top of page

Öykü- Mustafa Ünver- Bozkırda Kalan Hafıza

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 2 Eki
  • 4 dakikada okunur

Güneş tepeye yerleşmek üzereydi ve gökyüzü bomboştu. Ne bir bulut vardı havada ne de bir serinlik umudu.

Kaç zamandır eşime ısrar edip durduğum doğa yürüyüşüne çıkmak bugüne kısmetti demek ki. Küçük sırt çantamıza biraz su, üç beş erik ve kayısı yerleştirdik özenle. Kahvaltımızı henüz yapmış olduğumuzdan, bu mütevazı hazırlığı bir öğün değil, sadece yürüyüş esnasında soluklanacağımız kısa bir mola için düşünmüştük.

Köyün son evlerini ardımızda bırakır bırakmaz bozkır bizi tüm ihtişam ve yalnızlığıyla kucaklamakta tereddüt etmedi. Zaman zaman durarak geriye doğru baktığımızda o eşsiz manzarasıyla en az elli kilometrelik bir yay, önümüzde reverans etmekte hiç de cimrilik etmiyordu. Artık köyün de bu manzaraya dahil olduğunu ve her seferinde daha da ufalarak silikleştiğini görüyorduk. Elbette ulu ağaçlarla örtülü dağların sisler içindeki heybeti, bahar gelince binbir çiçekle donanan ovaların renk cümbüşü bambaşka bir güzellikti. Ama pek çoğumuz bu muhteşem güzelliğin farkında olmasa veya burun kıvırsa da ıssız bozkırın da yeri gelince kendine has bir tadı vardı.

Dağlara doğru yürümeye niyetlendiğimiz bu yolu ömrümüzde belki de ilk defa sadece öylesine bir doğa yürüyüşü yapmak için kat ediyorduk. Oysa çocukluğumuzda ben de eşim de, birbirimizden habersiz kim bilir kaç kez bu yoldan geçmiştik; ya bir eşeğin semerinde veya semere bir kraliçe tahtı gibi kurulan babaannelerimizin arkasına binmiş halde. Hem eşekten kayıp düşmemek hem de anlattıkları nasihatle karışık hayat hikayelerinin tek kelimesini bile kaçırmamak için babaannelerimizin bellerine sımsıkı sarılırdık.

Yaylaların hâzâ yayla olduğu günlerdi o zamanlar. Köylülerin yazlak ve kışlak geleneğini büyük bir görev bilinciyle yerine getirdiği zamanlardı o zamanlar. Ama derelerden çok sular akmış; hatta aka aka kurumuşlardı. Hatırlamasını bile beceremediğimiz o günlerin üstünden çok ama çok uzun yıllar geçmişti.

Bu kez babaannelerimizin yerine biz, ağrıyan dizlerle ve eğri büğrü zemine yarım yamalak bastığımız adımlarla belki de çoktan eskimiş olan anılarımızın üzerindeki külleri üflemeye gidiyorduk. Yol boyunca tek tük rastlamaya başladığımız yaşlı çam ağaçları ise sanki mazinin derinlerinde kalmış anıları yorgun, sessiz ve kıpırtısız hâlleriyle hatırlatmaya çalışıyor gibiydiler.

Sanki dünya, cehennem gibi yanan o öğle saatinde nefesini tutmuş bekliyordu. Yaprak bile kımıldamayan o anlarda belki de sadece ayak seslerimizi dinliyordu her şey.

Bir saati çoktan geçen bozkır yürüyüşümüz bizi taşlı kayalı dar bir patikaya getirmişti. Adımlarımız ritim tutar gibiydi ama aynı zamanda temkinliydi de. Yol kayalıklıydı; her taşın altından bir yılan çıkabilir düşüncesini eşime hissettirmemeye çalışırken gözümü de taşlıktan ayırmıyordum. Yılanların kayalık yerleri sevdiğini de söylemedim ona.

Kötü bir şey olmayacağını biliyordum ama içimdeki çocuk, üzerine bastığımız taşlara ve kayalara dikkat kesilmekten kendini alıkoyamıyordu. Çünkü o, ıssız bir kayanın kenarından sürünerek geçen bir gölgeye bile hâlâ ürperirdi.

Derken, patikanın yamacında, toprağa neredeyse gömülmüş olan, sadece baş ve ayak uçlarına dikilmiş kayalardan ne olduğu anlaşılabilen birkaç mezar gördük. Bozkırda her yer ve her şey eğimli ve dağınıktı. Ayrıca kendine emanet edilen her şeyi unutmuşçasına sessizdi. Nitekim taşlar olmasa bozkır, mezarların da varlığını unutmuş gibiydi.

"Mezar bunlar," dedi eşim, taşlardan birinin yanına diz çökerek.

Yanına eğildim. Hafızamda çocukluk yıllarından kalan izlere göre bu kayalar, dağlar da yaşamak durumunda kalıp da buralarda hayata gözlerini yummuş kimselere ait mezar taşlarıydı. Üzerlerinde yazı namına hiçbir iz yoktu. Bir zamanlar varsa bile mazi onların hepsini ustaca silmiş olmalıydı. Bununla birlikte taşların yerleştiriliş biçimi, unutmak ve unutturmak istemediği bir şeyi zamana rağmen sınırlarında tutmaya çalışıyor gibiydi.

"Bu mezarlar çok eski," dedim mırıldanarak.

"Belki de iki yüz yıldan fazla," diye karşılık verdi eşim.

Bir an sustuk. Sonra, "Eskiden insanlar kime ait olduğunu bilmeden de gördükleri mezarlar için dua ederlermiş. Yetermiş bir taş, bir iz...," diye ekledi eşim.

Dizlerimi kırarak toprağa biraz daha yaklaştım. Avucumu yere koydum. Bozkırın ortasında cehennem soluyan bu havada nem gibi bir canlılık beklemiyordum, yoktu da zaten. Ama bir tür ağırlık vardı orada, hem de görünmeyen fakat hissedilen bir sessizlik.

“Üç İhlas, bir Fatiha okuyalım mı?” dedi eşim.

Başımı salladım. Bu kez taşların dibine iyice diz çöktük.

Dudaklarımız kıpırdadı ama sesimiz çıkmadı.

Sanki o anda esen rüzgâr, okuduğumuz duaları alıp toprağın altına taşıyor gibiydi.

O anda zihnim uzaklara, bilmediğim çok uzaklara çekildi.

Uzun yıllar önce köyde mezarlığa ilk gidişimi hatırladım.

Beş yaşındaydım. Elimden tutan dedem, kuru otlarla dikenler arasında neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş eski mezar taşlarının arasında dolaştırmıştı beni.

"Bak, kimi kimsesi kalmamış bu mezarların anlaşılan, geleni gideni yok gibi," demişti dedem.

"İşte bu yüzden sen dua oku onlara. Belki de bize dua edecek kimse yok mu diye bekliyorlardır."

O an, çocuk dudaklarım belli belirsiz kıpırdarken ilk defa konuştuğumu hissetmiştim toprakla.

Ve o günden sonra mezarlıklar bana korku değil, garip bir teselli verdi hep.

Sanki geçmişin hâlâ konuşabildiği tek yer orasıydı.

Dua bittiğinde eşim sessizce doğrulup ufka baktı.

"Küçücük bir gölge bile yok burada," dedi. “Her şey açıkta.”

"Bozkırın da sırrı bu galiba," dedim. “Her şey çıplak... ne varsa görüyorsun.”

“Ya da hiçbir şeyden kaçamıyorsun,” diye ilave etti eşim.

Gülümsedi ama bakışları uzaklara dalmıştı.

Onun bu mistik duruşunu seyrederken fark ettim: Bu yürüyüş bizim için sadece bir doğa gezisi değildi, çok daha ötesi olmuştu.

İçimizde kıvrılmış, bastırılmış her ne varsa bozkıra; taşların, kayaların, suskun toprağın içinden dışarıya doğru sızıyordu sanki.

Yolumuza devam ettik. Kayalık sırttan ileri doğru tırmanmaya başladık. Taşlar yer yer gevşekti. Her adım yine dikkatli olmayı gerektiriyordu.

"Buradan yürürken korktuğum şey taşların altındaki yılanlar değil," dedim birden, "bilmediğim bir şeyin içimden çıkacak olması."

Eşim dönüp yüzüme sevgi ve şefkatle baktı.

“Elini tutayım mı?” dedi.

Elini uzattı.

Tuttum.

Bana maziden bir başka sahne göründü sonra.

Annemin mezarının başında durduğum ve hiç unutmadığım o gün.

Yıllar geçmişti üzerinden.

Başına konmuş mezar taşı hafif yana doğru eğilmişti. Mezarın etrafını yabani otlar ve dikenler sarmıştı.

Mezar gibi değildi artık; neredeyse bir unutuşun eşiğiydi.

Orada dakikalarca durmuş, hiçbir şey dememiş, diyememiştim.

Ne bir dua ne bir gözyaşı.

Sadece sessizlik.

Kelimelerin anlamını yitirdiği bir yoksunluk...

Bozkırda yürürken bu sahnelerin hepsi bir araya toplanarak çıktı karşıma.

Mezarlar, taşlar, yılan korkusu, dua, annemin başında tuttuğum sessizlik.

Her şey birbirine karıştı.

Belki de o taşların başında sadece ölüleri değil, içimde ölmüş ama gömülmemiş şeyleri de andım.

Belki de dua kendimeydi.

Korkulara, eksik vedalara, yarım kalmışlıklara...

Geriye sadece taşlar kaldı.

Ve biz, az ileride gördüğümüz koca yalnız çamın gölgesinde oturmak, sularımızı içip meyvelerimizi yemek, sonra da o noktadan evimize geri dönmek üzere yürümeye devam ettik.


Mustafa Ünver

 
 
 

2 Yorum


Mehmet Akgül
Mehmet Akgül
20 Eki

Bozkır fon ya da öykünün kendisi olarak kullanılacaksa biraz Gorki okunması gerekir, derim.

Beğen
Mustafa Ünver
Mustafa Ünver
08 Kas
Şu kişiye cevap veriliyor:

Öneriniz için teşekkür ederim...

Beğen
bottom of page