top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Merve Koçhan- Toplayıcı

-Sana çarpmamaya niyet ettim…

Şakaklarımdan terler akıyordu. Vücudum strese girmişti. Asansörde aynaya baktım. Kaşımı düzelttim, sonra küpeme dokundum. Onları ne zaman aldığımı hatırlamaya çalıştım. Hatırlayamadım. Asansör yükseldikçe dizlerim titremeye başladı. Korkumu kontrol etmeye çalıştım. Bu kez toplantı zorlu geçecekti.

On dakika geçmedi. Odaya girdi. Sağımda duran antoryum çiçeğine doğru yürüdü. Sararmış yapraktan bir tane kopardı ve bana döndü. Daha önce çalışma hayatımın kaç yıl sürdüğünü sordu. Cevap veremeden, yaprağın keskin tarafını yaklaşıp dudaklarıma batırdı. Kısık sesle kulağıma eğilerek “Bana bugünkü skorunu göster,” dedi.

Çantamda birikmiş günleri masaya döktüm. Toplamda ikiyüzdoksansekiz gün. O saymaya devam ederken sayacı da masaya bıraktım. Bıraktığım sadece o olsaydı… Gözlerimi bıraktım. Ellerimi bıraktım. Bedenim demir attığı durduğu yerde. Gözümdeki iris küçük bir gedik açtı kendine. Daldıkça daldı. Bir paye uzattı bana derinlerden soluk alayım diye. “Yaşadıklarına armağan,” dedi bu es, zaten çok insan gömdün içine.

Çıkar o apoletleri…

Bir gün önce:

Odamın kapısını düne göre zor açtım. Buradaki kapsüller diğer ülkelere göre daha büyük. Önce, banyoya gittim. Jölelediğim saçlarımı aynada teker teker ayırdım. Şapkayla birlikte etime kenetlenmiş saçlarım ancak jöleyle yatışıyordu. Topuzumun altındaki firketeleri çıkardım. Saçımız hep aynı modelde toplanır fakat hostes değiliz. Ben saçımı taramasam bile artık o ne yöne yatacağını biliyordu. Beni benden daha çok tanıyan bedenimde işler iradem dışında işliyordu. Belki de bu yüzden artık bana da gerek kalmadı. Bir insanın en büyük savaşı kendiyle olanıdır. Beyniniz ve kalbiniz arasında kalırsanız, mutlaka ikisinden biri ölür. Kazananı olmayan bir savaş gibidir bu. Birini kaybederseniz diğerinden de olursunuz.

Ah benim konuşan azalarım, sizi susturmak için özümün uğramış olduğu istilaya bu mesleğe başvurarak geçiştiriyorum. Hani beni belki anlıyorsanız, gitmek için hâlâ bir seçeneğinizin olduğunu bilin ve terk edin burayı. Günleri dakikaları saniyeleri izlemek… Uçakları, arabaları trenleri izlemek… Yolları, dağları, kırları aşmak sizinle kolay mı sanıyorsunuz? Sessizlik… Ahh bu kahrolası sessizliğin içinde kendimle konuşuyorum. Çünkü araştırmalarım unutmamı sağlayacak çözümü bulamadı. Benliğimi parçalayabilirsem bir nebze unutmayı da sağlamış olabilirdim fakat bu günümüzde zaten ölmek demekti. Belki Jim Carrey de benimle aynı düşünceleri taşırken kendini sette bulmuştur. Öyle ya, hem böylece unutma hakkını sadece sahnede bırakıyordur. Yıllardır neden depresyon yaşadığını şu an daha iyi anlıyorum. Sağılmamış bir yara, durduk yere kanayıp duruyor.

Apoletlerimi çıkarıyorum. Elim gömleğime gidiyor. Gömleğimin kemikten yapılmış düğmelerini çözüyorum. Düğmeleri saçma buluyorum. Yaptığım işle alakası olmayan bu düğmeleri ne diye saten bir gömleğe dikerler. Makyajımı çıkarıyorum. Bir yüzüm kalıyor geriye. Yüzümü çıkarıyorum.

Şehir merkezine uzak bu yerde ikiyüzdoksansekizinci günümü tamamladım. Neresi olduğunu söyleyemem ama burası aslında canlı bir şehirdi. Ben geldikten sonra cazibesini kaybedip yığma bir çöplüğe dönüştü. Gittiğim her yerin benimle birlikte güzelliğini yitirmesine artık şaşırmıyorum. Kalbime yerleşmiş kara bir zehir tüm şehri istila etti. Bu karanlıkta önce aklımdan mı, kalbimden mi vazgeçmeliydim sizce? Telefon kulübelerini bilirsiniz. Şu insanların duvarlarına işedikleri, sakız yapıştırdıkları bazen de yağmurdan korundukları yer. Benim yaşadığım kapsül ondan daha küçük ve her yerde bunlardan var. Buraya kapsül şehir diyebiliriz. Artık insanlar aile kurmuyor. Yalnızlık insanların birbirlerinden arzuladıkları daha önemli şey oldu. Bu yüzden kapsülleri tercih ediyorlar. Yaşama pratik bir çözüm sunduğu kesin ancak omurgamın yapısı cenin pozisyonunu almaktan özgün bir çıkıntı yarattı kendine. İçimde taşıdığım bu raşitizm potansiyeli, artık yaşama akımımı kamburumla tamamlıyor. Kapsülün içinde kendimi barreleye balığının gözleri gibi hissediyorum. Sanki kalbim, yattığım yerde değil onun içine doğru açılan başka bir delikte atıyor. Burada en güzel şehir insanın kendi uykusudur. Bir toplayıcı için en güzel uyku bazen küçük bir kapsülün içidir.

Geçen yedi saat. Alarm sesi, telefon sesi, açılan kapsül kapısı. Hepsi aynı anda dibimde çalıyor. On iki saat ve her gün! Tak apoletlerini.

Görev beklemeye gelmez bilinciyle uyanıyorum. Dişlerimi fırçalarken Bukowski’nin sözü çınlıyor kulağımda,

“Sabahın altı buçuğunda bir çalar saat sesiyle uyanıp yataktan fırlayan, giyinip zorla bir şeyler atıştıran, sıçıp, işeyip, dişini fırçalayan, saçını tarayan, başka birine büyük paralar kazandırdığı bir yere ulaşmak için trafikle boğuşan ve tüm bunlara sahip olma fırsatı bulduğu için müteşekkir olması istenen biri hayattan nasıl keyif alabilir?”

Sorun da bu zaten. Keyif alıyorum. Günlerimi tamamlayınca alacağım keyfi düşünerek, ıslık çalarak duruluyorum ağzımı. Odamın anahtarını coşkulu bir şekilde istiyorum her gece. Bu motivasyonuma şaşıran resepsiyonistse benim ajan olduğumu düşünüyor. Doğrusu o adam için kırmızı rujumla ve vişneçürüğü rengi gözlüklerimle olağanüstü bir afrodizyak etkisiydim. Çözmek. Gözleriyle çözmek. Düşünceleriyle, elleriyle… Çözme arzusu insanı arsızlaştırıyor. Kudurgan dişleriyle omuzlarımda geziniyor. Fakat omzumdaki apoletlerin sırrını bir türlü çözemiyordu. O adam ve her gece… Tam sormaya kalkışacakken soğuk bakışlarımda donup kalıyordu. Bu yüzden göz göze geldik mi dik kaşlarım ve gözlerim arasında sessiz ve sinsice bir ajanı aradığını biliyorum. Kudurgan ve akan ağızlarının arasında sakızı değil çözmek arzusuyla beni çiğniyordu.

Çok dert değil. Temelde oturduğum yerde bunun mümkün olmayacağını anladığım bir meslekteyim. Bütün bunları göze alarak başladım. Mail yoluyla ulaştığım bu gizli bir firmanın çalışanı, bana hafıza silme işlemi için yardım etti. O firmanın önerdiği hoteldi burası. Birkaç eşyayla birlikte gece yarısı şehri terk ettim. Müthiş bir terk edişti. İlk olarak otobüste akbil yetersiz bakiye verdi. Bir ayyaş tarafından sözlü tacize uğradım ve roll-on almayı unutmuştum. Bir kızın unutması gereken ikinci şey roll-onudur. Ahşap bir iş merkezinin üç kat aşağısında sarnıçlarla dolu bir handan geçtim. Yüz yüze bir mülakattan geçmedim ama. Seçim alanı otele yürüme mesafesindeydi. Bu seçim alanında yüz soru üzerinden yapılan bir oturum sürecim oldu. Önce kimlik ve metal eşyalarımı aldılar. Sonra bir saat içinde sonuçlandı her şey. İşe alınmıştım. İş başı yapmadan hemen önce vücutxrayi ile sağlık kontrollerim yapıldı. Tetkikler tamamlanınca sözleşmeyi imzaladım. Sözleşmede yer alan ikinci maddeye göre on ay bilfiil çalışmam gerekiyordu. On ayı istifa etmeden ya da işten çıkarılmadan başarıyla tamamlayan adaylar hikâyelerine göre hafıza silme işlemine girecekti. Beni bu meşguliyet kurtaracaktı. Günlerce bu meşguliyet içerisinde ikiyüzdoksansekiz kişinin anılarını topladım. Aslında çaldık da diyebiliriz. İnsanların en güzel anılarını küçük çiplerde topluyoruz. İnsanlardaki olumlu titreşimler kuantum fiziğiyle özel insanlara sunulan farklı bir hizmete dönüştürülüyor. Bunun için aykırı bir laboratuvarları var ancak orayı biz göremiyoruz. Anılarını çaldığımız insanların yaklaşık bir hafta sonrasında hayat kalitelerinde bozulma görülüyor. Bir süre sonra çeşitli ruhsal hastalıkların içine düşüyorlardı. Ancak bütün sağlık çalışanları insanları terapiye yönlendiriyordu. Durumu piyasalardaki resesyona, iklim değişikliklerine, ilişkilerdeki değişen dinamiklerle birlikte psikolojiye bağlıyorlardı. Oysa biz, bilimsel bir alandan uzakta insanları hasta ediyorduk. Hem de göz göre göre.

Ama gözlerim dünyaya… Gözlerim baktığı dünyaya, son kez hatırlatır seni. Dünya içimde senin etrafında son günlerini dönüyor. O yüzden bunları düşünmeyecektim.

Hatıralarımdan kurtulacaktım. Peşinden sürüdüğüm beyhude ayaklarımdan kurtulacaktım. Böyle yaşarsam ne olacaktı? Durulan denizi, açılan göğü, yeşeren otu, ötüşen serçeyi görecektim. Görecektim ışığın güneşten aktığını. Hissetmeye devam edecektim. Ama acılarımı da… Kararsızca yere baktım. Parkeler ne kadar karışıktı. Parkelerin etrafını gezdim gözlerimle. Milim milim tekrardan işledim desenleri. Motifleri figürlere benzettim. İnsansı, hayvansı kimi zaman biçimsiz figürlere. Üzerinde totem yaptım. Totemim tutunca gülümsedim. Keyiflendiğimi görünce aynaya baktım. Kendime bakarak gülmeye devam ettiğimi gördüm. Oysa gözümün ucuyla denk gelmiştim kendime. O fark ediş anında günün son acısı olarak yüzüme yerleştin. Hatırlattın kendini. Alnımda gezindin ilk. Alnımda koştun sonra. Kirpiklerime bastın sertçe. Kirpiklerimi ezdin hırçınca. Kaşlarıma geçtin. Kaşlarıma ateşe verdin. Yüzümde tepindin. Yağmaladın sonra. Yüzümü bıraktım aynada. Seni kendine bıraktım. Gidersin diye. Kapıyı çektim üzerine, sana çarpmamaya niyet ettim, ben de işime gittim.

Ekrana düşen mesaj. Vardiyam içinde seçilmiş iki insan.

9 Nisan saat 16.27. Son iki için döner kapıdan çıktım. Arabanın kapısını derin bir nefesle açtım. Düşünüyordum. İnsanların mutlu anılarını toplayıp onların seçkin insanlara modüler sistem araçları üretmek için gerçekte tüm fizik alanlarını birleştirmeyi kim seçerdi? Kimin nasıl bir hırsı vardı insan üzerinde? Peki, neden sırf kendi acılarından kurtulsun diye insanları kendi ırkını hedef almak zorunda bıraktılar? İnsanı insana kırdıran ben değilim. Bunun için yapacağım bir şey yok. Kendi sınırlarımı haklı bulmalıydım. Çünkü aldığım yaralar artık kendi sınırlarımı koruyamıyor. Şirketin bizler için sunduğu vazgeçilmez bir şey var ortada… Hafızada istemediğimiz her şeyi beyine zarar vermeden siliyorlar. Buna kim hayır diyebilir?

Papatya pastanesine kendi anılarımdan kurtulmak için son ikiyi tamamlamaya gittim. Bozulan kepenk motorunu tamir eden bir adam vardı. Selam verip içerdi girdim. Sanırım daha önce benim gibi bir kadının gülüşüne denk gelmemişti. Az kalsın düşecekti merdivenden. Köşedeki sandalyeye oturdum. Gelmesi gereken kişiyi merak ediyordum. O sırada limonlu mochi istedim. Ahh, çok severim. Özellikle kahveyle ağzınızda eridiğinde tüm gün bir şey yemenize gerek dâhi kalmıyor. Çatal ve peçeteyi önden getiren küçük kız hiç beklemediğim şekilde gülümsedi yüzüme. Sanki kapıdan girecek olan kişi için önceden bir hazırlık yapıp havayı yumuşatmıştı. Teşekkür ettim. O sırada kapıyı açmakta zorlanan birisi oldu. Köşede oturduğum için tam göremedim. Küçük kız kapıya giderek kırmızı ruganları üstünde yükseldi kapının kolunu kendine doğru çekerek kişiyi içeri davet etti.

Gözlerimden daha iyi bildiğim biri girdi içeri. ikiyüzdoksandokuncu kişi. Masaya oturmaya çalıştı. Kül tablasını devirdi. Onu kaldırmak isterken sandalyeyi devirdi. Gözlerini devirdi sonra. Bozulan saçlarını düzeltti, saatine baktı. Tanrım çok karizmatikti. Onu ilk gördüğüm andaki gibi kalbim çarpıyordu. Canım acıyor, acıdıkça kalbim çarpıyordu. Kapı bir kere daha açıldı. Uzun ve bal rengi saçlı bir kadın girdi içeriye. Üçyüzüncü kişi. Âşık olduğum adamın elindeki yüzük kutusuna bakıyordum. Onu saklamak için sarf ettiği çabaya ve sakarlığına… Gözlerim dünyaya… Gözlerim dünyaya böylesine bakmamıştır. Canımın acısı tırnaklarımda toplanmıştı. Oturdular ilk. Çay içtiler gülüştüler. Flörtözce bir sürü hareket. Çok geçmedi. Mesaj geldi telefonuma.

“İşi hallettin mi?”

Tırnaklarımdaki rakı beyazı ojeler üşümüş ve uyuşmuş ellerimde rengini attı. Daha fazla dayanamadım. Kalktım yerimden, adamım kasaya giderken ben kapıya yöneldim. Kartını yere düşürdü kaldırırken sağ eliyle bana çarptı. Beni çarptı. Küçük bir akımın aramızda yarattığı o geri dönülemez bir hastalıkla. Bütünüyle bedenimdeydi artık. Sadece zihnimde ve kalbimdeyken artık kollarımda, bacaklarımda karnımda da bir alan yaratmıştı. Sanki bütün organlarım zihin ve beynimin aynısı olmuştu. Hızlıca çıktım oradan. Arabaya binip iş merkezine doğru yol aldım. Korku insanı severken de uyuşturuyordu. Ellerimi ve ayaklarımı hissetmiyordum.

Yüzünü ekşitti. “Yapma Çavuş, mutlaka başka bir seçeneğim olmalı,” dedim. “Çavuş!” diye her seslendiğimde bu vazifenin karşısında yetersiz bulduğum kişiden de tiksiniyordum. Karşımda bir efendiden çok kazma biri vardı. Kaşımın kirpiğimin altında açlıktan çift gören gözlerim onun ukala yüzüne bir kez daha bakmak istemedi. Emin misin Rüya, bugün son günündü ve iki tane eksik olduğunu görüyorum. Kudurgan ve akan ağzıyla sessizce kulağıma eğildi.

“Hepsi bu kadar mı?”

Bakışım son cümlemi tamamladı bir baş hareketiyle.

“Evet, Çavuş…”

“Hımm, öyleyse senin için küçük bir hediyemiz var. Sözleşme de belirtmeye gerek duymadık. Yeterince akıllısın, tahmin ettiğinden de şüphem yok. Ancak böyle bir kötü sonu hak ettiğini düşünmek hepimizi üzdü.” (Kahkahalar ve boğuk sesler.)

“Rüya için imha tutanağını getirin!”


Merve Koçhan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page