Öykü- Murat Boğurcu- Pencere
- İshakEdebiyat

- 3 Kas
- 3 dakikada okunur
Sabahın ilk ışıkları kepenklere vuruyor, raflardaki kitaplar gölgelere fısıldıyordu. Ama kimse gelmiyordu; sanki tüm ada sessizce beni izliyordu. Sabah dokuzda dükkânın kepenklerini kaldırdığımdan beri yalnızca dört kişi uğramıştı. Bu sessizlik, kitapların ağırlığını hatırlatıyordu bana. İnsan ruhunu çoğu kez hafif şeylerle doyurur. Oysa kitap öyle değildir. Okumak insana ağır gelir; bir sayfayı çevirmek bile bazen yük olur. Cümlenin içine yerleşen her harf, bir inşaatın temeline kürekle atılan kum kadar zahmetlidir. Bu yüzden kimseyi suçlayamam. Zaten bu sahaf dükkânını açarken kolay olmayacağını biliyordum. Yedi bin nüfuslu bir adada kaç kişi kitabın yükünü sırtlayabilir ki?
Sahaf açma fikri, emeklilikten önce zihnimde büyüttüğüm bir hayaldi. Öyle ansızın verilmiş bir karar değildi. Melahat başta karşı çıkmıştı ama zamanla okumayı ona sevdirdikten sonra artık bana dönüp şöyle der oldu.
“İyi ki açtın bu dükkânı. Ne güzel ettin. Kimse okumasa bile biz okuyoruz ya, bu bile yeter. İnsan sayfaları çevirirken çıkan sese nasıl hayran kalmaz, bu kokuya nasıl âşık olmaz? Bir gün herkes senin yaptığın işin kutsallığını anlayacak.”
Keşke onun bu sözleri bana yetseydi. Gelir kaygısı taşımadım. Para için yapılmaz bu iş. Ama insan emeğinin karşılığını görmek ister. Dükkan bizim, kira ödemiyoruz; yoksa dayanamazdık. Elimde ne varsa bir bağış yapar gibi harcadım. Yeter ki insanlar okusun. Kötülüğün karanlığına karşı küçük bir ışık tutabilmek için.
Her sabah kahve makinesini çalıştırır, ardından rafların büyülü dünyasına dalarım. Renk renk kitapların uyumu, içimdeki karamsarlığı dağıtan bir gökkuşağı gibidir. Kitapların tozunu alır, rafları düzenlerim. Vitrini dikkatle seçerim. Yetmiş metrekarelik dükkâna beş bin kitap sığdırmayı başardım. Dostlar, tanıdıklar koli koli kitap gönderdi. Arabamın bagajını tıka basa doldurup dükkâna geldiğim günleri unutmam. Heyecanla raflara dizdim her birini. Melahat’ı ikna edip elimizde ne varsa kitaplara yatırdık. “Yeter ki okusunlar,” dedim.
Ama bazen pes etme duygusu koyuyor içime. Kimse uğramadığında, rafların arasında dolaşırken içimden, acaba bu ışığı taşımaya değiyor mu, diye geçiriyorum. Yine de söz verdim kendime: Vazgeçmeyeceğim.
Melahat da bazen yanımda rafları düzenlerken eski bir anısını anlatır. Çocukluğunda sakladığı bir kitap, kaybolan bir masal… O küçük sahne bile dükkâna sıcaklık katıyor
Bir keresinde lüks bir araç yanaştı. Şık giyimli bir beyefendi içeri girdi. Gözlüğünü çıkarıp masama oturdu. Sesi ve aksanı, kitapla uğraşan birine işaret ediyordu. İlk bakışta sıradan biri olmadığını hissettim. Ayaküstü başlayan konuşmamız, kahve eşliğinde derin bir sohbete dönüştü:
“Dükkânın adı neden Pencere?”
“Çünkü her kitap insana yeni bir pencere açar.”
“Katılıyorum. Ama artık insanlar böyle bir işe zaman ayırmıyor. Siz neden seçtiniz bu yolu?”
“Bunu iş olarak görmedim hiç. Ben aracıyım. Kitapların sesini duymayanlara ulaştırıyorum. İnsan sevdiği bir uğraş bulmalı. Benimki de bu.”
“Tek başınıza zor olmuyor mu? Bu yaşta?”
“Asıl bu yaşta verilir bu çaba. Kitapların değerini anlamak için biraz ömür harcamanız gerekir. Hem yalnız değilim; eşim en büyük destekçim. Dükkanıma giren biri bile eli dolu çıkarsa, görevimi yapmışım demektir. Kitapların bekçisiyim. Kalıcı evlerine ulaşana dek buradayım.” Cevaplarımı duydukça yüzüne yayılan tebessüm derinleşiyordu. Sonunda, “Raflara göz atabilir miyim,” diye sordu.
“Mecbur değilsiniz,” dedim, “kitap okunacaksa sahibini bulur. Kendinizi almak zorunda hissetmeyin; bu beni üzer.”
“O nasıl söz? Ben sadece buradan bakmak istedim. Bu pencereden manzarayı görmek, tadını çıkarmak benim için şeref. Aldığım kitaplar doğru ellere ulaşacak, merak etmeyin.”
Kelimelerini özenle seçiyordu, sakin ve akıcı bir üslupla. Rafların arasında dolaştı; her elini uzattığında bir kitap aldı, masama bırakıyordu. Masam kısa sürede kitaplarla doldu.
Merakımı bastıramadım.
“Ne işle uğraşıyorsunuz? Kitap sevginiz mesleğinize de yansımış olmalı.”
Kısa bir sessizlikten sonra,
“Aslında söylemek istemiyorum,” dedi, “gizli bir iş değil ama şimdilik öyle kalsın. İleride anlarsınız.”
“Peki, en azından adınızı öğrenebilir miyim?”
“Orhan. Manisalıyım. İzmir’den geliyorum. Tatil için uzaklara gitmem. Önce yakını keşfetmeli insan. O zaman hiçbir yer yabancı gelmez.”
Bu sözleriyle sıradan biri olmadığını daha da hissettim. Kitaplarını kucaklayıp arabasına yerleştirdi. Israrla ödeme yaptı. Ayrılırken gülümsedi.
“Pencere hep açık kalsın. Hiç kapanmasın. İçindeki ışık insanlara hep yol göstersin.”
Gidişiyle dükkân yeniden sessizliğe büründü. Ama içimde başka bir şey vardı: merak, umut, ve bir tatmin duygusu.
Cumartesi akşamı televizyonu açtığımda şaşkınlıktan donup kaldım. Kitap programında konuk edilen yazar, pazartesi günü dükkânımı dolduran o Orhan’dı. Orhan Ç. Konuşurken aynı dinginlik, aynı eda. Bir anda “Pencere”den söz etmeye başladı. O an içimde öyle bir sevinç patladı ki, hiçbir duygu bu huzurun yerini tutamazdı.
Çok geçmeden ada değişti. Raflardaki kitaplar hızla tükendi, yerine yetişmek zorlaştı. Adanın dışından gelenler bile dükkânı ziyaret etmeye başladı. Yazarlar uğrayıp koli koli kitap bıraktılar. Ben de onlara eski baskılardan armağan ettim. Melahat kahve ikram etti, raf düzenlerken küçük çocukluk anılarını paylaştı. İki üniversiteli genç yardım etmeye başladı. Dükkân artık dolup taşıyordu.
Orhan Ç.’nin bir daha ne zaman geleceğini bilmiyorum. Ama ona çok şey borçluyum. Bu pencereden yayılan ışığı büyütmek için bana en büyük desteği verdi. Bir dahaki gelişinde, ona yıllardır sakladığım elli yıl önce basılmış bir şiir kitabını hediye edeceğim. Çünkü bazı hediyeler yalnızca kitapla verilir. Pencere bir daha hiç kapanmayacak. Çünkü asıl açılan, raflardaki kitaplar değil; insanların içindeki pencerelerdi.
Murat Boğurcu




Yorumlar