top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Murat Tenyaşa- Bağ

Ölümü beklemenin her zaman çok stresli bir iş olacağını düşünürdüm. Ancak, pek de öyle değilmiş. Aksine, insanın üzerinden büyük bir yük kalkıyormuş. Yaşam zaten başlı başına insanın sırtındaki en ağır yük. Bu yükü elli beş yıldır taşıyorum. Çok uzun bir süre gibi gelmeyebilir. Fakat benim için gayet yeterli.

Doktorlar tedaviyi bırakmamamı, iyileşmek için umudumun olduğunu defalarca söyledi. Onlara aynen şöyle söyledim: “İyileşmek isteyen kim?” Bazıları yaptığımı intihar olarak görüyor. Teknik olarak bakarsanız, uzaktan yakından alakası yok. Kanser hastasıyım ve kanserin işi ve var olma amacı zaten bu. Kendimi öldürmüyorum. Yalnızca tedaviye devam ederek kanser denen arkadaşın yoluna taş koymak istemiyorum.

Vazgeçemediğim tek şey destek toplantıları. Haftanın iki günü bu odadayım. Tek sosyal aktivitem bu desem abartmış olmam. Kederdaşlarımla dolu dolu birkaç saat geçiriyorum. Benzer problemlere sahip olan insanlar ister istemez birbirlerine yakınlık duysalar da buradakilerin çoğu benden pek hoşlanmıyor. Hiçbir şey paylaşmayıp sadece paylaşılanları dinliyor olmam hiç de adil değilmiş.

Grupta kendime en yakın bulduğum kişi Selim Bey. Yetmiş yaşında. Eski bir bürokrat. Biraz benim kafadan. Selim Bey ile gruptan önce kimin öleceğine dair iddiaya girdik. Ben, Gülin Hanım’ın yakında gidici olduğunu söyledim. O ise önce benim öleceğimi söyledi. İddiayı kaybedersem kendisine borcumu nasıl ödeyeceğim konusunda hala bir çözüm bulabilmiş değiliz.

Diğer favorim Gülin Hanım tabii. Kendisi henüz otuz iki yaşında. En gencimiz ve ölmekten en çok korkanımız. Toplantıların üzerimizdeki etkisi farklı olsa da gelme amacımız birbirine benziyor. İkimiz de temelinde kafa dağıtmaya geliyoruz. Gülin Hanım anne babasını kanserden kaybetmiş. Hatta, dede ve ninesini de. Sürekli ağlıyor. Ağlasan da zırlasan da değişen bir şey olmayacak Gülin. Onu en başta o kıytırık genleri alıp annenin rahminden çıkmadan önce düşünecektin.

Tayfun Bey, Yusuf Bey, Fatma Abla, Enes Bey, Narin Hanım… Hepsinin farklı farklı hikayeleri olsa da korkuları ve sonları büyük ihtimalle aynı. Tıpkı benim gibi. Gerçi ben işin korku kısmından sıyrılıp sadece “son” adını verdiğimiz kısma odaklandım. Daha doğrusu, odaklanmıştım.

Ta ki o kızla tanışana kadar… Ne güzel ölecektim. Kendimi her şeye hazırlamıştım ki Nergis denen kız her şeyi mahvetti.

Nergis’i önceleri genç bir hasta zannediyordum. Ancak, yüzü pek de yakında ölecek bir insanmış gibi durmuyordu. Yakında ölecek insanların yüzleri konusunda uzman sayılırım. Ne de olsa her aynaya baktığımda bir tanesini görüyorum.

Daha sonra Nergis’in gruptakilerden birinin tanıdığı olabileceği ihtimali aklıma geldi. Hepsiyle teker teker konuştum, fakat kimse bu genç kızı tanımıyordu. Toplantılar sırasında tıpkı benim gibiydi. Hiçbir şey anlatmıyor, sadece dinliyor ve arada sırada gülümseyerek bana bakıyordu. Sıcak bir gülümsemesi vardı. Güzel bir kadındı. Sorun şu ki karşısında yeni arkadaşlar edinme konusunda gayet başarısız bir adam vardı.

Bir gün toplantı çıkışı karşıma dikildi. Hiç beklemediğim bir anda hayatımı kökünden değiştiren, beynime ve ruhuma yıldırım gibi düşen o sözleri söyledi:

“Semih Bey. Ben sizin kızınızım.” (Bu arada evet, adım Semih.)

Yaklaşık iki dakika kızın yüzüne bugüne kadar suratımda oluşmuş en boş ifadeyle baktım. Ne diyebilirdim? İnsanların bu durumlar için kullanabileceği belli kalıplar var mıydı? Nihayetinde, insan her gün beklemediği bir anda çocuk sahibi olmuyor. En azından benim bildiğim kadarıyla.

Ben boş boş bakarken Nergis benden bir cevap, en azından, bir tepki bekliyordu. Harfleri ve heceleri kafamda sıraya koymayı başardıktan sonra birkaç kelam edebildim:

“Şaka yapıyorsun değil mi?”

Şaka falan yapmıyordu. Şaka falan yapmadığı yüzündeki ifadeden belliydi. Hüzün, öfke, acıma, heyecan… Neredeyse altın orana sahip o güzel yüzü birçok hissiyatın miting alanı gibi olmuştu sanki:

“Semih Bey lütfen beni dinleyin. Size her şeyi açıklayacağım. Ancak böyle ayaküstü olmaz. İsterseniz bir yerlere gidip oturalım ve size her şeyi ayrıntısıyla açıklayayım.” dedi.

“Tamam.” diyebildim sadece ve en yakın pastanede bir masaya oturduk. Yavaş yavaş ben de heyecanlanmıştım. Nergis’in bir yalancı olmasını umut ediyordum. İnsanları kandırıp aptal duruma düşürdükten sonra videolarını internete koyan zıpçıktı bir genç olmasını diliyordum içten içe. Böylesi benim için çok daha güzel olurdu. Kandırıldıktan sonra kameraya gülümserdim, takipçilere el sallardım ve ortamdan hemen uzaklaşırdım.

Ben bunları düşünürken Nergis çoktan zihnindekileri toparlamış, konuya girmeye hazırlanıyordu bile. Ses tonundan anladığım kadarıyla beni internette rezil etmeyecekti. Meral’den bahsetmeye başladı. Annesiyle ne zorluklar çektiğini, iki üvey babasını, annesinin nasıl öldüğünü anlattı.

Hayatıma giren onlarca kadın arasında değer verdiğim bir tanesi bile yok. Ancak, Meral yine de özel sayılır. Diğer kadınlardan daha fazla zaman geçirmiştim onunla. Kim bilir, belki az da olsa kıymet bile veriyordum. Çektiği sıkıntılara üzüldüm. Hayatını kaybetmiş olmasına da. Nergis annesinden bahsederken konuşması gözyaşları ve hıçkırıklarıyla kesiliyordu. Göğsümde bir sıkışma hissettim. Vicdan azabıyla pek işim olmasa da nasıl hissettirdiğini bilirim. Galiba vicdanım bir şeyler söylemeye çalışıyordu.

Karşımda oturan genç kıza karşı içimde istemeden bir yakınlık hissetmeye başladım. Yalan söyleyen insanları çok iyi bilirim ve bu kız onlardan biri değildi. Söylediklerinin tek kelimesinde bile yalan yoktu. Ancak. bana ne? Kızım mı gerçekten? Öyleyse ne olmuş? Nasılsa öleceğim, birkaç ay sonra mirasımı alabilir. Zaten tam da böyle bir zamanda ortaya çıkmasının amacı bu değil mi? Uzakta bir yerde ölmek üzere olan bir baban var. Maddi durumu da fena değil. Mis gibi gelir kapısı.

“Ölmeni istemiyorum. Lütfen tedavine geri dön. Seni zaten çok zor buldum. Kaybetmek istemiyorum.”

Tam masadan kalkıp evimin yolunu tutacakken kurdu bu cümleyi. Tam onu tekrar terk edecekken. Bilerek ve isteyerek. İlk defa yaşamamı isteyen ve bunu söylerken ağlayan biriyle karşılaşıyordum. Amacı miras olan biri bu cümleleri kurmazdı. Donmuş, ona bakıyordum. O ise devam ediyordu:

“Biliyorum, senin için de zor. Kadının teki çıkıp kızın olduğunu söylüyor. Seni bulduğumda tek hayalim yüzüne yumruğu geçirip küfretmekti ama hastalığını öğrendim. O an dünyam başıma yıkıldı. Lütfen ölme. Lütfen ölme. Sana küfretmeden, suratına yumruğumu indirmeden, bu zamana kadar beni babasız bırakmanın hesabını vermeden ölme baba.”

Nasıl oldu bilmiyorum. Kendimi Nergis’e sarılırken buldum. Benim de gözlerimden yaşlar akıyordu. Bedenim ele geçirilmiş gibiydi. Alnından ve saçlarından öptüm onu. Evet yahu… Kızımdı o benim.

Baba… Alt tarafı tekrarlanan iki aynı hece ve dört harften oluşan basit bir kelimenin insanın ruhunu böylesine etkilemesi normal mi? Baba… Benim babam da kendisine her “Baba” dediğimde böyle mi hissediyordu? Baba… Hayatında ilk kez yediğin bir yemeğin lezzetine dilinin, ilk kez gördüğün muhteşem bir sanat eserine gözlerinin aşık olması gibi. Demek ki, kulaklar da sözcüklere aşık olabiliyor. Benim kulaklarım da şu an bu kelimeyi yirmi beş yıldır duyamamış olmanın keder ve pişmanlığını yaşıyor.

Nergis’in yanından ayrıldıktan sonra evime gittim. Normalde evde ses olsun diye kapıdan girer girmez televizyonu açardım. Bu sefer açmadım. Kanepeye uzandım ve uzun uzun tavana baktım. Evet, ben bir babaydım. Bunu bugün öğrendim, ancak tam yirmi beş yıldır babaydım. Bir kız babasıydım. Asıl sorun şu; bunu neden hemen kabullendim? Nergis’in anlattıkları mantıklı olduğu için mi? Nergis biraz da olsa beni andırdığı için mi? Annesi Metal'i hayatıma giren diğer kadınlardan belki bir tık fazla önemsediğim için mi?

Hayır. Yalnızlığa olan nefretimden. Ömrüm boyunca yalnızlığımdan mutluymuş numarası yaptığımı anladım o an. Eve gelir gelmez televizyonu açmamın sebebi bile kendimi daha az yalnız hissetmemdi.Hatta, ölümden korkmadığım için tedaviyi reddettiğim bile yalan. Aksine, ölmekten deli gibi korkuyorum. Ama, yalnız bir ömür geçirecek olmamın korkusu ölüm korkusunun bile önüne geçti yıllar boyu. Ölmek istedim, çünkü yirmi sene daha yalnız yaşama düşüncesi ruhumu kemirip durdu. Sürekli yalan söyledim kendime. Ancak, geç de olsa her şeyin farkına vardığım gün gelip çattı.

Yaşamak istiyorum ve yaşayacağım.

Tedaviye devam edeceğim. İyileşeceğim. Hayatımın geri kalanını kızımla geçireceğim. İster birkaç gün sonra kafama saksı düşmesiyle beyin kanamasından öleyim, ister yüz yaşımda ve sıcak yatağımda. Sahip olduğum zaman artık bana değil, kızıma ait. Ona yirmi beş yıl gibi çok büyük bir borcum var. Bunu ödeyeceğim. Ona pamuk şeker alacağım, lunaparka götüreceğim, oyuncak bebekler hediye edeceğim. Yaşı ne olursa olsun. Onun için yapmadığım her şeyi yapacağım. Belki evlendirip mürüvvetini bile görürüm. Hatta, belki de torunlarım bile olur.

Allah’ım bu nasıl bir bahtiyarlık böyle. Düşünmesi bile tek başıma evimin tavanına bakıp uzanırken bana neşeden kahkahalar attırıyor. Evlat, torun… Ana baba olmak bu mu? Yoksa ben mi olayı aşırı abartıyorum? Umurumda bile değil. Benim bundan sonraki hayatımı adayabileceğim bir bağım var artık.

Bunları düşünüp sevinç içinde uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda çoktan sabah olmuştu bile. Vakit kaybetmeden Nergis’i aradım. Ona tedaviye geri döneceğimi, yanımda olmak isteyip istemediğini sordum. Telefondayken sesi titredi. “Elbette baba” dedi. Birkaç saat sonra hastanede buluştuk.

Aylar süren tedavim boyunca yanımdan bir an olsun ayrılmadı. Benim evime yerleşti. Ona pembe rengin ağır bastığı bir genç odası aldım. Odayı ilk kez gördüğünde kahkahalar attı. “On yıl önce olsaydı çok hoşuma giderdi, ama baba artık yirmi beş yaşındayım.” dedi. Ne önemi vardı ki? Onun çocukluğuna tanık olamamıştım. Sarılıp öptü beni ve teşekkür etti. İçimde kalan ukdeye saygılıydı biricik kızım.

Tedaviden arta kalan zamanlarda kızımla hayalimdeki her şeyi gerçekleştirdim. Onu lunaparka götürdüm. Çarpışan arabalara bindik. Hatta genç bir çocuğu sürekli kızımın arabasına çarpıyor diye az daha dövecektim. Koruma içgüdüsünün bir babanın evladına sevgiden sonra hissettiği en güçlü duygu olduğunu anladım. Pamuk şekerler, oyuncak bebekler, ayıcıklar aldım. Elbette yaptıklarım geçen zamanı asla telafi etmezdi, fakat ikimiz de bunu düşünmüyorduk. Artık birlikteydik ve bu bize yetiyordu.

Bu arada tedavim de çok iyi gidiyordu. Verdiğim uzun aranın olumsuz birkaç tarafı olmuştu fakat kemoterapiyle ve ilaçlarla her gün daha da iyileşiyordum. Tabii en büyük ilacım kızımdı. Onun varlığı bana yaşama azmi veriyordu. Sanki Nergis tüm hücrelerime nüfuz etmişti ve kanserli hücrelerle bizzat kendisi savaşıyordu. O sadece kızım değildi, kahramanımdı. Normalde babalar kızlarının kahramanları olur ancak bizim durumumuzda olaylar biraz tersine dönmüştü.

Tedavimin son bir ayında hastaneden çıkmama izin yoktu. Nergisle hastane odasında filmler izliyor, birbirimize son yirmi beş yılda neler yaptığımızı anlatıyorduk. Anlattıkları çok da ilginç şeyler değildi. “Böylesine sıkıcı bir hayatının olması bile kızım olduğunun başlı başına kanıtı. DNA’mı aldığın çok belli.” dedim. Kahkahalar attı. Onu ilk kez güldürmüştüm. O güldükçe benim ruhum daha da çok gülüyordu. O güldükçe kelimenin tam anlamıyla tüm varlığım kahkahalar atıyordu. Onun gülüşünü ömrüm boyunca görmek istiyordum. Her gün, her dakika, her saniye, her an…

Nihayet tamamen iyileşip taburcu olma günüm gelmişti. Nergis beni evde bekleyeceğini, bana büyük bir sürprizi olduğunu söyledi. Çocuklar gibi sabırsızlanıyordum. Evim hastaneye yakın olmasına rağmen yakaladığım ilk taksiye atladığım gibi evin yolunu tuttum. Belki de hayatımda ilk kez eve erken ulaşmayı böylesine istiyordum.

Nergis evde değildi.

Saatlerce bekledim, defalarca aradım. Telefonu kapalıydı. Hayatımda hiç bu kadar endişelenmemiştim. Hayatıma henüz yeni girmiş kızım şu an kayıptı. Başına bir şey gelmiş olabilirdi. Aklıma hep en kötüsü geliyordu. Karakollara, hastanelere ve morglara baktım. İki gün boyunca tüm şehirde onu aradım. İki sefer ceset teşhis etmek için çağrıldım. Zavallı kızlar, benim kızım değillerdi. Biri kendi canına kıymış diğeri ise cinayete kurban gitmişti. Üzücüydü. Bir baba olarak o kızların babası yerine koydum kendimi. Tarif edilmez bir acı olacaktı onlar için. Ama, utanarak söylesem de benim kızım olmadıkları için mutluydum.

Nergis yoktu. Hayatıma nasıl girdiyse öylece yok olmuştu. Dini bütün arkadaşlarım beni kurtarmak için gönderilmiş bir melek olabileceğini söylüyorlardı. Nergis insan değilse bile bir melek olması imkansızdı. Görünüşte iyilik yapmış olsa da bana daha önce kimse böyle bir şeytanlık yapmamıştı. Hayatımdan zaten vazgeçmiştim. Bana hiçbir işe yaramayan, faydasız bir ikinci hayatı vermek olsa olsa bir şeytanın işiydi.

Eski bir dosttan Meral’in ölmediğini, hayatta olduğunu ve gayet sağlıklı ve mutlu bir hayat yaşadığını öğrendim. Numarasını isteyip Meral’i aradım. Bana her şeyin doğrusunu o anlatabilirdi.

Başımdan geçenleri kahkahalar atarak, alay ve hakaretler ederek dinledi:

“Neden DNA testi yaptırmadın? Dur ben söyleyeyim. Kızın yalancı çıkmasından korktun değil mi? Yine yalnız kalmaktan, yalnız ölmekten… İyi olmuş sana. Yalnız başına geberip gideceksin.”

Meral haklıydı.

(Semih’in hikayesi burada bitiyor)


Nergis sol eliyle bilgisayarın tuşlarına basarken sağ eliyle de kağıt kalemle not alıyordu. Ev arkadaşı Gamze, Nergis’in yatağına uzanmış onu izliyordu. Onu bu hareketi yaparken izlemeyi çok seviyordu. Kaç kişi iki eliyle de aynı anda yazı yazabiliyordu ki? Gamze kendisini bir süper kahramanın gerçek kimliğini bilen en yakın dostu gibi hissediyordu böyle zamanlarda kendini. Yatağın üzerinde bağdaş kurdu ve Nergis’e bir yastık fırlattı:

“Aloo, gitmeyecek misin Semih dediğin adamın yanına?”

Nergis kahvesinden bir yudum aldı. Konuşurken yazmaya devam ediyordu:

“Yoo, neden gideyim ki?”

“Ne demek neden gideyim? Yahu yazık değil mi adama? Seni kızı zannediyor kızı.”

Gamze sinirlenmişti, ancak Nergis hiç de oralı değildi:

“Pozitif ruhsal şokların ölümcül hastalar üzerinde etkisi. Benim tez konum. Tezim için lazımdı adam bana. Hakkında birkaç şey öğrendim, zaman geçirdi, iyileşti ve bitti gitti. Daha neden uğraşayım ki?”

“Nergis, ya adam üzüntüden yeniden kansere yakalanırsa? Hiç üzülmeyecek misin?”

Nergis Gamze’ye doğru döndü. Kalemini çenesine koydu ve kısa bir süre düşündü:

“Umarım yeniden kanser olur. Tezimin ikinci kısmına başlarım böylece.”


Murat Tenyaşa



1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page