yavaştan.”

Eve yürürken Erdal’ın Nergis abla hakkında dedikleri ve teklifi dolduruyor düşüncelerimdeki boşluğu. Arka planda sürekli çalışan, düşünmekten kendimi alıkoyduğum şeyin üzerini örtmesi onun zihnimde devam eden sohbetini kaçınılmaz kılıyor. Sahiden ne iyi olurdu bu kokuşmuş evden uzaklaşabilsem, kendime ait bir odam olsa. Ve ne kadar güzel olurdu Nergis ablayla... Ne diyorsun oğlum sen, ayıp lan ayıp. Kadın iki yüzüne güldü, iki koluna girdi diye. Hep bu Erdal piçinin yüzünden. Yine de hakkını vermek gerek, atölyedeki en güzel ve hatta tek güzel kadındı Nergis ablam. İyice yaklaşmışken kapının önüne bakıyorum hemen. Broadway’i burada olduğuna göre kendisi de yukarıda olmalı. Gazam mübarek olsun.

Eve girer girmez ranzanın üst katındaki yatağımda, yastık kılıfının içine atıyorum İncibeyaz’ı. Montumu çıkardıktan sonra elimi yüzümü yıkamaya lavaboya gidiyorum. Peder masadan kalkmış; televizyonun karşısına geçmiş. Annem yemeğimi getiriyor. Yedikten sonra ranzama gidip İncibeyaz’ımla buluşmanın hayalini kurarken gelmesini hiç istemediğim an geliyor. Abdullah Usta haftalığı istiyor.

“Para yok baba.”

“Nasıl yok? Ulan bana film ağzı yapma. Ne demekmiş para yok?”

“Basbayağı yok işte. Erdal’la parktaydık mesaiden sonra. Düşürdüm mü oralarda ne yaptım bilmiyorum.”

“Bak beni dinden imandan çıkarma Ferhat. Yalan dolan konuşup tepemin tasını attırma. Karşında çocuk yok senin. Ne yaptın lan parayı?”

“Valla bir şey yapmadım baba. Dediğim gibi...”

“Ulan başlatma bana şimdi kitabından, yalanından! Yeter okuduğun martaval. Git getir parayı.”

“Yok diyorum baba, neyi getireyim?”

“Bana sökmez bu numaraların ulan! Ne yaptın o zaman parayı? Birine mi verdin yoksa? O bahsettiğin çocuğa mı verdin lan?”

“Hayır kimseye vermedim. Ayrıca ne yaparsam yaparım, para benim değil mi? Ben kazanmıyor muyum?”

“İte bak ite. Lan benim bu yaşta elim kirin, yağın, pasın içinden çıkmıyor. Bu evin kirası, faturaları nasıl ödeniyor? Şu yediğin yemek nasıl pişiyor, tencere nasıl kaynıyor? Kardeşlerinin okul masrafları nasıl karşılanıyor, ceplerine her gün harçlık nasıl giriyor? Haberin var mı lan senin? Şerefsiz!”

“Yapmasaydın o zaman o kadar çocuk. Bana mı sordun dünyaya getirirken?”

Suratıma inen okkalı bir tokatla savruluyorum. Kulağım zonkluyor. Elinin tersiyle dudağıma patlattığı yumrukla karışık bir vuruşla kanın tuzlu tadını alıyorum. Topaç gibi çevirdiği sırtıma kocaman, kararmış elleriyle üst üste... Elinden annem çekip alıyor.  “Bu yaşta çocuğa vurulur mu be adam, el insaf.”

“Ben seni delik deşik etmesini bilirdim de dua et. Göstereceğim ama sana.”

“Sen kimi delik deşik ediyorsun lan? Siktir git lan bu evden. Yıkıl karşımdan rezil köpek. Gözüm görmesin bir daha seni. Evlat mevlat dinlemem gebertirim yoksa. Dinime, kitabıma gebertirim.”

Bir hafta. Sadece bir haftalık kazandığımı getirmediğim için yedim bu dayağı. Kaporayı onun bana kendi paramdan verdiği harçlıklardan, dişimden tırnağımdan artırarak toparlamıştım. Bunu düşündükçe delirecek gibi oluyorum. Ne hakkı vardı buna? O geniş karnına art arda bıçak saplama düşüncesi ranzamın duvarındaki Quaresma posteri gibi çakılıydı zihnime. Sinirden elimin ve bacaklarımın titremesi ayakta durma eylemiyle alay etmek istercesine kulaklarımdan içeri aşağılık kahkahalar fırlatıyor. Gardroptan elime geçen giysileri sırt çantama tıkıştırıyorum. Birkaç kazak, üç pantolon ve dört gömlek iç çamaşırlarıyla birlikte çantayı tıka basa doldurmaya yetiyor. İşte bu kadar. Bu evde varlığım bir sırt çantası kadar. Yastığın içinden İncibeyaz’ı da alıp öfkeyle kapıyı vurup çıkıyorum.

Nereye gideceğim, ne yapacağım bilmiyorum. Erdal’ın teklifini kabul etmeye o dakika karar veriyorum sanki ama şimdilik onda kalamam; derdi zaten çocuğa yetiyor. Mahallece tanınan psikopat kardeşi, kadın düşkünü babası... Parmaklarım rehberde Nergis ablanın üzerine gidiyor kendiliğinden. 

* 

O hafta sonu ve süregelen günler boyu Nergis ablada kalıyorum. Günler çok uzun, günler yaşama sevinciyle dolu. Cuma akşamı nasıl geldi bir anda, farkında değilim. Nergis ablaya iş çıkışı Erdal’la takılacağımı söyleyip eve geç gitmenin hesabını yapmıştım bütün gün. Haftalığımı ilk kez kendi başıma harcayabilecektim, kimseye hesap vermeden ve kimsenin eline teslim etmeden. Süpermarkete gidip bir yetmişlik votka, iki paket sigara, enerji içecekleri, kavun, incir ve üzüm alıyorum. Sağda solda biraz oyalanıp Nergis ablaya gidiyorum, ayaklarım kuş tüyünden hafif.

Nergis abla elimde poşetlerle görünce, “Ne yaptın oğlum, ne zahmet ettin? Paranı çarçur etmeseydin ya,” serzenişinde bulunsa da, “Bir kere de biz felekten bir gece çalalım anasını sattığımın dünyasında be abla, fena mı?” diyerek yatıştırıyorum.

“İyi hadi geç. Düşünceli prensim benim. Ver torbaları bana.”

Nergis abla orta sehpayı bir güzel hazırlıyor beş dakikada.

“Her şey hazır ama bil bakalım neyimiz eksik?”

“Ne eksik abla?”

“Müzik tabii ki oğlum. Müziksiz olur mu hiç?”      

Yarınımız yokmuş gibi, kötü dünlerimiz hiç olmamış gibi gülüyoruz. Nergis abla telefonunu bluetooth hoparlörleriyle eşleştirdikten sonra bir parça açıyor. Votkalarımızı enerji içeceğiyle karıştırıp yudumlamaya başlıyoruz. Ses tanıdık gelse de bu şarkıyı bilmiyorum.

“Benim çocukluğum bu şarkılarla geçti. Ah şu doksanlar... Çok başkaydı, çok.”

Nergis abla güzel sesiyle eşlik etmeye başlıyor. Kurşun adres sormaz ki/ yaktın beni en derinden. Sahiden sormuyor abla, sen de beni yaktın. Depremlerde yine yüreğim/yangınlar çaresiz...

Nergis abla dört, bense üç dubleyi devirdikten sonra aniden oturduğumuz koltuktan kalkıp karşıdaki televizyon ünitesinin alt kısmında bulunan iki çekmecenin solundakinden uzun, dolgun, beyaz bir şey çıkarıyor. Ayağa kalktığında anlıyorum ne olduğunu.

“Kullandın mı daha önce?”

“Yok abla onu hiç denemedim.”

“Bozar mı seni?”

“Ayıpsın valla abla, olur mu hiç? Bilmediğimiz şey değil, ortamında çok bulundum. Arkadaşlar duman dönerken bana da uzattılar birkaç kere de ben denemedim yani hiç.” O sırada Nergis abla çakmağı tutmuş içine çekerek ayaklandırıyordu cıgaralığı. Votkamı içerken onu izliyorum.

“Nerden buldun abla bunu? Kullandığını tahmin etmezdim hiç.”

Nergis abla çektiği esaslı dumandan çatallanan sesiyle cevap veriyor:

“Arada böyle kafamın kıyak olmasını istediğim zamanlar oluyor. Benimki hazırlayıp zulalıyor. Hem yol için kendine alıyor hem bana bırakıyor. Ben zaten üç beş ayda bir anca. O da canım isterse.”

Söylentiler doğruymuş demek ki. Konfeksiyonda Nergis ablanın bir dostu olduğu kulağıma gelmişti. “Vay be, iyiymiş abla. Denemek lâzım tabii her şeyi. Tat almak şart hayattan.”

“Ben denetirim sana. İstersen tabii.”

Bir an olsun tereddüt etmiyorum. “İsterim abla. Bu gece hayır demek yok.”

“Aç o zaman ağzını.”

Ben cigaralığı dudağımın kenarına iliştireceğini zannederken Nergis abla dumanı yüzüme üflüyor. Şaşkınlıktan donakalıyorum. Gülerek, “Öyle değil, tamamen açacaksın. Ben dumanı ağzının içine üfleyeceğim sen de içine çekeceksin. Yıllar önce bir filmde izlemiştim bu sahneyi,” diyor.

Dediğini yapıyorum. Göğüs kafesimden dışarı fırlayacak kan pompası. Nergis ablayla ilk defa bu kadar yakınız birbirimize. Dumanı iştahla çekiyorum içime. Gözlerim kapalı. “Sıra sende ama sağlam çekmen gerekiyor öyle sigara içer gibi değil.” O bunu söylerken öksürmeye başlamıştım bile. Nergis abla gülüyor. Gülünce saçları daha bir sarı. O güldükçe dünya daha güzel bir yer. Ciğerleri doldurup bırakıyorum yılkılarımı onun bozkırına. Karslı Abdullah’ın anlatıp durduğu yılkıları. Nergis ablanın ağzı bozkır. Yılkılarım dört nala kenetleniyor ovaya. Paldır küldür bir tantana. Bozkırın yüreği kucak açıyor atlara, incibeyaz olanı yelesinden tutup hafifçe bastırarak okşuyor. O okşadıkça şahlanmaya yüz tutuyor, bozkırın sonsuzluğuna susuyor incibeyaz, bacaklarını uzun başak tanelerinde gezdirdikçe özgürleşiyor. İleri gittiğini düşünmeden.  Eğilip birini çekip koparıyor, başağın ucu ağzında. “Dur.” Bembeyaz karlar üzerinde yılkı atları. “Dur diyorum yeter.” Omuzlarımdan beni sertçe geriye iten iki yumruk, iki kelime gırtlağıma takılıyor. “Çocuksun sen.”

Sessizce votkalarımızı içmeye devam ediyoruz. Gece, unutmak istediğim ne varsa hepsinin üzerini örtmeye yetecek kadar sevdiriyor bana karanlığı. “Affet abla, düşüncesizce davrandım. Seni üzmek hayatta isteyeceğim son şey. Utancımdan yüzüne bile bakamıyorum.”

Nergis abla gözlerini yüzümden ayırmıyor. Tamam belki biraz ileri gitmiştim, tamam belki devam etmemeliydim ama beni içine düşüren, ensemden, saçlarımdan kendisine çeken o değil miydi? Bunu düşünerek teselli bulmak istiyorum. Nergis abla uzunca öpüşmüştü benimle, ardından göğüslerine inmeme izin vererek.

“Olur öyle bazen, takılma. Kafamız güzel. Ben de boş bulundum. Geçti gitti işte. Unutalım gitsin, tamam mı?”

“Anlaştık o zaman.”

“Yalnız bugün öğle molasında sen Erdal’layken Müjdat aradı beni. Pazar günü gelecekmiş. Gecesinde kalır mı kalmaz mı bilmiyorum. Sen bu gece de burada kal ama sonrasında birkaç günlüğüne başka bir yer bulsan. Ne bileyim başka bir arkadaşın ya da pansiyon falan?”

“Anladım abla. Tabii yarın bakarım o zaman.”

“Ben birazdan yatayım, saat epey geç oldu. Hem yarın erken kalkacağım, bir arkadaşımla kahvaltıya gideceğiz. Sana iyi geceler canım.”

“İyi geceler abla. Çok teşekkür ederim her şey için. Yarın sen dışarıdayken çıkmış olurum muhtemelen.”

Nergis abla yüzünde bastırmaya çalıştığı zoraki bir tebessümle karşılık veriyor.  “Yine geleceksin oğlum. Ne bu veda eder gibi?”

Uyandığımda saate bakıyorum. On bire yirmi var. Bugün Erdal’la yeni bir hayata yelken açacağım. Biletleri buluştuğumuzda alacağız. Nergis ablanın odasının kapısı açık. Çıkmış. Çantamı toplasam iyi olacak. Kulağımda Erdal’ın sesi. Aptalsın oğlum sen. Susmuyor. Nergis kaltağında farklı günlerde üç farklı bilezik gördüm diyorum. Biri burma, öbürleri daha kalıncaydı. Kalın olanlardan biri de taşlıydı, onu alsan bile yeter. Kes sesini Erdal ibnesi. Her şey avucunun içinde. Fark ettiğinde kaç saat belki de kaç gün geçmiş olur kim bilir? Hem kanıtlayamadıktan sonra... Kapat lan çeneni artık. Depozitoydu, beyaz eşyaydı, mobilyaydı, nasıl yetişeceksin? Kolay mı sanıyorsun sıfırdan ev düzmeyi? Bu sefer Erdal’ın sesi değildi. Hızlıca yatak odasına giriyorum. Makyaj malzemelerinin olduğu uzun, aynalı masası Nergis ablanın. Çekmeceleri açıyorum. İşlemeli ahşap bir kutu. İçi kırmızı kadife kumaşla kaplı. Bu kadar çabuk ve kolayca bulacağımı zannetmiyordum. Bu kadar kolayca hırsızlık yapacağımı hiç. İki bilezik, biri taşlı biri burma. Erdal’ın sözünü ettiği diğerini takmış olmalı. Montumun iç cebine iki bileziği atıp kutuyu yerli yerince koyuyorum. Kolyeye dokunmuyorum. 


Mert Bakıcı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page