top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nagehan Dermancı- Şebboy

Gelecek istasyon Koru. İyi de biz Koru’ya gitmiyoruz ki Fatih demesi lazım değil mi? Trenin sesi tekrar uğultu ile kulakları dolduruyor. İyice gitti senin kafa Abdullah, bir öncekinde de Koru dediydi ya sanki, diyor kendi kendine. Gideceği yeri tek bilen elindeki baston. Parmakları bir gevşeyip, bir açılıyor, bastonun üzerinde. Başını, önce sağa sola sonra, yukarı aşağı indirip kaldırıyor. Bu saatte, metroda insan sayısı az oluyor. Hâkim olan sessizlikten anlıyor. Ah! Sorabilse. Gelecek istasyon …

Yanına yaklaşan çiçekli parfüm kokusuna yöneliyor. “Ben Kızılay’a gidecektim ama.” Topuk tıkırtısı trenin hızında uzaklaşıyor. Abdullah’a göre! Oysaki bir adım ileride iri bacaklarını saran siyah opak çorabın üzerine şort giymiş, kırmızı kabanlı, tombul kız, dalgalı saçlarının kabarığından görünmeyen kulaklığında Shape of my heart dinliyor. Abdullah’ın, yakın tarihte bir kez daha kırılan güveni başka olasılıklar olabileceğini bertaraf ediyor. Gelecek istasyon Koru. Allah Allah, ben Kızılay’a gidiyorum.  Güzergâha ne oldu? Mesa demesi lâzımdı. Acelem yok nasılsa elbet tren bir saate varır Kızılay’a, diyor kendi kendine. Dalıyor içindeki dipsiz karanlığa.

Eh ulan Abdullah, nasıl da kandın zalimin karısına, diyor kendi kendine. Kafasını sallıyor. Kat kat giydiği kıyafetlerinin içinden mendil arıyor. Tek gözünden akan yaşı siliyor. Yok yok hiç kötüyle karşılaşmamışım ben daha evvel diyor. Bir paçavrayı çıkartıp burnunu siliyor. Cebini tekrar bulmak için eliyle üzerini yokluyor. Elindekini, anahtarının, çitlenmiş iki çekirdek kabuğunun ve metro kartının bulunduğu cebine atıyor. Nasıl da heyecanlandın, sanki gözlerin şu yalan dünyayı görecek gibi nasıl da inandırdı seni kendine. Karanlık dünyasının, zihninde açtığı derin boşluklara aldırmadan tekrar tekrar hatırlıyor. Ne demişti ilk. “Üstteki daireye taşındım ben, abi bir şeye ihtiyacın var mı?”

Gelecek istasyon Koru!

Aman ille de Koru’ya götürecek bu anlaşılan, diye mırıldanıyor. Oysa acıkmıştı, Zafer Çarşısı’nda çay, simit yapacaktı metrodan çıkar çıkmaz. Canı sıkılıyor.

Sonra her gün yemek getirdi. Sıcacık tarhana çorbası, domatesli bulgur pilavı. Anacığı olsa ne çok dua ederdi, oğluna yemek indiren komşuya. Başlarda abi diyordu ya, sonradan Abdullah der olmuştu. Dulum, demişti. Hiç çocuğum olmadı. Sesinde ne bir alay ne bir yalan tınısı vardı. “Ben sana göz olurum, sen bana er olursun.” demişti. Yaa, öyle demişti. Beyim, geçen sene kötü hastalıktan sizlere ömür derken ne ağlamıştı. Hıçkırıkları içini ezim ezim ezmişti de bin türlü ihtimalden biri bile gelmemişti Abdullah’ın aklına. O günlerden aklında kalan daha önce hiç tatmadığı bir heyecan, bir de mis gibi sabun kokusu genzini dolduran, içinde bir yerleri gıdıklayan. İlk defa gönül teli titredi. Dili, damağına yapıştı konuşurken. Sese hassasiyeti çok kuvvetliydi aslında ama kalbinin gümbürtüsü duymasına engel oldu.                                                

Çölü çiçeklendi.                                                   

Duymadığı tüm sesleri duymuş, görmediği tüm renkleri görmüştü o günlerde. Bir bahar sevinci ile zihninde kar beyazı görüntüler.

Kalın sesli kadınların, yılların zihninde bıraktığı görüntülerden hareketle, kısa, kilolu insanları çağrıştırdığı hâlde, onun kalın tarazlı sesi, alımlı, uzun boylu bir kadını canlandırmıştı Abdullah’ın hayalinde. Aslında ellerin şekillerine de anlam yüklerdi. İri, tombul, nasırlı eller emekçilerin elleriydi onun için, kısa parmaklı eller sinirli insanların elleriydi. Ama onun elleri, ince uzun parmakları, yumuşak elleri, anasının ellerini hatırlatmıştı. Merhametli, demişti onun ellerine. Dünyanın, uzakta bir ışığa döndüğünden beridir kulağı da keskinleşmişti aslında ama nasıl da anlamamıştı. Evin içinde diğerinin varlığını…

Demek ki görmek istemeyince kör oluyor insan. Yüzünde acı bir tebessümle başını salladı yine ama bu defa istemli hareket ediyordu. Yanına oturmuş lacivert parkalı adamın elinde çöp poşetine doldurulmuş ekmekler. Fark etmiyor görmediğini evvela.

“İster misin gardaş?” diye soruyor. Sonra Abdullah’ın hiç durmayan parmaklarına bakıyor uzun uzun, ardından kahverengi, çamurlu eski botlarına… Tepede bir yerlere dikilmiş, derin bir kuyu gibi duran gözlerine bakıyor. Bir hazan yaprağı gibi buruşuk sol eline. Yanmış bir yerde garip, diyor.

“Gusura galma gardaş,” diyor önündeki ekmeklere bakarak. “Ben gece bekçisiyim Sincan’da, inşaatta artan ekmekleri götürüyorum mahalleye. Yanlış anlama kendime değil de mahalledekilere değilse hanımla ben cinci başımıza,” derken görmeyen birine daha kolay yalan söylendiğinin farkında değil. Şehla gözleri, karşısında oturan, kolları kürklü kaşe kabanın içinde büzüşmüş oturan kadına bakıyor, yüzüne baksa ona da söyleyecek ama bakmıyor kadın.

Abdullah silkeleniyor. “Ben Kızılay’a gidecektim ama Koru diyor, yani gelecek istasyon.”

“Bozulmuş gardaş heralde, dur hele bir dinleyelim. Ama Demetevler istasyonuna yaklaşıyor. Senin şey doğuştan mı?”

Anlıyor Abdullah, acımanın sesle batan sızısını hissediyor.

“Yok ağabey, benimki sonradan.” Omzunun gerisinden birini görecek gibi başını geriye çevirdi. Çevirdiği yerde gördü yine onu. Nazlı, cilveli sesiyle konuşuyordu. Yün yeleğinin dokusunu hissetti önce Abdullah, sonra kadın sıcaklığını… Bazen kolu koluna değince, bazen sert baldırları bacağına sürtünce aklı başından gidiyordu. Nerden bilsin canının bu kadar yanacağını, babasını kaybetmişti. Askerde iken bir operasyonda gözlerini… Anacığı ile elli yaşına kadar kimseye muhtaç olmadan yaşamıştı. Anneciği de Rahmet-i Rahmana kavuşunca, bir nefese ihtiyaç duymuştu. Bir evi vardı başını sokacağı, her ne kadar lağım bassa da, balkonu olmasa da kendi eviydi.

Anasıyla anılarını saklardı. Anasının çeyizinden kalan küs yastıkları, şark köşesini, yıllardır tanıdığı gariban, iyi, kötü, hin, hain kimin ne olduğunu bildiği komşuları sırt sırta vermiş, rutubet, kir, kenef kokan evlerde sırası ile kimin oturduğunu bildiği huzur içinde yaşadığı bir mahallesi vardı. Gelecek istasyon Koru…

Sonra bir gün o geldi. Üst kata taşınmış. Ankara’nın ayazına inat bahar gibi girdi hayatına. Daha önce hiç düşünmemişti Abdullah evlenmeyi.   Anası, “oya gibi gelin alacağım sana” derdi. Askere gitmeden önce yaşlandıkça daha bir telaşına düştü. Yalnız kalma ki gözüm arkada kalmasın… Abdullah ile evlenecek bir kız bulunamadı. “Anası üstüne varamadık kısmetin,” diye hayıflanırdı fakat fakir küserse, rızkını keserdi. Anası bunu bilir bunu söylerdi. O nedenle rızkı verene de hiç küsmedi. O nedenle hiç umudunu kaybetmedi. Fakat…

 “Ben yalnız bir kadınım, evine girip çıkmam laf olur. Evlenelim.” dediğinde Abdullah’ın üzerine gökten yıldızlar döküldü. Konu komşu bilmesin adım çıkar deyince kahvedekilere de söylemedi. Nasılsa nikahtan sonra hep beraber olacaklardı.

“Ama evvela evini üstüme yap. Sen ölürsen kardeşlerin neyin elimden alırlar.” Sonra bir akşam sokulunca Abdullah’ın kirli yatağına, geride şebboy kokusu kaldı. Rahmetli anası, tatmışa derman olmaz, derdi. Tattı bir kere Abdullah. Olur, dedi ertesi gün yaparım evimi üstüne… Bir telaşla o gün sokağa çıktılar. Abdullah’ın sesi gür çıkıyordu. Bastonu ile yön bulmasına gerek yoktu. Yanındaydı. Önce notere gidilecekti. Ardından nikah işlemlerine baş vuracaklardı. Taze bahar sabahıydı hava. Serin ve yumuşaktı. Sesi cıvıl cıvıldı kadının. Acele ediyordu.

Sabırsızlanıyor sanki, dedi Abdullah, kendince haklı tabii. Tam vuslata eremesek de bir şeyler oldu aramızda. Meğer arkamızda, yanımızda, sağımızda, solumuzda imiş. Bir siyah kurum, bir kara bulut gibi onun ortağıymış. Ben kaçıncı kurbanmışım. Ekmekleri taşıyan adam iniyor.

“Ulus’tayız gardaş aman ha,” diyor inerken. Evi üzerine vermek için notere girerken, ayağım eşiğe takıldı da kolumdan tutmamıştı. O zaman anlamalıydım. Utandırmamak için sanmıştım. Evi noterde bir saatte üzerine geçiriverdim. Kayıplara karışmadan bir saat önce, sonra ne demişti de bırakıvermişti beni sokakta. Meğer hep yanındaymış. Avukat kendi iradenizle vermişsiniz. Hak iddia edemeyiz dediğinde askeri helikopterde, yüzü parçalanmış hâlde, saçı, kirpiği, kaşı yanmış. Boynu ağır yaralanmış, nefes borusu parçalanmış, bağrındaki kemikler görünür vaziyette Ankara’ya dönerken canı ne kadar yanmışsa o kadar yanmıştı işte. Anası ölür ölmez ihtiyacı suretinde idi hayatına giren. Oysa en başından bir kirli alaverenin içinde idi Abdullah. Etrafındaydı o sefil mahluklar. Kocası vardı Mebrure’nin, Abdullah avlarıydı yalnızca. Konu komşuya görünmeden kısa sürede hedeflerine ulaşmışlardı. Bazı bazı hastabakıcı olurdu Mebrure, ihtiyar erkeklerin evinde, bazı zamanlar temizliğe girerdi hedefteki eve ama bu defa daha kolay olmuştu. Evleneceğiz. Nereye evlenecek zaten var ki onun canı ciğeri kocası. Ne yapsın kör Abdullah’ı. Az biraz koklat kendini, vereceği yok evi dediğinde çok direnmişti. Ama ne dese yapardı sevdiğinin. Onlar Abdullah’ın yatağına girdiğinde tam karşısında o da başka bir hazla izliyordu ya olanları. Gelecek istasyon Koru…

Abdullah, yersiz yurtsuz kalınca Ulus’ta eski bir otel odasında kalmaya başladı. Sık sık mahallesine gidip evinin olduğu yerlerde gezer oldu. Komşular ne kadar uğraşsa da dolandırıcılara ulaşamadılar. Bıkkın, bezgin otel odasına dönüyordu her gün. Avukata tekrar danışmaya gidiyordu o gün de acaba bizim işten bir şey çıkar mı? Soracak birilerini bulmalıydı. İstasyonları saysaydı keşke. Kendi dünyasına dalıp gitmişti de saymamıştı durakları. Tren gürültüyle duracağı vakit bir baston sesi duydu.

“Kızılay’a gidecektik ama burda mı ineceğiz,” dedi bir tedirgin ses.

Tren cevap verdi: Next station…


Nagehan Dermancı

3 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page