top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nalan Arman- Payıma Düşen

Hiçbir şeyden emin olmamaya o gün karar verdim. Ne hayal gücüm yaşadıklarımla doymuş ne kargaşa bitmişti. Hayat benimle oynamaya devam etmek istiyordu. Eğlenceye katılmadığımı fark edince oyunun içine aniden itivermişti beni. Olup biteni başkasından duysaydım, kendimi tutamayıp gülerdim. İşin içinde kendim olunca her şeyin rengi değişiverdi. Payına düşenin çürümesine beyhude direnen bir trajedi kahramanıydım o gün.

Güm, diye bir ses gelmişti. Sanki koskocaman bir taşı fırlatmışsın. Birkaç kez daha duydum aynı sesi. İlki kadar kuvvetli değildi. O sırada telefonla konuşuyordum. Birtakım zırvaları dinliyordum, demek daha doğru. Kenti dönüştürüyorlarmış. Beni mi dönüştüreceklermiş yoksa? Tam ağzının payını veriyordum ki bir gümleme daha… Bu sefer ortalık yıkıldı sandım. Alelacele kapattım telefonu, salona doğru seğirttim. Baktım, balkon kapısı aralık. Hem tozlu bir rüzgâr hem yerdeki dallarla yapraklar içeri dolmaya çalışıyor. İki elimle kavradım kolu, kapıyı güçlükle ittim. Bir an kapanır gibi oldu, ardından hemen açıldı. Kolu yukarı doğru iyice kaldırıp aynı şeyi denedim; aşağıya, yukarıya oynattım. Balkon tarafındaki kol yere düştü. Bugüne kadar ortak bir varoluşu paylaştığım kapı, benim kapım, bana ihanet mi ediyordu yani? Kilidin diline, karşılığına aval aval baktım. Anlayabildiğim tek şey birbirine kavuşamadıklarıydı. Menteşeleri mi yerinden oynatmalıydım? Belki de yapmam gereken dilin yuvasını yonta yonta bir güzel oymaktı. Olmadı; sıkıştırmak, büzmek, ufacık hale getirmek. Hiçbir şey yapamadım tabii. Nefes alışverişlerim sıklaşıp çarpıntım başlayana kadar uğraştım kapıyla.

Anahtarı bulmam lazımdı. Kim bilir nereye tıkıştırmıştım? Dolapları, çekmeceleri karıştırdım. Hepsini ağzına kadar ıvır zıvır doldurmuş. Hangi cehenneme gittiyse anahtar? Şeytanı dinleseydim birkaç çiviyle işini bitirirdim kapının. Kısa bir tereddütün ardından yazın hayaline yenik düştüm.

Hava ısınınca balkonun kapısını ardına kadar açıyorum. Öylece kalıyor. Hemen ön tarafına renk renk boyadığım bir taşı yerleştiriyorum en fazla. Formika masamı çiçeklerden kalan yere kuruyorum. Kuşlar da musallat olmuyor o vakit. Bir lafı on beş dakika ağzında geveleyen yan komşudan kaçmak kalıyor bir tek. Ufak tefek, boncuk gözlü, pinti adamın karısı. Saçları mısır püskülüne dönmüş. Bir de dondurma külahı gibi geriye büküp havalandırır onları. Ortalıkta salınıp durur. İhtiyar pinti de eşlik eder ara sıra. Neyse ki ihtiyarın çenesi düşük değil. Dut yemiş bülbül gibi dikilir karşımda. Talihim yaver gitmezse kadını geç fark ederim. Yüzüne aptalca bir gülümseme yapıştırıp balkonun dibine sokulur. Her an yere düşüverecekmiş gibi duran bir gülümseme… Onun arkasına sinsi bir kötülük saklansa maskesini düşürmek kolay. Kıt aklın masumiyeti… Onunki tam böyle bir şey. Uzatır da uzatır. Çaresiz, bakar kalırım.

Sinirimden sabahlığımı yerlerde sürüye sürüye boş odalarda dolaşıyordum. O sırada kapı açılıp açılıp kapanıyor. Neredeyse huysuz tansiyonum işe karışacak. Sabahki telefon da aklımda. “Yıkıntı orası, sağlam bir yere yerleşmeniz lazım,” diyen kişiliksiz ses. Düşündükçe kan beynime sıçrıyordu. Nereye? Yolu, izi bilinmedik bir yere mi?

Yer yarılmış, içine girmişti kahrolası metal parçası. İşe yarayacak ya, yok oldu ortalıktan. Evde dört dönüyordum hâlâ. Aklıma kapı kolunu pencerenin koluna bağlamak geldi. Biliyorum, kancaya perçinlenmiş zincirle bağlamak lazımdı bu kapıyı. Ancak iplik gibi incelip uzayan, çelimsiz bir sicim geçti elime. İki kolu, deli bağlar gibi birbirine bağladım. En küçük direniş noktasını bile ele geçirmeye çalıştım.

Sonunda çayı demleyip koltuğuma oturdum. Bir türlü rahat edemedim nedense. Bu tuhaf yumrular var mıydı daha önce burada? Bu koltuğun eski halini zihnimden hiç kovamadım zaten. Bulunduğu yerden, her şeyi ittire kaktıra gelip benden önce yerleşiyor koltuğa.

En iyisi kalkıp masanın üstünde biriken evrakları halletmekti. Hepsi ev meselesi için. Zırıl zırıl çalan telefon da. Evimden edeceklerdi beni. Planları buydu. Kiminle uğraştıklarını sanıyordu bunlar? Yine sinirim zıpladı, işte.

Evrakları üst üste sıraladım. Gözümün önünden kaldıracaktım. Zımbanın boşluğuna geçirdim hepsini, kâğıdı delip arkada sıkıca kenetlenmesini bekliyorum telin. Nerdeee… Dişsiz bir ihtiyarın ısırması gibi ısırdı zımba. Teli bitmiş.

Kim kimi boyunduruğu altına alacaktı bu evde? Kendime gelmek için mutfakta aldım soluğu. Çay kararmadan yetişmiştim. Kulplu cam bardağa doldurdum kızıl kızıl parıldayan çayı. İncecik bir limon dilimi zincirinden boşanmak üzere olan sinirlerimi yatıştırırdı. Rüzgâr da hızını kesmiş, ortalık durulmuştu.

O sırada telefon çaldı. Baktım yine o düzenbaz. Açmadım. Bu ev annemle babamın yadigârı. Eşyalar da. Onlara da annemin ailesinden kalmış. Kaç kuşağın hatırası… Abimle hiçbir yabancıyı içeriye sokmadığımızı bilmiyorlar tabii. Annemi, babamı, abimi bu evden uğurladım ben. Koltuğumun dili olsa da konuşsa. Annem, onu kimseye bırakmazdı. Abimle ne zaman kalkacak diye kollardık. Benden hızlı koştuğu için annemin sıcaklığının durduğu yeri o kapardı çoğunlukla. Kalkana değin avazım çıktığı kadar ağlar, kendimi yere atıp ter ter tepinirdim. Artık, akşam beş oldu mu, o koltuğa kurulup çayımı yudumluyorum. Yalnızlık pek rahat. Keyfime göre. Bilgisayarım da var. Her yere, her şeye ulaştırıyor beni. İşler tıkır tıkır… (Tıkır tıkır mıydı? Hayatın ipini eğiremesem de kopan yerlerini bağlayabiliyor muydum?)

Günün en güzel saatleri gelmişti. Çayım elimdeydi. Koltuğuma kuruldum. Oturmamla kalkmam bir oldu bu sefer. Yumrumsu kabarıklıklar sertleşmiş, çivi gibi. Sivri sivri bedenime batıyor. Kaslarımı gevşetmeye çalıştıkça kasılıyorum. İçimde endişeyle karışık gerçek dışılık hissi… Oturup oturup kalkıyorum. Şu kapı meselesi aklımı başımdan almış olmalıydı.

Bilgisayarı açtım. Alışveriş sitelerinde oyalanırdım. Neler vardı, neler. Bir kapı koluyla kilidini bulurdum en âlâsından. Klavyenin sağ üstteki tuşuna dokundum. Ekran parladı. Parolamı girdim. Ne o? Bir hareket yoktu bilgisayarda. İnternet bağlantısı mı kesilmişti? Hayır, öyle bir şey değildi bu. Ekran donmuştu. Bir bu eksikti. Acınası bir halde ekranı seyrediyordum. Birden çileden çıktım, parmaklarımla klavyeye vurmaya başladım. Bağıra bağıra ağlayacağım neredeyse. İnatçı eşya yığını... Söz birliği etmişçesine ayak diriyorlardı.

Kanepeye uzandım. Kendime gelmem lazımdı. Üç saniye derin derin nefes aldım, üç saniye tuttum içimde, altı saniyede verdim hepsini. Bir daha, bir daha… Yetmedi, kâğıda kaleme sarıldım. Tanıdığım kim varsa ismini yazmaya başladım. Kalemi bastırdıkça bastırıyorum. İyi geliyor. La rue des blancs manteaux açtım sonunda. İçimi ısıtan, pürüzsüz melodi bütün bedenimi sarmaya başladı. Notalar notaları çağırıyor. Her nota olması gereken yerde. Kargaşa bitti, her şey yerli yerine oturdu. Gevşedikçe gevşedim.

Bir kabinde açtım gözümü. İçerisi yıkık dökük. Burnumun dibine kadar sokulmuş bir adamın suratı karşımda. Aramızda iki santim ya var ya yok. Adamın gözleri sulu sulu. Ağzının kenarından salya sızıyor. İçim kalkıyor. Kaçmak istiyorum. İncecik kolunu kaldırıp elindekini gösteriyor. Eli büzülüp küçülüyor birden. Masmavi damar ağı kabardıkça kabarıyor. Yamru yumru, kemikli parmaklarıyla kavramaya çalıştığı kapı kolu aşağı sarkıyor. Yüzüme yaklaştırınca elime alıyorum; kol, avucumda kaygan, sümüksü bir kütle. Parmaklarım yapış yapış. Yerimden kalkamıyorum, göğsüme bir şey oturuyor sanki. Uçağı bir gürültü kaplıyor. Karmakarışık. Gitgide dayanılmaz oluyor.

Uyandım. Zihnim hâlâ bulanıktı. Sesin nerden geldiğini anlamaya çalışıyordum. Kafamın içinde zonklayan bin türlü patırtı… Zilin sesiyle telefon sesi birbirine girmiş. Telefondaki numarayı tanıdım, yüz geri kapıya yöneldim. O sırada balkon tarafından şiddetli bir çarpma sesi geliyordu. Rüzgâr fırtınaya dönmüş. İpler kopmuş.

Dış kapıyı açmaktan vazgeçtim. Sırtım ter içinde. Bir an bile düşünmeden takım çantasından en büyüğünden bir çivi bir de çekiç aldım. Kapının kasasına çakacağım çiviyi. Bağlayacağım da bağlayacağım. Hızla balkon kapısına yaklaştım. Taşkın bir gözü peklikle vurdum çiviye.

Eğrilen çiviye, sapından ayrılan çekiç başına bakakaldım.


Nalan Arman

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page