Öykü- Murat Boğurcu- Tespih Tanesi
- İshakEdebiyat
- 3 gün önce
- 6 dakikada okunur
Belki de bu tespih tanesi zamanla bana ismimi hatırlatıp duracak. Gittiğinde bana ismimle hitap etmesi, ismimi unutmama sebep olmuştu. Elimdeki tespihi okşayıp duruyorum. Bana hediye ettiği günden beri üzerinde ellerinin izi var. Ara sıra cebime koyuyorum ve sonra çıkarıp okşayıp izleyip ilk günkü gibi gülümsüyorum. Sonra denize dalıyorum, Kendime geldiğimde kitaba dönüyorum. Kafamı kaldırıp etrafı izlemeye koyulduğumda her gün aynı şeyleri yaptığımı fark ediyorum. Bugün yine denizi terk eden bir balıkçı gördüm. Belli ki balık yoktu, elinde küçük bir kova ile küçük teknesinden indi. Portakal mevsimi daha yeni bitiyor, yaprakları koku vermiyor artık. Bir süre sonra kafamı işgal eden Dostoyevski’ye daldım, daha yeni bitirdim kitabı. Zihnimde demlenmeye bıraktım. Banktan tam kalkarken Kabataş Sahili’ni daha güzel hale getiren meltemin kokusu gitmeme izin vermiyordu. Kendimi yeniden banka bırakıverdim. Gözlerimi sonsuz maviliğe karşı yumdum. Ne düşündüğümü düşünmek istemiyordum. Ruhum, derin bir huzurun bataklığında çırpınıyor. Bataklık, çünkü rahatsız eden huzurun tadını tam çıkaramıyorum. En ince yerimden zincire bağlanmış gibi, sürekli en diplere doğru çekiliyorum.
İki aydır, yağan yağmura aldırmadan hep aynı banka gelip oturuyorum. Kitabımı okur, çayımı yudumlar ve Güzel Sanatlar Fakültesinden mezun olduğum günleri hatırlayıp duruyorum. Oturduğum bankın hemen yanında seyyar satıcıdan her gün içtiğim üç çay, fakültenin oturduğum açıda göremediğim binanın giriş kapısı ve arkamda üç şeritli yolda beni rahatsız etmeyen sıkışık trafik gürültüsü. Huzur veren bazı şeylerin tanımını yapmak hep zor gelmiştir bana. Aynı kitabı tekrar okuma hissine kapılıp sonra beni kendisine çeken başka kitabı okumak için üzülerek okuduğum son kitabın kapağını hızlıca çarpmak…
Neyin mücadelesini veriyorum, Ferda’yı kendimi oyalayarak unutabilirim sandım. Yaptığım her hareket, düşündüğüm her yeni fikir, hissettiğim her duygu…Sanki bunların her biri, Ferda’nın bana bıraktığı miras gibi. Onu unutmak için yarattığım her davranış, beni ona doğru sürüklüyor. Kaçmaya çalışırken ona daha da yaklaşıyorum. Hipnoz olmuş gibiyim. İçimde beni yaşatan varlık uyanık ama dışımı açığa vuran görüntüm karanlıkta uyumaya devam ediyor. Kurtulamam, kendimi kurtaramam. Bazı şeylere geç kalmanın derin üzüntüsüyle her gün rutin bir şekilde yaşamak, yeşerecek umutların kökünü kurutuyor.
Geri dönerse her şey eskisi gibi olacak mı? Kaldığımız yerden devam edebilecek miyiz? Birbirimize her dokunduğumuzda aynı tadı hissedecek miyiz tutkularımızın? Cevabı olmayan bir yığın soruların altında ezilmeye başladım. İnsan kendisini ne kadar güçlü görürse, meğer o kadar zayıflıyormuş. Benliğine vurulan darbe, seni etrafa dağıtmaya yetebiliyor, etrafa dağılan tespih taneleri gibi. Varlığımı sarsan darbelerin etkisini yok etmek için sığındığım kitaplar, çoğu cümlede Ferda'yı bana hatırlattığı için daha da ufalanıyorum. Eskisi gibi olmayacak demek istemiyorum, kopan tespihi eski haline getirmek için onca zaman harcadığım çaba yetmedi. Bir tanenin eksik olması, eksik bırakıyor tespihi. Neden saymak aklıma gelmedi ya da aynısını gidip almak. Kaybolan taneyi bulamıyorsam, tıpatıp aynısını aldığımda ne değişecek ki? Çok şey evet, çok şey değişti. Değiştiğim gibi…
Doğum günümde koşarak bana geldi, kollarıyla beni sardı ve boynumdan öptü. Boynumdan öpmesi, içimdeki sıkıntıyı şırıngayla çeker gibi alıyor. Hafifliyorum, gökyüzünü turlar gibi rahatlıyorum. Çantasından küçük bir paket çıkardı ve bana uzattı, ilk günkü gibi gülümsedim. Paketi heyecanla açtım. İçinden kehribar rengini ışıltısıyla gözlere sunan bir tespih çıktı. Şaşırdım ve şaşkınlığımı o an gizleyemedim. Gülümsedi ve ince parmaklarıyla çenemin altından başımı yavaşça göz hizasına getirip, “Tespih sevmediğini biliyorum ama bunu bu dünyada hediye olarak vereceksem bu sen olmalıydın. Babama almıştım, doğum gününden üç gün önce ölünce veremedim ve iki yıldır saklıyorum. Arada sırada çıkarıp dokunuyor, kokluyor ve saklıyorum. Ama bugün sana vermem gerekiyor. Bu hayatta en sevdiğim varlığım babam artık yoksa, bundan sonra bu hayatta en çok seveceğim insana vermem gerekiyor. Lütfen ona iyi bak, kaybetme. Zarar görmesin. Babama veremedim ama sanki babamdan kalmış gibi.” Bu düşüncelerini çok değerli bulmuştum. Sanki kutsanmıştım. Sevmediğim ve kimin elinde görürsem dalga geçtiğim tespih hayatıma girmiş ve ona yakınlık göstermeye başlamıştım.
Hep cebimde taşıyordum, ara sıra çıkarıp kokluyor ve tekrar cebime koyuyordum. Mahir ve Salih hafta sonu bana gelmişler ve sohbet ediyorduk. Hararetli bir tartışma sırasında, elim istemsizce cebime gitti ve tespihi çıkardım. Avucumda tutuyordum. Tartışma anında sıkıştığımda tespihten yardım diler gibi avucumda gezdiriyordum. Mahir, elimdeki tespihi görünce, “Ver şunu, ne kadar da güzelmiş!” diyerek elimden çekiştirmeye başladı. Neye uğradığımı şaşırdım. Vermek istemedim. Açıklamaya çalışırken, elimizde çekiştirdiğimiz tespih koptu ve tanelerin her biri her yere dağıldı. O an yaşadığım şokun içine karışan üzüntü ve korkuyu bir arada yaşadım. Mahir’e gereğinden fazla tepki göstermiş ve kalbini kırmıştım. Mahir, ağır bir üzüntü ve pişmanlığını taşıyarak hiçbir şey demeden kalkıp gitmişti. Salih, gereğinden fazla tepki gösterdiğimi anlatmaya çalışsa da Mahir’e böyle davranmamı kabullenmeyerek kısa bir süre sonra o da çıkıp gitmişti. Taneleri toplamaya başladım ve kopan ipi onardım. Tespih ile ilgili bilgim ve geçmişim olmadığından toparlayıp eski haline getirdiğimi düşündüm. Rahatlamıştım, aklım başıma geldiğinde Mahir ve Salih’i arayıp durumu açıklama çabasına giriştiysem de o an olmadı. Onları okulun uzun koridorunda yakalayıp durumu açıkladıktan sonra barışmayı sağlayacak fırsatım oldu. Ama bir şey unutmuştum. Bir tespih tanesi, farkında değildim. Bu bir tane eksik olan tespihi hep eksik bırakacak. Birileri bir sayı vermiş ve böyle kalmış. Benim için hiç önemli olmayan bu sayıdan ayrılan tespih tanesi, köklü bir ağacı gövdesinden ayırır gibi Ferda'nın ilişkimizi baltalamasına yetecekti. Bir tespih tanesi bir baltaya dönüşebiliyordu hayatta.
Aradan bir hafta geçti, Ferda eve geldi. O gün az dersi vardı ve bana erken uğrayacaktı. Yüzü mutlulukla ışıldayan Ferda çekyata oturdu, bana sarıldı ve her zamanki gibi boynumdan öptü. Ben içecek bir şeyler getirmek için kalktığımda, gözüne bir şey çarpmış. Bana hediye ettiği tespih tanesi…Yüzündeki mutluluk, yerini ağır bir hayal kırıklığına bırakmıştı. Eğilmiş ve tespih tanesini cebine koymuş. İçeceği getirip yanına sokulduğumda, gözündeki ışıltının sönükleştiğini fark ettim. Biraz konuştuk. Sonrasında birden bana verdiği tespihi sordu. Cebimde taşıdığımı, sürekli yanında gezdirdiğimi gururla söyledim. Başına asla bir zarar gelmesine izin vermediğimi göğsümü gere gere söyledim. O an cebinden taneyi çıkarıp avucuma bıraktı. Sustu, gözleri dolmuş bir vaziyette, “Sonra görüşürüz…” diyerek kapıyı çarpıp gitti. Utanmıştım ve doğruyu söylemediğim için altında ezildiğim bir pişmanlık duruşuyla o an yalnız kalmıştım. Neden doğruyu söylemediğimi düşünürken Ferda'nın da bir şeyleri çok abarttığını kendimi haklı çıkarmak için düşünüp durdum. İçimden Mahir’e sessizce öfkelenip küfür ediyordum ama o duymuyordu.
Belli bir süre soğukluk girdi aramıza. Eski neşesi gitmiş, sesi buz gibi çıkıyordu gırtlağından. Bu kırılma noktası, hiç tanıdık gelmeyen tartışmaları uzatıp kalbimizi acıtıyordu. Bazı günler düzelecek gibi olurken yine başa sarıp hararetli kavgalardan sakınamıyorduk. Yavaşça ölen ilişkimizin yaralarını kapatamadım. Acılarım çoğalıyor ve ben eksiliyorum. Artık Yazdığım kitapları okumaktan bile çekiniyorum, ona yazdığım her cümle, beni tuzağa düşürmek için hazırlanmış kapan gibi.
İyi şeyler yaşamak için geç kaldım. Kendime dönemem artık. Bana sarf ettiği son cümle, zehirli hançeri kalbime saplamak için hazırladığı öldürücü silahıydı. Ölmeme yetti, yığıldığım yerde eskimem için dozu iyi ayarlanmış toz ve toprak…Başını sahile doğru yavaşça döndürüp, “Biliyor musun Çağlar, insan aynı kalamıyor. Sen durduğun yerde kıpırdamadan dursan bile, mevsimler gökyüzünün rengini değiştiriyor. Kopan tespihi bir araya getiriyorsun ama unuttuğun bir tane bile tespihi eskisi gibi kılmıyor. Hep eksik kalıyor ve hep eksik kalıyorsun. Sen koşarak gelmeye başlıyorsun ama etrafın hep aynı durmaya başlıyor. Bir şeylerin içinden çıkamıyorsun, için senden çıkıyor. En sevdiğin kendin aynı kalmıyor. Olmuyor, duramıyorsun. Yapamıyorum, yapmak istemiyorum. İşin ilginç yanı, aynı güzellikleri yaşamak istemiyorum artık. Yoruluyorum ve bıkıyorum. Sistematik olarak yaptıklarımızı yaşamıyor, sadece olmasını sürdürüyorum. Belki de bizden bıkan hayatı rahat bırakmanın zamanı gelmiştir. Biz geri döneceksek bırakalım bize esir düşmüş yolları. Belki bir gün bizi birbirimize geri döndürür.” Bu sözleri sarf edip gözlerimin içine bakmıştı son kez. Arkasına bakmadan çekip gitmişti. Arkasından bakıp kalmıştım. Yerimden kalkmadan öylece izleyerek kıpırdamadan kalakalmıştım. İpten ayrılmış tespih tanesini cebimden çıkarıp avucumda tuttum. Bir tespih tanesinin kalın bir aşk sözlüğünü nasıl yırttığını izlemekten başka hiçbir şey yapamadım. Söylediklerini başta algılayamadım. Takıldığım tek nokta, o an bana ismimle hitap etmesiydi. Benimle konuşurken asla Çağlar dediğini duymadım. Aşk sözlüğümüzden bir kelime seçer ve cümlesine başlardı. Kafam takıldı aşk sözlüğüne. Kısa bir süre taradım ama kendi ismime rastlayamadım. Birlikte tartışmak ve eleştirmek için okuduğumuz kitapları aklımın süzgecinden geçirdim. Ama “Çağlar” kelimesine rastlayamadım. İnsan kendi ismini unutur mu? Adıma yabancı kaldığım o an, adımı unuttum. Söylediği bütün sözler, Çağlar kelimesinin içinde eriyip gitti. Kendimi ismimle kaybettim. Oturduğum yerde rüya olmasını umduğum o anın muğlaklığından uyandığımda, “Çağlar,” kelimesinden sonra kullandığı sözleri yeni duymaya başladım. Aşk sözlüğümüzü yırtıp yere atmıştı. Bana yeni bir kelime bağışlamıştı: “Çağlar” Sanki bomboş bir deftere yazılmış tek bir kelime gibi. Onsuz hiçbir şey ifade etmeyen beni, giderken bana bağışlar gibi…Yeni öğrendiğim yeni alıştığım kelimeyi tespih tanesine bağışladım. Tespih tanesinin adını o gün Çağlar koydum.
Yarın yine geleceğim, sonraki gün ve diğer günler. Kabataş sahilinde tanışmıştık. İkimiz perspektif dersinden sıkılıp kendimizi dışarıya atmıştık. Oturduğum banka gelmiş, “oturabilir miyim?” demişti. Dostoyevski’yi okurken kafamı kaldırıp baktığımda gülümseyerek, “Tabii ki de,” deyip kitabı kapatmıştım. Sonraki zamanlarımızda, “Bana hep ilk gülümsediğin gibi bak,” demişti. Ve ben hep ona hep ilk gülümsediğim gibi baktım. Ona hep beni boynumun aynı yerinden öp demiştim. O da beni her seferinde karşılaştığımızda boynumun aynı yerinden öpmüştü. Aşk sözlüğümüzü o gün yazmaya başlamıştık. Aradan geçen altı yılda sözlüğü bitirdik. Boş sayfası kalmadı oysa benim yazacak çok sayfam vardı, kalemim hep elimde onu bekledim. Ama şimdi, elimde adımı verdiğim tespih tanesiyle konuşuyorum, kendi içime konuşur gibi.
Yarın yine geleceğim, balıkçı gelir mi? Aynı bankta oturup çok sevdiği portakal mevsiminin gelmesini bekleyeceğim. Gelirse, belki yeni bir sözlük yazmaya başlarız. Ve birlikte tespih tanesini denize bağışlarız.
Murat Boğurcu