top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Metin C. Çalışkan- Efendi Yılan

gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır ya da gerçek bir hikâyeye uyarlanması muhtemeldir.

Dünyanın doğumundan ölümüne, ölümünden yeniden doğumuna tekrar eden bazı hikâyeler vardır ve sonsuza dek anlatılmalıdır.

*

“Lanet herif şu topu düzgün fırlat,” diye bağırdı.

Birinci ve ikinci kaleler doluydu, sadece bir oyuncu dışarıdaydı ve televizyonun karşısında pinekleyen Dedektif Sıtkı Nadir atıcının köşeye sıkıştığını biliyor, pek bir bağ kuramadığı, sadece logosunu ve renklerini sevdiği için tuttuğu Baykuşların bu hale düşmesi nedeniyle çok sinirlendiğini düşünüyor, Sıtkı Nadir ise sinirin yapmacıklığını görüyor, aslında ilham aldığı kitaplardan, filmlerden edindiği izlenimler neticesinde, kısa bir süre önce biraz isteyerek biraz da zorunluluktan başladığı, kendi yorumunu katmaktan imtina ettiği özel dedektiflik rolüne uygun davranmaya çabalıyordu ki dünyasının önemli bir bölümünü kelimelerle, görüntülerle kuran birinden de daha azı beklenemezdi zaten.

Bir defa olsun işler yolunda gitsin istiyordu. Yine de ümitli değildi. Atıcı şu ana dek iyi bir oyun sergileyememişti. İlk devrenin ortalarına yaklaşmış olmalarına rağmen şimdiden iki sayı verilmesine neden olmuştu. Tümsekte durmak, takımının ve taraftarların sorumluluğunu üstlenmek herkese göre değildi. Oradayken ya hikâyeni yazma cesareti gösterecektin ya da hikâyenin seni sürüklemesine göz yumacaktın, zaten aradaki tereddüde de yaşamak deniyordu.[1]

Atıcı kepini düzeltti. Dedektif koltuğunda kıpırdandı. Atıcı topu eldiveninin içine gizledi. Dedektif tırnaklarını kemirdi. Atıcı nefesini tuttu. Dedektif nefesini tuttu. Atıcı nefesini verdi. Sol ayağını kaldırıp sertçe tümseğe bastı. Sağ ayağını biraz ileriye koyup vücudunu öne çıkardı. Sağ kolunu bir yay gibi gerdi ve yayı aniden serbest bıraktı. Dedektif uzmanı olmasa da atışın curveball olduğu izlenimindeyken nefesini verdi. Topun sopayla buluştuğu andaki hayalleri parçalayan ses irkilmesine neden oldu. Home Run... Verilen üç sayının ardından okkalı bir küfür[2] savurdu.

Kanalı değiştirdi. Zafer Meydanı’ndan canlı yayın yapılıyordu. Şehir Başkanı konuşuyordu. Hep yaptığı gibi Yılan’dan kurtuluş mücadelelerini anlatırken sesi titriyordu. Nihayetinde lafı yakılıp yıkılmış, asıl ismi unutulmuş Deri Değiştirenler Sirki’ne getirdi. “Usta’nın son kalıntısını; o yersiz yurtsuz iblis yardakçılarının yuvalarını ortadan kaldırdık. Bizim gibi bu şehre gönül verenlerden asla şüphe duymayın,” derken alkış kıyamet koptu. Kamera alkışlayanların, özellikle yönetimden olanların ve şehrin ileri gelenlerinin yüzlerine odaklandığında, ışık saçan bir kadın Dedektif’in dikkatini çekti. Onun kim olabileceğini merak ederken kamera çoktan başka bir tarafa dönmüştü.

Meydanı çılgıncasına inleten insanları boş verdi, televizyonu kapatıp kumandayı fırlattı. Bir süre ekrandaki yansımasına baktı. Hep aynı konuşmalar... Oysaki ne Yılan’ı ne de Usta’yı hatırlıyordu. Hepsinin bir efsane olduğundan neredeyse emindi. Anlayamadığı tek mesele, insanların nasıl olup da hâlâ bu hikâyeyi yuttukları ve neden aynı kişileri yönetime seçtikleriydi. Usta ve Yılan’ın döneceklerine, tehlikenin kapıda olduğuna inanan o kadar fazla kişi vardı ki, sanki bu inanç bir karanlığı gerçek kılmak için eşikte bekliyordu.

Düşüncelerinden sıyrıldı. Midesi kazınıyordu. Telefona gidip numarayı çevirdi.

“Borges Pizza?” diye sordu Bogartvari bir sesle.

Karşısındaki kişi yanlış numara olduğunu belirtti. Dedektif hafifçe kaşlarını çattı. Ahizeyi yerine koydu. Kısa bir süre bekledi. Sonra yeniden denedi. Aynı şey olmuştu. Pizzacının numarasını unuttuğuna inanamıyordu. Rehberden kontrol etti. Hayır, numara doğruydu. Zaten hattın iki defa yanlış düşüp de aynı kişinin telefonuna bağlanması kaçta kaç ihtimaldi ki? Bu hesabın üzerinde pek durmadı. Numarayı son kez çevirdi.

“Borges Pizza?”

“Hayır.”

“Şu boktan telefon hatları...”

“Bekleyin... Size söylemem gerekenler var.”

Dedektif ince ama güçlü bir şüphenin ağına düşmek üzereydi.

“Ben M. C. Çalışkan,” dedi karşısındaki kişi.

“Bunun benim için bir şey ifade etmesi mi gerekiyor adamım?”

“Hayır, aksine bir şey ifade etmediği için memnunum. Rica ederim beni dinleyin. İstediklerini onlara vermeyin.”

Sıtkı Nadir tam ahizeyi yerine bırakacakken Dedektif Sıtkı Nadir erken davranıp onu engelledi.

“Hey, dur bir dakika! Benim kim olduğumu düşünüyorsun?”

“M. C. Çalışkan olmadığınızı söylediniz. Size inanıyorum Ayrıca hikâye için esas olan sizin kim olduğunuza inandığınız. Hâlâ okuduklarınızdan, izlediklerinizden yaşamlar kuruyor musunuz?”

“Neden bahsediyorsun sen?”

“Boş verin. Söylediklerime uyun yeter.”

“Bu konuda söz veremem doğrusu. Sözlerimi tutmak çoğunlukla uzmanı olduğum bir iş değildir.”

“Şehir tehlike altında. Usta’yı bulun, emaneti ona teslim edin.”

Dedektif ilk defa ne söylemesi gerektiği üzerine uzun uzadıya düşünmeye hazırlanırken hat kesildi. Konuşulanlara anlam verememişti. M. C. Çalışkan da kimdi? Eh bu kadarı umurunda değildi. Peki ya teslimatla ilgili söyledikleri? Usta diye biri var olamazdı! Bunların hepsi palavra olmalı. Hem Sıtkı Nadir, en azından Dedektif Sıtkı Nadir bir telefonla işini yarım bırakacak biri değildi. Para lazımdı, ücretin önemli bir kısmını teslimatta alacaktı.

Aynası birkaç yerden çatlamış cep saatine baktı. Vakit gelmek üzereydi. Hazırlandı; pardösüsünü giydi, şapkasını taktı. Çalışma masasında duran, ipek bir örtüye sarınmış emaneti aldı. Nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu. Müşterinin tek kuralı da buydu.

Ofise hızlıca bir göz attı. Kapıdan çıktı.

İÇ. OFİS- GÜN (JENERİK)

ALTA MÜZİK

_________________________________________________ Jenerik boyunca dilediğiniz bir jazz parçasını dinleyebilirsiniz.

Dedektif Sıtkı Nadir’in Sıtkı Nadir’le yaptığı münakaşalar sonucunda kazandığı zaferin ertesinde ince bir zevkle olmasa da ruhu olduğunu söyleyebileceğimiz bir şekilde dayayıp döşediği ufak ofisinden yayınevlerine göre sıralanmış; genellikle polisiye kitapların, birkaç klasiğin, Sıtkı Nadir’in yazdığı iki adet yerden yere vurulmuş öykü kitabının, pek çok sinema kitabının, kara filmlerin sayısıyla dikkat çektiği vhs kasetlerin dizili durduğu yan yana üç kitaplık, üstü ucuz dedektif romanlarına benzeyen bir çalışma masası, bir çevirmeli telefon, boş vestiyer, tavandaki pervaneler, jaluzili pencereler gibi çeşitli bölümleri görürüz. Sırasıyla

Sıtkı Nadir

Dedektif Sıtkı Nadir

Şehir Başkanı

İki Gölge

Melek

Usta

Yılan

isimleri perdeye yansır.

Kararma...

Açılma...

Dedektif eski tren yolunda, rayların biraz gerisinde Ford’unu durdurdu. Beklemeye koyuldu. Gecenin dehşet verici karanlığının karşısında iki silahına; arabasının yanan farlarına ve tekinsiz bir yalnızlığa alışkın olmasına güveniyordu.[3] Beklediği müddet boyunca zihninden çeşitli bilmeceler, tekerlemeler, dizeler, siyah-beyaz film kareleri geçti.

Bir ara gözleri kamaştı. Rayların öte tarafında farları yanıp sönen bir Impala duruyordu. Mesajı almıştı. Arabadan inip rayları geçti. Impala’ya ilerledi. Ön cama yaklaştığında belli belirsiz İki Gölge’yi gördü. İki Gölge Dedektif Sıtkı Nadir’e baktı. Sıtkı Nadir ruhunun korkunç ıstıraplarla kıvrandığını hissetti.

“Mal nerede?” Gölgeler aynı anda konuşuyorlardı.

“Melek Hanım? Hiç de beklediğim gibi çıkmadınız açıkçası.”

“Kendisi biraz rahatsızlandı. Teslimatı bize yapacaksın. Paran burada.” Gölgelerden biri beyaz bir zarf uzattı.

Dedektif zarfı görünce omuz silkti.

“Bekleyin.”

Arabasına yürüdü. Uzaklaştıkça Sıtkı Nadir’in ıstırabı azalıyordu. Şoför koltuğuna oturdu. Bir an, sadece bir an yan koltuktaki emanete bakıp tereddüt etti. Bu hikâye beni ilgilendirmez. Fakat geç kalmıştı. Tereddüdün titreşimi gölgelere ulaşmıştı.

İki Gölge arabadan indi. Dedektif parlayan Magnumlarını doğrultan gölgeleri gördü. Aceleyle kontağı çevirdi. Arabanın motoru hararetle öttü. Yaklaşıyorlardı.

“Bu iş çok uzadı. Dışarı çık,” dedi İki Gölge.

Gölgeler araba farlarında bazen iyice silinir gibi oluyor, Sıtkı Nadir onları göremedikçe paniğe kapılıyor, Dedektif Sıtkı Nadir vakit bulsa küçümseyeceği bu paniğe rağmen meseleden sıyrılmak için elinden geleni yapıyordu. İki Gölge iyice yaklaştığında iki şey oldu: Gölgelerden biri Magnumunun emniyetini açıp tetiğe bastı ve o saniyede hedefle aralarından bir hızlı tren[4] geçti. Vagonlar sonlandığında İki Gölge kimseden bir iz bulamadı.


(Hikâye Arası)

Dedektif Sıtkı Nadir’in Ara Sıra Dikiz

Dedektif Sıtkı Nadir’in Meçhule

Aynasından Bakıp Meçhule Sürüklendiği Araba

Sürüklendiği Araba Yolculuğu

Yolculuğundaki İç Sesinden Seçme Parçalar Boyunca Geçtiği Mekânlardan

Bir Seçki

Buraya nasıl geldim adamım? Bir mucize mi? Evet evet lanet bir mucize! Ya da... Bu şehir esrarlı anlıyor musun? Bir anda yutuverir seni. En olmadı akıtır zehrini. Kaskatı kesilir kalırsın oracıkta. Gitmek fikri takılır kalır aklına. Nereye gideceksin? Nereye? Ha? Gökyüzü Sineması[5] Hay onun bunun çocukları! Neler oldu öyle? O trene müteşekkirim ama. Yoksa postu deldiriyorduk. Peki o telefon? Neydi ismi? Sıyırmak üzereyim. Belki de sıyırdım! Hâlbuki basit olması gerekiyordu adamım. Düş Plaza[6] Mermiyi namluya sürmek kadar basit. Bu şehir toptan delirmiş. Çoğunu tuvalete döküp sifonu çekmeli. Hah reklam panolarına, ışıklı caddelere, parıltılı insanlara bakın. Şu cilayı kazısam kim bilir... Melek olacak o kadın ne cehennemde? İstediklerini onlara verme! Şair Pasajı[7] Puşt, puşt, puşt... Usta yok, Yılan yok! Hepsi hepsi uydurma.[8]

KESME

DIŞ. ARABA- GECE

Ford büyük bir gürültüyle duvara çarptı.

Ford büyük bir gürültüyle duvara çarptı.

Ford büyük bir gürültüyle duvara çarptı.

Ford büyük bir gürültüyle duvara çarptı.[9]

Dedektif iç sesiyle boğuşurken yol üzerinde, kendine çevrilmiş, bedensiz bir çift sarı gözü fark etti. Bir anda her şey silindi. Ford büyük bir gürültüyle duvara çarptı. Emaneti de alıp hurdaya dönmüş arabadan güçlükle çıkabildi. Yüzü bir parça dağılmış, sol omzu ezilmiş, sağ bacağı açılmıştı. Ama yine de, evet yine de bu şehirdeki pek çok insana göre durumu iyi sayılabilirdi.

Kahretsin, kahretsin, kahretsin... Sokağın başına gitti. Birisi ellerinin üzerinde, sokak lambasının tepesinde duruyordu. Onu izliyor gibiydi. Sıtkı Nadir derin bir dehşetin kurduğu kapana yakalanmak üzere olduğunun ayırdına vardı. Dedektif bu sefer ona hak verdi, adımlarını hızlandırmaya çalıştı. Köşeyi döndü. Alev üfleyen bir kadının yanından geçti. Neredeyse yüzü yanıyordu. Daha fazla hızlanmak istedi. Başaramadı. Kemikleri batıyor, acısı katlanıyordu.

Nasıl hareket etmeliydi? En azından Dedektif Sıtkı Nadir nasıl hareket etmeliydi? O bir Revolver almayı geciktirdiği, Sıtkı Nadir ise henüz şiirle ya da bir iki sıkı öykü cümlesiyle kimseyi öldüremediği için kendine lanet okudu. [10]

Hâlâ takip ediliyor muydu kestiremiyordu. Birkaç evsizin yanından geçerken, arkasını dönüp baksa karanlıktan fırlayacak bir çift elin kendisini yakalayacağını hissediyordu ki bir Palyaço önünü kesti.

“Ah ah, ne komik ne komik... Bir şaka biliyordum ama neydi? Hah, Metin C. Çalışkan siz misiniz?”

“Tam olarak değil,” dedi Dedektif istemsizce verdiği cevaba şaşırarak.

“Ah ah, çok komik çok komik... Timsah, hasta ve doktor fıkrasını bilir misiniz? Neyse boş verin. Cevabınız çok komik. Demek aradığım sizsiniz.”

Palyaço’nun bakışları ipek örtüye kaydı. Dedektif bir iki adım geriledi.

“Ah ah, pek komik pek komik. Hareketiniz pek komik. Usta sizi davet ediyor.”

Dedektif tükenen gücü yüzünden çaresiz kaldığını biliyordu. Yapabileceği tek şeyi yapıp emaneti Palyaço’ya indirecekken bir limuzin yanlarına yanaştı. Genç, güzel, âşık olmakla felaketlerden felaketlere sürükleneceğiniz ışık saçan bir kadın kapıyı açıp konuştu.

“Buyurun, ben de sizi arıyordum.”

“Hayır, bu hiç komik olmaz,” dedi Palyaço. Dedektif onu duymazdan gelerek bir yerlerden çıkaracağını düşündüğü kadının arabasına bindi.

Yol boyunca sisli düşüncelerin, soruların ağırlığına ve olan bitenin netliği ile ilgili çıkardıkları güçlüğe rağmen kimse konuşmadı. Limuzin Babil Bar’ın[11] kapısında durdu. Dedektif ile genç kadın indiler. Burayı şehirdeki hemen herkes biliyordu, yine de pek az kişi içeri girebilme şansına erişiyordu.

Kapıdaki koruma, “Hoş geldiniz Melek Hanım,” dedi.

Dedektif bir iki saniye duraksadı; o bir iki saniye boyunca neler yapması gerektiğine dair bazı önerilerin altını çizebiliriz fakat hiçbiri onun gerçekten neler yapmak istediğiyle ilgili fazla ipucu vermeyeceğinden bunu bir kenara bırakalım ve doğrudan arzulara odaklanıp Sıtkı Nadir’in bu hikâyenin bitmesini arzu ettiğini, daha fazla dayanamayacağına inandığını, Dedektif Sıtkı Nadir’in ise kalbindeki ve zihnindeki Melek resimlerinden hiçbirinin diğerine uymaması nedeniyle zaten ömrü boyunca rahatsız olduğunu, son Melek hadisesinin de işleri iyice karıştırdığını ve en azından Melek’in kim olduğunu öğrenmeyi arzu ettiğini belirtip devam edelim.

Barın arka bölümüne, özel localardan birine oturdular. Dedektif, Melek’in yüzü, eşsiz olduğu kadar ürkütücü, çözüme ulaşmaktan ziyade çözmeye çalışmanın keyifli olduğu bir bulmacanın en değerli sorusuymuş gibi bakıyordu. Kadın bu bakıştan bihaberdi ya da bihabermiş gibi davranmayı tercih ediyordu. Zarifçe çantasını açtı. Gümüş bir tabaka çıkarıp bir sigara aldı. Dudaklarının arasına usulca yerleştirdi. Dedektif büyülenerek iç cebinden çakmağını çıkardı, sigarayı yakmak istedi. Melek buna izin vermedi, çakmağı alıp sigarasını kendi yaktı.

“Kafanız karışık olmalı.”

“Seni tanıyor muyum?”

“Bir yerlerde görmüş olabilirsiniz.”

“Asıl Melek sen misin?” diye aniden sordu Dedektif Sıtkı Nadir.

“Kim bilir...” diyerek gülümsedi Melek.

“Ne haltlar dönüyor?”

“Şehir kaosun eşiğinde. Onu almam gerek,” derken emaneti işaret etti Melek.

Dedektif gözünü ipek örtüden alamıyordu.

“Başıma gelenleri biliyorsun gibi. İşler biraz karışık yani güzelim...”

“Hakkınız var ama bana güvenmek zorundasınız.”

“Hiç sanmıyorum.”

“Efendi Yılan hikâyesini duymuşsunuzdur. Hepimizin bildiği, bazılarımızın inandığı, kimilerimizin tanık olduğu...”

“Tam olarak değil hem zaten bu bir efsane...”

“Ah demek inanç sorunu... Olsun. Şunu bilin yeter, bu şehir destansı tarihi boyunca çok zor dönemlerden de geçti. O günlerde şehri abluka altına alan, şehirlileri köleleştiren, onları zehirleyen, kudretini hepsine kabul ettiren tek güç Efendi Yılan’dı. Onun ölümsüz hizmetkârı Usta ise efendisini yeniden diriltmek istiyor. Bu yüzden size başvurmuş olmalı. Neden sizi seçtiğiyse muamma. Benim ismimle size başvurmasını da anlayamadım. Belki bu isim sizin için özeldir?”

“Kavram... Özel olan o.”

“Anlayamadım. Neyse boş verin. Yılan geri dönerse şehir yeni bir yangın çağına, kölelik dönemine girer,” diyen Melek, Dedektif engel olamadan emanetin örtüsünü kaldırdı. Parça parça aynalardan yapılmış bir yılan heykelciği ortaya çıkmıştı. Dedektif Sıtkı Nadir ilk andan itibaren heykelciğin etkisi altında ezildi, ruhunu derin bir karanlık kapladı. Karanlık Sıtkı Nadir’e de sirayet etti. Artık birdiler... Heykelciğin gözlerine bakıp neredeyse kendinden geçtiğindeyse çatal dilde fısıldanan bir çağrıyı işitir oldu. Artık Melek’i duyamıyordu. Kalbi patlayacak gibiydi.

“İyi misiniz? Hikâye size fazla geldi galiba?”

“Al onu. Çabuk al onu,” diye fısıldadı iki Sıtkı Nadir’den biri. Yavaş yavaş kendilerine geliyorlardı.

Melek heykelciği yeniden örttü. Birlik bozuldu...

“Rahatlayın artık. Birazdan sizi bir partiye götüreceğim. Şehir Başkanı da size teşekkür etmek isteyecektir.”

“İyi değilim, hiç iyi değilim güzelim. Benden bu kadar.”

“Hemen karar vermeyin. Herkes partileri sever.”

“Ben sevmem.”

“Ücretinizin kalan kısmını, hatta fazlasını alacaksınız.”

Dedektif kararsız kaldı, “Toparlanmam gerek. Tuvalete gitmeliyim,”[12] dedi.

“Elbette... Girişte, sağda.”

Dedektif tuvaleti buldu. Musluğu açtı. Yüzünü yıkadı. Uzun uzun karşısındaki boş duvara baktı. Perişan haldeydi. Parti filan kaldıramazdı. Ofise gitmek de içinden gelmiyordu. Melek, heykelcik, Usta, Yılan, şehir hepsi iç içe geçmiş üzerine geliyordu. İnandırmak konusunda zorlanacağını bilse de birilerine anlatmayı, böylece hikâyeden kurtulmayı ne kadar isterdi... Ama kime, kime, kime?..

Nefes nefese duvara bakmayı sürdürdü. Duvarın değiştiğini, bir aynanın belirmeye başladığını görünce kusacak gibi olduysa da kendini tuttu. Çok geçmeden ayna tamamen karşısındaydı. Ama bir tuhaflık vardı. Dokunduğunda yüzeyin suyla kaplı olduğunu ve elinin aynadan geçtiğini gördü. Kendini kurtarmaya çalıştıysa da başaramadı. Bir şey ya da biri onu içeri çekiyordu. Az sonra ortadan kayboldu.

Renklerden geçti.

Işıklardan geçti.

Vakitlerden geçti.

Mekânlardan geçti.

Ne kadar olduğu muamma bir süre geçmişti ki, etrafta aynalar dışında hiçbir şeyin olmadığı dar bir koridora yuvarlandı. Geçtiği aynadan geldiği tarafı görebiliyordu ama bunun bir önemi yoktu. Ayna normale dönüp parçalandı. Dedektif iyice sarsılmıştı.

“Hoş geldin,” diye bir ses yankılandı.

Tanıdık tınılar taşıdığı kadar oldukça yabancı olan ses iki Sıtkı Nadir’de de oyunu bırakma isteği doğurdu fakat ilki; dedektifi canlandıran çok geç olduğunun farkındaydı, ikincisi; dedektif olansa kötü bir şeylerin sorumlusu olduğunu hissediyor, yapabileceği bir şey olup olmadığının merakıyla işi sonuna kadar götürmesi gerektiğine inanıyordu; bu yüzden iki Sıtkı Nadir de oyunu sürdürmek zorunda kaldı.

“Ne yazık ki başarısız oldun. Çağrımı alır almaz bana koşmalıydın ama mühim değil. Bu daima aynı şekilde gerçekleşir.”

“Sen de kimsin? Beni buradan çıkar dostum. Canını fena yakarım.”

“Öğrenmen gerekenleri öğrenecek, anlaman gerekenleri anlayacaksın, aynalar sana anlatacaklar; böylelikle ustalaşacaksın.”

Dedektif konuşmanın boşa olduğunu anlayınca bir çıkış aradı. Fakat bir yol bulamadı. Mecbur kaldığına ikna olarak en yakınındaki aynadan geçti ve sonu meçhul aynalar yolculuğuna başladı.

I. Ayna

İlk aynadan geçtiğinde kendini karanlık bir odada buldu. Karşısındaki masada yorgun bir adam oturuyor, daktilosunda bir şeyler yazıyordu. Adam duraksadı.

“Burada olmaman gerek,” dedi.

Cevap vermedi. Adamın bakışlarından kendisini gerçekten görüp göremediğini anlayamıyordu.

“Ben elimden geleni yaptım, sen de elinden geleni yaptın, yine de gerisi tamamen sana kalmış. Sözcükleri çoktan aştın. Artık kaderin elinde.”

III. Ayna

Üçüncü aynadan geçtiğinde deniz kenarında konuşan iki kişiye şahit oldu. Bu kişilerden yaşlı olanı genç olana gururla bakıyordu.

“Sanatını ilerlettin. Manayı es geçmemen, suretinden hangi parçayı eserlerine gizleyerek sanatını icra edeceğine karar vermen lüzum eder. Aynaları anladığında her yere, herkese, her zamana ulaşabileceksin.”

Genç olanı saygıyla başını eğdi. Yaşlı olanı oradan uzaklaşırken genç olan sarıya dönen gözleriyle onun ardından baktı.

V. Ayna

Beşinci aynadan geçtiğinde içi aynalarla donatılmış bir odadaydı. Aynaların hepsinden çığlıklar yükseliyordu ve Efendi Yılan bir aynadan diğerine hareket ediyordu.

VII. Ayna

Yedinci aynadan geçtiğinde kapısız, penceresiz bir çatı katındaydı. Bir adam tekli koltuğunda oturmuş, telefonla konuşuyordu.

“M. C. Çalışkan olmadığınızı söylediniz. Size inanıyorum Ayrıca hikâye için esas olan sizin kim olduğunuza inandığınız. Hâlâ okuduklarınızdan, izlediklerinizden yaşamlar kuruyor musunuz?”

XXXX. Ayna

Kırkıncı aynadan geçtiğinde bir kubbenin altında toplanmış insanlar buldu. Karşılarındaki camlara bakarak oturuyorlar, fısıldıyorlardı. Onlar fısıldadıkça camlar değişiyor, sırlarına kavuşup aynalara dönüşüyorlardı.

XXXXXII. Ayna

Elli ikinci aynadan geçtiğinde karşısında başka bir ayna buldu. Baktı. Uzun uzun baktı. Yansımadaki sureti devamlı değişiyordu.

...

Sıtkı Nadir aynalar yolculuğu boyunca suretlerini ve Efendi Yılan’a karşı duran hikâyelerini aynaların sırrı haline getiren, direnenlere bu şekilde ulaşan bir topluluğun tarihini, gerçekleri, olması ve yapması gerekenleri öğrendi. Tıpkı daha evvel binlerce Usta’nın yaptığı gibi.

*

Ben de Efendi Yılan’a yakalanma pahasına, geç de olsa aynalardan okuyup birleştirmeye ve yazmaya gayret ettim bu hikâyeyi. O yeniden hapsedilene dek umut etmeyi sürdürelim diye.[13]


Metin C. Çalışkan


[1] Bu cümlenin çalıntı olduğunu kanıtlamak amacıyla gerekli çalışmalara başlamak için çalışmalara başladım. [2] Doğru çeviri için Yeraltı Çevirmenler Kulübü’nden kimseye ulaşamadım. Ama hâlâ ümitliyim. [3] Eh bu cümleyi Sıtkı Nadir’in kimi edebi olmasa da edebi görünen zaaflarına bağlayabiliriz. [4] Dünyanın hiçbir yerinde henüz bu tip bir tren kullanılmıyordu. [5] Eskilerin popüler sineması. Pek çok insanın ilk filmini izlediği, gizli bir girişi bulunan sinema binası yıllardır el değiştiriyor ve yıllardır harabe halinde. [6] Şehrin bağrına saplanan hançer. Yöneticiler tarafından şehrin en önemli eseri olacağı iddiasıyla yapılan ve etrafındaki karanlık yüzünden oturanlar dışında kimsenin yanaşmadığı yapı. [7] Ücreti mukabilinde şiir yazdırabileceğiniz şairlerin yazıhanelerinin bulunduğu, duvarlarındaki dizelerin sık sık değiştiği, genellikle âşıkların, delilerin, vakitsizlerin ve cesurların eski buluşma yeri. Şimdi gittiğinizdeyse rüzgârın taşıdığı birkaç dizeyi işitmeniz, derin bir boşluğa maruz kalmanız mümkün. [8] İşin güzelliği de dehşeti de burada yatmıyor mu? [9] Bazı teknik aksaklıklar nedeniyle hikâyede kimi atlamalar ve takılmalar olmuştur. Hemen bir çaresine bakıyorum. [10] Bu kısım için ben de lanet okudum. [11] Bar sahibini hikâyeye doğrudan hizmet edecek bir isim konusunda uyarmama rağmen oralı olmadı. [12] Hikâyeyi öğrenirken görmekte, okumakta, anlamakta güçlükler yaşadığımdan kolaya kaçtığım buna benzer bölümler için kusura bakmayın. [13] Tekrar yazımlarda bu cümlenin değişebileceği kanaatindeyim. Öncüllerimde olduğu, ardıllarımda olacağı üzere... Artık gitmem gerek, onun nefesinin, gözlerinin yaklaştığını hissedebiliyorum.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page