top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nihat Altun- Fak

kara çalındı beyaza, tahta kalem kırıldı, yağlı urgan geçirilince bir yiğidin boynuna fecr-i sadık yeliyle taş duvarlar sallandı oy havar, oy!

(duvar ağıtı)

-Hamsin Gecesi-

Yüreğimin ucunda kilitli kalan cılız şey belirsizdi, soğuktu. Bir tanıma sığdıramadığım, hayra yoramadığım, herhangi bir musibete yükleyemediğimdi. Olsa olsa çapsız bir boşluğun içinde öldüresiye mutsuzluktu, bezginlikti benimkisi. Kışın ikinci kırkının son demleri… Dışarısı som beyazdı. Bilmek ne mümkün hangi haliydi tabiat ananın. Kabuğu çatlamak üzere olan baharı örselemek için çekicini ha bire elinde tutuyordu ayaz. Dağlar, bizim dağlar; mizacı bizlere benzeyen kısmetsiz dağlar…

Kar taneciklerinin bile düşerken üşüdüğü bizim yörenin kış geceleri çetindir. Kurdu, kuşu, çalısı, suyu bir üşür ki pir üşür. Uyanık kalan ne varsa böyle vakitlerde hayırlı bir son için tanrısına dua eder. Yaşamın buyruklarına el mahkûm… Böylesine gaddar bir mevsimden geçmek, değme mahlûkatın harcıdır ancak. Suyun, ayaza hürmet edip buz kesildiği mehtaplı gecelerin alazını oldum olası sevemedim gitti. Göğün alacakaranlık sakinliğinde yıldız saati kurulurken uzağı seçmekte zorlanmaz gözler. Yanılmamak lazım aydınlığa, zifiriye rahmet okutur çoğu zaman. Rüzgârın soluğu çakmak taşı gibi keskindir. Tene değmeyegörsün, yakar ince ince onu.

Tavan aralarının kırağı çektiği bilmem hangi ağrılı gecesiydi hamsinin. Yerinde çakılı kalmış birkaç kısır bulut da kayıplara karışsa bozkırın gerilmiş çarşaf gibi kubbesi bomboş kalacaktı. Günlerin ipi soğuğun alazındaydı gecelerin hakeza. Rüzgârın bir oldubittiyle günlerce yitiklere karıştığına ilkin o cücük ayda şahit oldum. Toprak damların eski püskü ahşap pencerelerinden, telli kavakların çıplaklığında bir çıt sesi düşmez mi? Sessizliğin çoğul ezgisi, tarih öncesine tescilli makamlar, ağır mı ağır işleyen zaman…

Yatağımda kıvranıp duruyordum. Diz ağrılarımı dindirmek için kalın yün yorganının üstüne bir de Bünyan battaniyesi atmıştım. Olabildiğince sıcak tutuyordu, fakat bu kez de ağırlık yapıyordu. Koca bir dağ yüklenmişsin gibi bir hissiyat, uyku bırakır mı serde? Kâbus dolu düşlerin eline düşen ruh kalbura döner. Gecesi düğümlenir kayıp bir sicimde. Vah ki ne vah!

O akşamın ilk demi, tatsız tuzsuzdu. Nedensizce huzursuzdum. Zor olanı buydu: Gam doğuranı bulamamak kendinde ya da hariçte. Çırpınışım beyhude… Mâni olamıyordum.

Huzursuzluktan arınmak, kaçmak için yeltenirken içim geçmişti. Gene de zihin sarkacım inadına vuruyordu. Adına düşünce hamallığı denebilir belki. Kötü bir ruh musallat olmuş vesaire. Azaptaydım kesinkes.

Bilincimin bulanık dehlizlerinde sevimsiz bir tipi koparken her akşamüstü ahıra kapattığım köpeğimi dışarıda unuttuğumu hatırladım. Üstelik daha ilk aylarını doldurmamış üç de enik... Sekizinci yılın sonunda birinci batını gerçekleşen hayvancağızın talihsizliği, mevsimin bu denli sert geçmesiydi. O asil, safkan ırkın neslinin tükeneceğine dair karamsarlık içinde olduğum bir vakit, kısır bellediğimiz dişi, yavrulamıştı. Gözleri kapalı, el kadar gövdeleri taşıyan minnacık patiler… Ne sevinç ne sevinç…

Yatağım sıcacıktı. Diz ağrılarım hafiflemişti. Kıpırdanmak istemiyordum yerimden. Bir müddet, dışarıya kulak kesildim. Herhangi bir hareket yoktu. Filtresiz, kılçıksız bir sessizlik... “İyi bari, dünya uykuda anlaşılan…” dedim içimden.

Gönlüm ferahlamıştı biraz. Sesli düşündüm. "Canını seven hiçbir mahlûkat ininden dışarıya ayağını atmaz. Açlığı, ölümcül soğuğa yeğ tutar." Ben bir hayvan olsaydım en azından böyle yapardım. Müşkül de olsa sabahı beklerdim. Tabii onlara da sormak lazım gelirdi. Nihayetinde uzun tüylü kalın postları, güçlü kasları vardı. Gözleri karanlıkta bile iyi görürdü. Ölüm, açlık ve soğuk... Bu üç durum arasında güçlü nedensellik bağlarını bu dağları mesken tutan hayvanlar da bilirdi kanımca. Vahşisi, evcili bu hususta mutabıktı.

Gözlerimi yumdum derin bir uykunun ısrarını yineleyerek. Her nasılsa yaşamın kendiliğinden oluşan asayişi devam etmekteydi. Deliksiz bir uyku, sarıp sarmalasındı ruhumu. Ağrılardan azade olmanın hafifliğiyle sonsuzlukta kaybolsaydım. En çekilmez anları bile yumuşatan başka ne vardı ki ondan başka. Kış gecesi, düş gecesi olmamalıydı.

Sanırım bu kez olmuştu. Ben o dinginlikte kös kös uyurken saatin uyumlu işçileri çemberi defalarca turlamıştı. Dışarıda kopan vaveylayı duyup yatağımdan fırladığımda vakit şafağın kapısına varmak üzereydi. Nasıl akıl ettiysem artık, pencerenin güllü dallı perdesini sıyırdım. O aydınlıktan faydalanarak alelacele giyinip fırladım odadan. Dış kapının demir kancası yuvasında buz tutmuştu. Onu yerinden kurtarıp ağır ahşap kapıyı açmak kolay olmadı. Bir kulağım dışarıdaydı uğraşırken. Karışık sesler, acı çığlıklara dönüşmüştü.

Aynı tonda havlıyordu bütün köpekler. Dışarı çıkar çıkmaz çığlıkların dönenip durduğu yere koştum. Evin yirmi adım ötesinde ottan duvarlarla çevrilmiş saman yığınının giriş deliğini kapatan anne köpek, sağlı sollu hamlelerle içeriye girmeye çalışan üç kurtla cebelleşiyordu.

Kurtların ikisi devasaydı. Diğerini tanıyordum. İnce, uzun ağızlı küçük cüsseli anaç kurt... Civarın zararcı, kindar yaşlısı. Ellerim bomboştu. Dişlerim birbirini yese de anneye yardım edemedim dakikasında. Avına odaklanmış kurtlar da beni gördükleri halde hiç kaale almadılar.

Az ötede başka bir hırgür... Sanırım büyük köpeğimi kıstırmışlardı üçü, dördü. Can havliyle yardım diliyordu apaçık. Acı çığlıklarını duyan hempaları cesaretlerini yitirmişlerdi. Kimi tir tir titreyerek havlıyordu kimi saklanacak delik bulmanın telaşıyla sağa sola koşturuyordu.

Kazma, kürek veyahut kalın bir değnek bulurum düşüncesiyle ahırın olduğu tarafa koştum. Ayın şavkı etrafı gün yüzüne çevirmişti. Buna rağmen ince bir çırpıya bile rast gelmedim. Uluorta bırakılan kar kürekleri, dirgenler… Gecenin bu vaktinde yok olmuşlardı. Annenin ne fena bir talihi varmış, deyip söylendim içimden. Vakit daralıyordu gittikçe. Köpekleri ablukaya almış kurtların niyeti, onları çabucak sürükleye sürükleye evlerden uzaklaştırmaktı. Böylece kurtulma ihtimalleri yok olurdu tümden. Ben de eli kolu bağlı bir şekilde arkalarından bakıp katledilişlerini izlerdim. Her hamleleri hesaplı kitaplı…

Son çare olarak koyun ağılının kapısını zorlayıp içeri girdim. Kapkaranlıktı. Birkaç koyunlar ürperip ayaklandı. Diğerleri geviş getirmeye devam etti. Yapmamam gereken sakıncalı bir işe doğru adım atıyordum.

Nedenine gelince, köyde cereyan eden son ölümlü hadisede kullanılan tek kırma silah kayıptı. Seme birini göstermişlerdi cinayet zanlısı diye. Yargıçlar, ikinci celsede onu da salıvermişlerdi. Bu olaya dahlim olmadığına dünya âlem tanıktı. Dede yadigârı mavzerin bende olduğunu bilen hasımlarım tarafından bilinçli olarak bir mavzer lafı ortaya atılmıştı. Karakol kumandanı Sarı Başçavuş’un da kulağına çalınmıştı bu bilgi. Evvelden arazi münakaşası yüzünden kamayla yaraladığım kişiler, bir taşla iki kuş peşindeydiler. Kefaretimi ödemiş, mahpushanelerde ömür tüketmiştim. Sulh olduğu halde elsiz ayaksız bırakmak istiyorlardı beni. Tabiatıma tersti bu durum. Karın aylarca uyku tuttuğu bu dağlarda, derin koyaklarda eli boş gezmek akıl kârı değildi.

Hükûmet kararıyla tüm silahların toplandığı yıl, mavzerini vermek istemeyen babam, çıkar yolunu bulup onun yerine pimi kırık bir yedi altmış beş tabanca teslim etmişti. Köşe bucak sakladığı mavzerini soranlara, "Toprakta çürüyüp gitti." derdi. Ondan da bana kalmıştı. Gözüm gibi bakıyordum emanetine. Kafa karıştırarak katili korumak isteyenler, olayla beni ilişkilendirip yeniden mahpus damına göndermek istiyorlardı. O dönemde çeşitli entrikalarla kanun koyucuların ağzına atılan birçok kişi ipte sallandırılmıştı. Tahkikat raporları yalancı şahitlerin söylediklerini esas alıyordu. Mevtaya üstünkörü bakılır. "Ateşli silah sonucu ölüm gerçekleşmiş." Bu kadarcık…

Kolcularla birlikte rüşvet ağı kuran karakol kumandanı sıkı takipteydi. Mesnetsiz bir muhbirlik yeterdi köyü basması için.

İçinin oyuğunda, dedemden kalan mavzeri sakladığım ahşap sütuna gitmekte zorlanmadım. Sütunu sağa sola oynatıp yerinden sökebildim. Üç metrelik kalın ve kuru çamın içi boştu, buna rağmen ağırdı gene de. Koyunları ezmemek için yavaşça yere indirdim çamı. İçinden, tüfeği çekip aldım.

Tüfeğe sarıp sarmaladığım kesif yağ ve pas kokan çaputları açmak için çok uğraştım o karanlıkta. Vakit kaybetsem de tüfeği alabildim elime çırılçıplak. Haznesinde hâlihazırda bekleyen fişeklerden birini namluya sürüp fırladım ağıldan. Anneyi ablukaya alan azılı kurtlar, onu sürükleyerek götürüyorlardı.

Anaç kurt ile saman deliğinin tam önünde göz göze geldik. Aramızda üç beş metre ya vardı ya yoktu. Yavrulardan biri kanlı dişlerinin arasında ciyak ciyaktı. Horozu kurulu mavzeri üzerine doğrulttum çarçabuk. Kurtuluşunun olmadığını görünce can çekişen yavruyu ağzında atıp küstahça hırladı bana. Yavru ayaklarımın dibine yuvarlanıp sustu. İkimizden biri diğerini haklayacaktı. Onu cezasız bırakamazdım katiyen. Tetiğe bastım nişan almadan. Düşen horozla birlikte çelik kurşun “pıst” diye vınladı. Kurdun tüylerini yalayıp kar yığınına saplandı. Sersem bir taştan farksızdı, kifayetsizdi. Kurt, gayet kibirli ve kendinden emin geçip gitti yanımdan.

Kurda bir fiskelik etki acı vermeyen kalp fişek, tepemi attırdı. Mavzeri silkeledim birkaç kez. Kinim kendiliğinden bileylendi o dar vakitte. İkinci fişeği sürdüm namluya ve peşine düştüm azılı kurtların. Büyük köpeği kapıp götüren kurtlar arayı açmıştı. Anne ile diğerleri yakındı. Halen kurtuluşu mümkündü. Civarda saklanmış olan beş altı köpek de benden cüret alarak harekete geçmişti. Köyün namlı köpeği Kuyruksuz en öndeydi. Kırç tutan kar örtüsünde batıp çıkmadan koşuyordum. Birer kar tümseğini andıran gömütlerin içinden, çırılçıplak söğütlerin gölgesinden hızlıca geçtim. Yol istedim önüme çıkan alıçların kuru dikenlerinden.

Kalabalık kurt kafilesi, yüz elli metre mesafedeki yüksekçe sırtta ulaşmıştı. Yaka paça tutup götürdükleri köpeğimin gövdesini parçalamakla meşguldüler. Diğerleri gömüt bayırından sonra başlayan düzlükte koşarak ilerliyordu. Ve anneyi bırakmak niyetinde değillerdi. Muhakkak yetişmeliydim. Yoksa kalan iki yavru hem öksüz hem yetim kalacaktı karakışta. Neyse ki köpekler hızlıydı. Sayıca üstünlüklerini kullanarak daldılar ortalarına. Yaralı anne o canavarların ağzından kurtuldu. Arayı kapatabilsem birkaçını da ben mıhlayacaktım. Gözümü karartmıştım çünkü. Bu geceki hasımlarım kurtlardı.

Büyük sırtın sonrası cinli perili vadi… Köyün birkaç fersah ötesindeydi. Gündüz vakti bile doğa yasalarını hiçe sayan, tüyler ürperten olayların cereyan ettiği söylenirdi. Ürkünç yeri anlatıların… Sırrı, büyüsü, gerçeği bilinmez. Mehtapla aydınlanan bozkırın çetin kış gecelerinde daha korkunç görünürdü. Azılı kurtlar, beni vadinin başına kadar çekmeyi başarmışlardı. Kurtların peşi sıra giden Kuyruksuz’un havlamasını duyunca zihnim tak etti. Durup dinledim bozkıra yayılan sesleri. Korkuya kapılmış feryatlar iç içe ve yakın… Tuzağa düştüğümü anladığım vakit, sırtın vadiye taşan orta çizgisinde biraz önce kurtları kovalayan köpeklerle karşılaştım. Kuyruklarını kısmış, koşar adımlarla gerisin geriye çekiliyorlardı. Beni gördüklerinde kaçmaktan vazgeçeceklerini düşündüm. Fakat isimleriyle ses verdiğim halde durmadılar. Bana güvenmediler galiba. Korku beyinlerine girmişti bir kere. Gözlerinde mahcubiyetin ağır utancı, can derdi…

Köpekler düzlüğe vardıklarında ben yarın kıyısında kalakalmıştım. Yapayalnız, endişeli… Gece, gölgeler düşürüyordu bozkırın beyazına. İçimin çoğul aldatmacasıyla geldiğim yerde görebiliyordum kendimi. Mavzerini sıkıca tutmuş bir adam, açılıp kapanan bu ıssızlıkta ne arardı ölümden başka?

Köpeklerin damarlarına işleyen korku, üstüme sirayet edince ürperdim. Doğrusu, onlar gibi kaçmayı düşünmedim değil. Ancak bu zelil düşünceyi yediremedim kendime. Birkaç geniş adım atınca vadinin derinliklerini görebilecektim. Evvel baharda kardelen çiçekleriyle bezenen bu yamaçlarda köpeğim, delik deşik edilirken kurtlarca; onu yüzüstü bırakıp geri dönmenin pişmanlığı ağır olurdu. Şayet bu gece köpeğimden, yarın başka kıymetlimden vazgeçmek… Olur, iş miydi? San, vefa ölçüsünde artardı. Sırtı aşıp, aşağıları görmeliydim. Çıkmazda olmanın bedelini yaşamak istemiyordum bir daha. Yol ayrımların ruhumda açtığı çentikler yeterdi.

Yaşadığım anın kısa sorgusunu yaptığım sırada üç kurdun gölgesi düştü beyaz örtüye. Gözlerimin önündeydiler kanlı canlı. Öncüleri, kalp fişeğinin öldüremediği anaç kurttu. Üç kola bölündüler önce. Kanlı çengel dişleri, salyalı birer kılıç gibi parıldıyordu ay ışığında. Kemikleri titretircesine hırlıyorlardı. Her adımları ustacaydı. Bunca yıllık avcılığımda kurtları hiç bu kadar cüretkâr ve kararlı görmemiştim. Mavzerin kolunu kurdum alelacele. Namlusunu sağ kanattan gelenin alın çatına sabitledim. Diğerlerinden bir adım önde durdu. Boynunu öne doğru iki kat uzatmıştı. Tüm kuvvetini göğsünde toplamak için küçültmüştü bedenini. İçimden, "Benim celladım olmayı aklına koymuş." diye geçirdim, "Yemin billah beni haklayacak veya kendini öldürtecek bana." Gözlerindeki kıvılcımlar vahşet yüklüydü. “Elime düştün, haydi bakalım! Bozkırın hâkimi kimmiş, göreyim. Sen misin elindeki delikli demire ve heybetine güvenen? Kıtır kıtır doğrayayım seni, gör bakalım!" İğneleyici bakışlarıyla konuşuyordu benimle açık açık. Beni öldürmenin hesabını yaparken kinini döküyordu gecenin eteğine.

Sinsiydi, kanlıydı, ahit bozucuydu. Bilse ki benim ölümüm onların sonu olacak, gene saldırır mıydı, bilinmez. Kanı gözlerine giren bir kurttan merhamet beklenir miydi? Nafile… Fazladan bir av kucağına düşmüştü. Kaçırır mı hiç kart zebani? Soyunun sopunun çıngırağa vurulacağını duysa da vazgeçmezdi. Doğru zamanı bekliyordu sanırım. Üzerime atlayıp boğazıma sarılması birkaç saniyesini alırdı en çok. Yavrunun karnını deşip kanlar içinde bırakan; bana neler yapmazdı ki… Üstelik sayı ve yer olarak avantajlıydılar. Tongaya düşmek denirdi bu halime. Tecrübesizlik değil, öfkeye yenik düşmek…

Aklımdaydı, şubat ayında bozkır kurtlarının gözü karalığı. Hayata kalmak için durmadan can alırlardı. Yiyecek bir şey bulamadıkları an içlerinde birini muhakkak kurban ederlerdi. Bozkırda daima tedbirli olmayı bize salık veren büyüklerimiz, "Duygular, aklın yerini aldığında insan çokça hata yapar, mağdur olur…" Hele ki hayat memat meselelerinde bu tespit daha çok ehemmiyet kazanırdı.

O kış tüfeğimi zulaya dolu kaldırırdım daima. Haznede topu topu beş fişek… Bu yöntem doğru değildi. Biliyordum barut gazının eksilmesi fişeği kalp yapardı. Mekanizmada duran fişek şişerdi, en kritik noktada namluya sürülmezdi, inat ederdi. Güzde yaşanan elim hadise buna mecbur etmişti beni. Mücbir sebeplerden ötürü yaşanan zorunlu haller… Diyelim ki haznedeki fişeklerden biri veya birkaçı daha kalp… İlki patlamamıştı. Zaten geriye kalmıştı dört… Yazgımın belirleyecek olan bunlardı biriydi ya da hepsi.

Bodur çalılıklardan başka tezatı olmayan kalın beyaz örtüye kanım mayalansa arkamdan ne söylenirdi kim bilir… Ölümün hayırlısı, makbulü… Bilakis ruhum hicap duyardı toprakta. Bozkırın orta yerinde kurtlar tarafından parçalanmak ile biten yazgıyı, tanrım hasmıma da vermesindi. İşkilliydim ister istemez. Kurt şekline bürünmüş ölüm meleği karşımdaydı. Bir kalp fişek, hayırsız son demekti. Bedeli bir asra sığdırılacak bir an… Parmağımın boğumunda çeliğin soğukluğu, bıyıklarımda kırç, rengim soluk, sırtımda soğuk ter… Kıyısındaydım birbirini doğuran iki ırmağın. Ala şafağın laciverdi göğünde son yıldızlar da sönmek üzereydi. Kimsecikler desen hak getire... Kapıların kilitleri yerli yerinde… Kan uykusuna yatmış köy, kim bilir hangi düşün içindeydi.

"Tevekkel ya Hızır!" deyip derin bir nefes alırken sopsoğuk kesildi içim. Bastım tetiğe nişan almadan. Bu kez ilkinin aksine pıstlamadı fişek, "tep" sesiyle sırtı aşıp Cinli Vadi’nin derinliğine doğru yol aldı. Avını kollayan kart zebani, seri bir hamleyle havaya sıçrayıp döndü yerinden. Yalpaladı fişeğin rüzgârıyla ama düşmedi, çarçabuk toparlayıp vadinin dimdik yamacına koyuverdi eğri gövdesini. Kalın çam kütükleri delip geçen "beşli" kurşununu yeseydi şayet doğrulamazdı bir daha. Oracıkta ölür, kaskatı kesilirdi kırcın üstünde.

Iskalamıştım apaçık. Çünkü fişeğin çıkardığı sesten hedefi vurup vurmadığımı bilecek kadar tecrübeliydim. Artık son cephaneme dokunmaya cesaret edemedim. Kirli bir sona ramak kala bahtım dönmüştü. Ölüm kokan o sırtta durmamalıydım. Etrafı kolaçan etmeyi bırakmadan köye doğru geniş adımlarla ilerledim önce. Bozuntuya vermemeli, kararlılığımı yitirmemeliydim. Fakat korku öyle bir kılçıktır ki insanı kendinden geçirir, işlemez hale getirir. Hamsin gecesinin perdesine düşen "kırç kırç" sesleri yeniden çoğaldığında, küçük vadinin düzlüğünü koşarak geçiyordum. Gömütlerin kıyısına varmıştım.

Soluğum donmak üzereydi. Her nefeste boğazım lime lime yarılıyor gibiydi. Durdum. İki büklüm eğildim kalp atışlarımı dindirmek için. Aniden bütün seslerin kırp diye kesildiğini fark ettim. Gecenin ritmi, yıldızların şemalı, ayın şavkı, ağaçların dinginliği rayındaydı. Bozulan hiçbir şey yok… Az önce yürek paralayan feryatlar, gürültü patırtı bozkırın yüzünde silinmişti. Benimle yürüyen, susan sesler… Som sessizlik. En ürküncü, anaç kurdun gözlerinde büyüyen o korkusuzluğun beteri işte bozkırın dilsizliğiydi. Her şey sustuğu vakit, ruhların üryan saati yaklaşmış demekti. Geriye baktım. Düzlüğün ortasında durmuş üç kurt… İblis kılığında her biri… Takibi bırakmamışlar. Vazgeçmemişlerdi gözlerine kestirdikleri avlarından. Aynı hırsla, iştahla gözlüyorlardı beni.

Ölümüne hazırdılar dövüşmeye ve alt etmeye insanoğlunu. Üçüncü fişeğin sağlam olduğunu umut ederek namlunun ucunu tepelerine doğrulttum ve aralarına rastgele sıkıverdim.

Mavzerin namlusunda çıkan kurşun, bir ok yılanı gibi döne döne tısladı, vadinin beyaz yüzüne otağ kuran derin sessizliği yarıp geçti. Kurtlardan biri acıyla ürüyünce yeise kapıldılar ve geldikleri yöne doğru kaçtılar. Ben de eve doğru seğirttim. Sonuncusunu sıkma gereği duymadım artık. Şartlar benden taraftı. Eminim ki o anaç kurt, mavzerde son bir fişeğin kaldığını biliyordu. Menzili gözü kesse gene gelirdi.

İşte, bir fişek, eğer kalp değilse, yaşamın garantisi olabiliyordu bazen. Gecenin başlangıcında içimi daraltan huzursuzluğun müsebbibi buymuş meğerse. Ölümün koca ağzından son anda düşmüştüm. İlk defa kendimi bu denli uzağında hissetmiştim yaşamın. Kapıya geldiğimde üzüncüm biraz kırıldı.

Anne köpeğim yara bere içinde olsa da kurtulmuştu kurt kapanından. Ölü yavrusunun başında yaşlı gözlerle bekliyordu. Mecali kalmamıştı tıpkı benim gibi. Yanına çömüp keskin dişlerle yolunan kanlı tüylerini okşadım. Diğer iki yavru samanın muhafaza edildiği ot duvarların kuytularında saklanmışlardı herhalde. Çıt çıkarmıyorlardı. Büyük safkan köpeğimi alamamıştım gözü dönmüş canavarlardan.

Öfkeliydim. Yarından tezi yoktu. Kurtların üç ağızlı inine gidip onlarla nasıl hesaplaşacağımı kurmaya başladım kafamda. Hepsine öncülük eden anaç kurt, ocakları bir daha söndürmeden onu sağ yakalamalıydım.

Geçen güz, Çoban Garip’in sürüsünden yirmi koyunu telef etmemiş miydi? Bir yıllık çobanlık hakkı için köylülerden aldığı kuzulardan bir kısmını diyet olarak veren Garip’in o ağlamaklı halini düşününce iki kat dellendim.

"Ardıllarına ibretiâlem olsun diye boynuna çıngırağı geçirip seni öylece bozkırın ortasına salmasam bana da Alişer demesinler!" diyerek öfkemi kustum göğün gri çeperine.

Hayvanlara eziyet etmek kendini bilen bir avcıya yakışmazdı. Birinden birinin ahının tutup tutmaması da mesele değildi. Son vukuatlarıyla hadlerini aşmışlardı. Her ne olursa olsun, zalimlik yapan belasını bulmalıydı. İnsan ya da hayvan… Yarım asırlık ömrümün değişmez kaidesi buydu. O kurtla yeniden göz göze gelmek istiyordum. Mademki dişe diş, kana kandı. Artık kimin taşı diğerininkini yerse… Bozkırın çıngıraklı yılanı boldu, bir de kurdu olsa ziyanı olmazdı. Mağlup olmak birimizin ke(a)deri… Anne köpeği olduğu yerde bıraktım. Yal yedirme işi sonraya kalacaktı. Hele bir kendine gelsindi de ona göre yaralarına merhem bulunurdu.

Gün ağmadan tüfeğimi çam sütunun içine saklamalıydım. O keşmekeşi duymamak mümkün değildi. Eblehler, yollara düşmeden bütün kanıtları ortadan kaldırmalıydım. Doğru yol neydi, bilmiyordum. Burnuma iyi kokular gelmiyordu. Ne olursa olsun, kurban ben olmayacaktım. Kodese dönmeyecektim bir daha. Şayet bana kurulmaya çalışılan tezgâh tutarsa kanun kaçaklarının mesken tuttuğu dağlara vuracaktım deli gönlümü. Çaresizlik mengenesinde ezilip büzülen ruhumu iyileştirmek ancak böyle mümkün olabilirdi.

Geleceklerdi sabahın keskin rüzgârı uçarı aklını toplamadan. Belki de falakaya yatıracaklardı gün ortasında. Varsın, gelsinler… Onlar da iyi bilirlerdi ki ağzımı bıçak açmayacaktı gene. Yivli yalnızlığımdan doğan bin bir kuruntu… Kafamda dönüp dolaşan her şey iç içeydi.

Gün ne getirse bahtıma... Bozkırın şiltesinde dört dal ölüm… İkisi kırılmıştı. Büyük köpek ve enik… Benimse kararsız yıldızım düşmeye ramak kala çivilendiği vaktin sularında kalmıştı. Başsız bir belanın sarmalından sıyrılmıştım hamsinin ahraz gecesinde. Açlıktan kuduran kurtlar, kanımı dökmeden çekilmişlerdi inlerine. Nihayet hayattaydım. Baht doğuran döngü, benden yana tavır almıştı kuşkusuz. Sırtımda ağır yükü cümle ervahın… Lakin iyi şeyler olmayacaktı gecenin kıl çadırı kalkınca çetin bozkırda.

Sonsuz bir uykunun pençesinde huzura kavuşanlardan olmak isteğiyle "Sabah ola hayrola…" diyerek yatağıma döndüm. Oysa açıktır ki henüz kuruntuları alt etmeye muvaffak olamamıştı insan soyu. Bilinçte yuva yapmış düşüncelerin, yürekte nasır tutmuş gamı unutmak kolay değildi. Uykuyla deneyecektim arınmayı bir kez daha. Üst üste yığılan gailelerin şifası buydu.

Yelkovan ve akrep çın çın öterek geçmişlerdi rakamların sabit ve metalik coğrafyasından, ben uyurken. Kaskatı kesilen şafağın ısıran alazı dinince kısa ömürlü bir gün doğmuştu. Sis ve güneş iç içe geçip soluk sarıyla çevirmişti yitik yüzünü göğün. Kuzu çobanı olarak kapımızdan girip çıkan Hüseyin’in sesiyle başımı yastıktan kaldırdığımda öğleüstüydü. Bozkırın pusarık yüzü kabuğunda demleniyordu.

"Alişer ağabey," dedi çekinerek "Fatma ana seni uyandırmamı istedi. O maksatla seni rahatsız ettim. Kusurum varsa affola."

Kapının eşiğinde mahcup bir takınmış duruyordu.

Uyku yorgunu bir sesle, "Bir mahsuru yok Hüseyin," dedim ve ekledim: "Uyanıktım zaten."

Gülümsedi ve "O zaman ben işlerime geri döneyim." diyerek gitmeye yeltendiği sıra, "Hüseyin, sen bu gece neredeydin?" diye sordum.

Sualim karşısında önce tuhaf bir biçimde şaşaladı. Sonra kendini toparlayarak, "Evime gitmiştim. Niçin sual ettin ağabey?" dedi. Sesinde mahcupluk…

"Ehemmiyeti yok çok da Hüseyin. Gece olağandışı bir şey olup olmadığını öğrenmek istedim.

Birazcık düşündü. "Sanırım bir iki el silah atıldı."

"Köyün içinden mi?"

"Bunu bilmek çok güç ağabey! Uzaklardan atılıyor gibiydi fişekler."

"Hımmm… Cansızdı diyorsun."

"Sanki öyleydi."

Bu mevzuyu kurcalamadım. Hüseyin o saatte uyanık olduğuna göre başkaları da geceyi yırtan mavzer sesini duymuştu muhakkak. Gelelim, Çoban Garip’in beş evladından en büyüğü Hüseyin’e… Aklı başında, cevval bir çocuktu. Kendini bildim bileli kapılarda kuzu çobanlığı yapıyordu. Adı, işiyle özdeşleşen babasının yolunu seçmişti bir nevi. Ekip biçecekleri tarlaları, arazileri yoktu. Elde avuçta bir şey olmayınca çobanlığı geçim kapısı olarak bellemişlerdi.

Ben içeriye düştüğüm zaman, babam, eli ayağı olsun diye, yaz kış yanında tutmaya başlamıştı. Çocukcağız; anamın, babamın sözünü hiç ikiletmemiş, tez vakitte ikisinin de güvenini kazanmıştı. O gün bugündür hep yanımızda…

Hayatımızın bir yerinde kötü zamanlar yaşandı tabii ki. Geçmiş, kalbimin küçük dili çoğunlukla… Hep yaşarım. Önce o dökülür söze. Uzak bir memleketin mahpusunda tahliyem yeniden ertelenir mi, yatarım yakılır mı diye telaş içindeyken Hüseyin daha sabi... Umutsuzlukla didişen bir kader mahkûmuyum ben de.

Ve nihayetinde çilenin bitmesine üç ay kala babamın aramızdan göçüp gittiği haberi geliyor koğuşuma. Yazgımın en yaralayıcı, ağır hadisesiyle sarsılıyorum. Malta’nın açık göğünden bir kuş gibi uçup gitmek istiyorum. Duvarlara, mazgallara vura vura parmaklarım kırılıyor, derisi yüzülüyor ellerimin. Düşmanımın başına gelmesinden üzünç duyacağım keder gelip yüreğime çörekleniyor. Sonra esaret bitiyor bitmesine fakat kolum kanadım eksik… Nasıl direneceğimi bilmiyorum dışardakilerle. İçeriyi öylesine kanıksamışım ki iskarpinlerle basıyorum her yere. Hücrelerim tıka basa elektrik yüklü… Olur, olmaz yerde çarpılıyorum kendi kendime.

Babamdan sonra da Hüseyin’i yanımızda tutmaya devam ettik. Koca bir delikanlı olduğunda güvenilir bir ulaktan farksızdı, her deliğe girer çıkardı. Hasımlarımın başkasının eliyle beni ortadan kaldırmayı planladıklarını onun sayesinde öğrenmiştim. Zamanının çoğunu bizde geçirirdi. Her işe el atardı. Gözünün kestiğini yapardı. Eksik gediği tespit eder, yapılacakları planlardı. Belli bir görevi olmasa da evin küçük kâhyasıydı diyebilirim.

Sırlarımıza aşinaydı fakat silah konusunda hasımlarıma açık vermek istemediğimden ötürü evdeki bir fişeğin varlığından dahi haberdar olmasını istemezdim. İlkesel bir mesele…

Yatağımdan kalkıp üstümü giyindim, saçımı başımı düzelttim. Şakaklarımdaki kırçılların gitgide çoğaldığını fark ettim. Geceden bu yana olmuştu belki de.

Sofaya geçince Fatma ananın orada beklediğini gördüm. Elinde küçük bir güğüm tutuyordu.

"Hayrola ana?" dedim gülümseyerek.

Yılların tortusunu taşıyan benzi aynı ayarda güleç bir hal aldı.

"Sana sıcak su getirdim. Yüzünü yunman için." dedi.

"Aman anacağım niçin zahmet ediyorsun. Sanki elim kolum tutmuyor. Bir daha istemem."

"Ne yapayım oğul, analık işte!"

"Hemen de alınganlık etme anacığım." deyip kollarımı omuzlarına sardım. Sırtımı yasladığım tek duvarımdı onca yakınım arasında. İstenmeyen bir hırgür başlasa, mavzer fişekleri taş duvarlardan orasından burasından sekse, yanımda dimdik duracağın bilirdim. Yüreğimin gücünü, yaşam ısrarımı ondan alıyordum.

Dışarı çıkar çıkmaz dişi köpeğimin sığınak bellediği ot yığınına doğru seğirttim. Geceleyin tanık olduğum kurtlarla köpeklerin boğuşmasından kalan izler silinmemişti. Kardaki kırmızı beneklerin üzerinde gezinen birkaç tavuk… Köpeğim, ot duvarının güneş gören yerinde uzanmış, mecalsiz yatıyordu. İki yavrusu da yanındaydı. Korkuyla bakıyorlardı etrafa. Anne köpek beni görünce başını kaldırmak istedi fakat gücünü toplayamadı. Yavrular kısacık kuyruklarını sallaya sallaya koşup geldiler yanıma; ayaklarıma, bacaklarıma yumuşacık tüylerini, patilerini sürdüler.

Annenin vücudu lime lime olmuştu. Hüseyin, köpeğin yaralarına kantaron yağı ve koyunların kurtlanmış yaralarına, pullanan derilerine kullandığımız katran sürmüştü. Gündüz gözüyle bakınca nasıl bir badire atlattığı daha iyi anlaşılıyordu hayvanın.

Köpekle ilgilendiğim sırada Hüseyin geldi.

"Ağabey," dedi, "Kurtlar fena parçalamış dişiyi. Büyük köpekle bir yavru kayıp… Sabahleyin Cinli Vadi’nin sırtlarına doğru uzanan izleri takip ettim. Fakat köpekten bir işaret bulamadım."

"Kan man yok muydu kar örtüsünde?" diye sordum.

"Hem kan izleri vardı hem de yolunmuş tüyler." dedikten sonra cebinden çıkardığı fişek kapsülünü bana uzattı: "Bir de bunu buldum gömütlerin berisinde."

Fişek kapsülünü avucuma alınca Hüseyin’le göz göze geldik. Bakışları, "Ağabey, dün gece yaşananlardan haberim var. Mavzerin de sen de olduğunu biliyorum." der gibiydi.

Zararı yoktu onun bir şeyler bilmesinden. Kurcalamadım bildiklerini çünkü ona itimadım tamdı. Ekmek yediği, kıymet gördüğü kapının sofrasına bıçak vurmazdı, kapının sahiplerine sırt çevirmezdi herhalde. Ser verip sır vermezdi benim bildiğim Hüseyin.

Köpeğin başında çömüp ot duvarına yaslandım. Kalın bir sis bulutu çekilmişti ufuklara. Boşluklardan sızan güneş ışınları sicim gibi gerilmişti yerle gök arasında. Çıplak ağaçların dallarında etrafı gözetleyen karga ailesi… Kış boyunca biriken kül yığınlarını eşeleyen serçeler… Tabakamdaki sarılı tütünlerden bir dal çıkarıp yaktım. Bir tane de Hüseyin’e uzattım.

"Estağfurullah ağabey." deyip saygısından almak istemedi tütünü.

"Al iç," dedim, "gardaşım sayılırsın."

Kendisine uzattığım dalı utana sıkıla aldı ve cebine koydu yavaşça.

"Hüseyin bu köpek kurtulur mu?"

"Zor görünüyor ağabey. Sabahleyin bir şey yediremedim. Boğazına kurt tüyü yapışmış olabilir."

"Peki Hüseyin, köyde kurt fakı ve takrak bulabilir miyiz?"

"Bilemem ki… Sormam lazım Tahir amcanın çocuklarına."

"Mezradan Eğri Boyun Tahir’i diyorsun. Evladım o öleli çok oldu."

"Doğrudur, ağabey… Onun çocukları da iyi avcılar."

"Babanın halinden ders almamışlar yani."

"Sanırım."

"Umuyorum ki hayvanlara eziyet etmezler. Biliyorsun değil mi Tahir’in niçin o lakapla anıldığını?"

"Babam anlatmıştı ağabey, sürekten ayırdığı kurda boyun felci geçirtip sonra da öldürücü darbeyi kalın değneğiyle indiriyormuş kurdun kafasına."

"Öyleydi, ovayı kar bürüdüğünde bunu çokça yapardı. Atlı av… Kurdu, postunu bozmadan avlamak maharet ister.

Tahir’in yaptıklarını düşününce dün geceden beri aklıma koyduğum takrak işini tekrar geçirdim zihin süzgecinden. O ara eniklerden biri belki de birkaç gün içinde ölecek annesini kurumuş memelerinden süt sağaltmaya çalışıyordu. Anne ölü gibi… Yavrusunu doyuracak bir damla sütü yok… Bu dram, planımdan beni vazgeçirecek bütün merhamet duygumu anında elimine etti. Eve geçerken tembihledim Hüseyin’i. Yavrulara koyun sütü içirmek elzemdi. Anne bu haliyle onları besleyemezdi. O keskin ayazda anında ölürlerdi.

Ertesi gün, uyanır uyanmaz Hüseyin’in bulduğu takrağa çelik bir halka taktım. Fakın sustasını birkaç kez kurup bozdum. Denedim. Saat gibi işliyordu. Güçlü vuruyordu ve oldukça sertti. Hazırlığımı tamamlamıştım akşamdan. Fişekleri tek tek ayıklamış kalp olanları eski bir beze sarmıştım. Müsait bir zamanda güneşe serip deneyecektim birkaçını. Çünkü beşli fişeği bulmak müşküldü artık.

Vakit öğleye varmak üzereydi. Bir öncekinin ikizi bir gün; gri, sisli… Hüseyin’le kimseye görünmeden yola çıktık. Peşimize kırmızı tüyleri kısacık, ipince bir tazı da takılmıştı. Ayağımızda hedikler… Sisi yararak ağır ağır ilerliyorduk. Gün batmadan kurtların kış mevsiminde kullandıkları üç ağızlı kuyuların olduğu sırta varıp fakı kurmalıydık. Görüş açısı giderek kapanıyordu.

Yolun yarısına geldiğimizde Hüseyin telaşla "Ağabey! " dedi "Oldu ki kurt sürüsüne denk geldik, onlarla baş edebilir miyiz?"

Gülerek karşılık verdim: "Elindeki sopayla on köyün vahşi köpeklerini dize getirirsin. Kurtlar ne ki…"

Yüzünün rengi açılır gibi oldu. "Ağabey, köpeklerle belki… Fakat bu dağların kırçıllı kurtlarından korkarım ben. Vahşilikte sınır tanımazlar. "

"Aman evladım, sen meraklanma. Onlar da adamını tanır. Eğer ki gözleri kesmiyorsa görmezlikten gelirler. Bela oldukları doğru… Lakin zora düştükleri ya da kanlarının döküldüğü yerde katiyen durmazlar."

Nedendir bilinmez. Hüseyin işkilleniyordu köyden uzaklaştıkça. İnsanların farklı korkuları olabilir. Lakin ondan bu yönlü bir tavır görünce pek şaşırmıştım.

Fukara çocuk, içini ferah tutsun diye hep işin kolay tarafından söz ettim. Belki de ilk avıydı. Sisin hâkimiyetinde süren bu kar, boran mevsiminde kurtların peşine düşmek belaya koşmakla birdi. Her yamaçta yüzlerce iz bırakıp avcıların kafasını karıştırmayı başaran bu asil canavarlar yamandı.

Birbirine karışmış vahşi hayvan izlerini takip ederek kurtların bölgesine ulaştığımızda sis biraz seyrelmişti. Güneş, arada bir önümüze, ardımıza düşerek varlığını belli ettiriyordu. Bozkırı kuşbakışı gören oval bir sırttı. Sağındaki taraçalardaki yabani armut, elma ağaçları dizi diziydi. Diğer tarafı kil duvarları yer yer bodur çalılar ve çekemle kaplı yardı. Karın düzlendiği noktada iki büyük oyuk görünüyordu. İz dolaştıran tazı, sivri burnunu kardan çıkarıp havayı kokladı, tiz bir ciyaklama çıkardı, öne atıldı. Fakat akıllı tazı bizden uzaklaşmadı. Kurt sürüsünün gözcüsü yakınlardaydı ve bizi görmüştü muhtemelen.

Hüseyin heyecanlı ve kısık bir sesle: "Ağabey, diplerine fazla girmesek iyi olur." dedi.

Ona takılmak maksadıyla sordum: “Niçin Hüseyin, yoksa korktun mu?"

"Yok, ağabey! Senin yanındayken neyden korkacağım."

"Ha, böyle ol evladım! Gözünün yağını yiyeyim!"

Mavzeri göstererek, "Sana bunu kullanmayı da öğreteceğim. İyi bir atıcı olursun. Sen de o göz var."

"Bakabilir miyim mahsuru yoksa…"

Ona tüfeği uzattım. Eline aldığı kundağı sedefli, namlusu gümüş aplikeli ve tezyinatlı mavzeri pürdikkatle inceledi ve gülümsedi muzipçe: "Çok güzel bir tüfek ağabey!" dedi.

Bitişik nizam oyukların içini kontrol ettik, çevresini aradık taradık. Eski ve yeni izler birbirine karışmıştı. Çalılara takılmış tüyleri inceledik. Evet, yuva onlarındı fakat burayı hangi aralıkta mesken tuttuklarını bilemedik. Kafa bulanıklığı baş gösterince paslı fakı en uygun yere iki demir kazıkla sabitledik. Her hâlükârda iş görecekti. Çuvalda taşıdığımız tavuğu çıkarıp kestik. Kanını etrafa damlattık. Gövdesini, yerinden kolayca çıkmayacak biçimde fakın çengeline geçirdik. Canına susayan gelip tavuğun lezzetine bakacaktı. Şansı olan bir tarafını kaptırmayacaktı tuzağa. Daha doğrusu, onların bileceği işti. Hangisinin aklı nasıl eserse… Benim ereğim belliydi. Yaşlı canavarı canlı yakalamak… Semiz bir tilkinin nefsine yenilmesine de bir şey diyemezdim. Feci halde canı yanardı.

İki gün sonra gelip kontrol edecektik kurduğumuz fakı. Anaç kurdu sağ yakalasam takrağı geçirecektim boynuna. Diğerlerini incitmeden azat ederdim.

Eve dönüş güzergâhında kuyruğu ve bir kulağı sağlam, üçte ikisi yenmiş bir ceset gördük. Düşüp parçalandığı yerin karı dümdüzdü. Kulak yapısından köpek olmadığı, iki oda büyüklüğünde bir alanda kıyasıya ölü kalım savaşı verdiği anlaşılıyordu.

Böğrünün kalan kısmını inceleyince bir delik dikkatimi çekti. Diş izine benzemiyordu. Postun orasını çakıyla kesince kemikte bir kırık tespit ettim. Kesinlikle mavzer yarasıydı. Vücudun derinliklerine giren çekirdeği bulmak mümkün olmadı. Gövde bütünlüğü bozulmuştu. Kafatasından hareketle kurdun, dişi olmadığına kanaat getirdik. Çünkü lider bir kurdun kafası bu büyüklükte olurdu ancak. Gece, karşı karşıya geldiğim üç kurttan biriydi sanırım. Dişi olsa geri dönüp kurduğumuz düzeneği bozardım. Tavuk da tazının midesine inerdi.

Vakit akşamı bulmuştu eve döndüğümüzde. Yorgunluktan, bitkinlikten takatsiz düşmüştüm. Hüseyin’i doğruca evine gönderdim. Mavzeri özenle kovuğuna kaldırdım. Belli mi olurdu, bakarsın bir cemse ani baskın yaptı. O hengâmede ata baba yadigârını nereye saklardım, nasıl kurtarırdım. Bütün fenalıklar sakin vakitlerde tezahür ederdi. Ben tedbirimi alayım da cemsesi, muhbiri varıp gelsinler kapıya. Fatma ananın bereketli sofrasından üç beş lokma atıştırıp odama çekildim. Dün, bugünden daha ağır… Yarın ne olurdu kim bilir.

Nice badirelere kapı aralayan hamsin gecelerinin esrarı sürmüş, ay düğümlenmişti. Uzun bir uykudan sonra gelen hafiflik... Sabahın ilk güneşi, çiçekli perdelerden yansırken kalkıp ayakyoluna gittim. Köy, yalnızlığını kirpiklerden taşıyan bir vaziyette günü karşılamanın telaşındaydı. Birkaç damın bacası tütüyor. Kerpiç duvarların kovuklarında inleyen serçelerin avazı kırıktı, ezgileri lirik… Darı yoksuluydu kovuklar. Bulutlu havaların yumuşaklığı yoktu. Güneş çiğ, soğuk keskin… Bozkırın yüzü pürüzsüzdü, som beyazdı.

Baştan ayağa örtünmüş dağlar mağrur ve sessiz… Kafamda dünyanın yetmiş yedi halinden görüntülerle dolanıp duruyordum. Birinde anaç kurt… Onu canlı canlı yakalayıp boynuna takrak geçirmişim, bozkıra salmışım. Diğerinde bir tilki var. Açlığa dayanamamış, tavuğa atlamış. Yakalanmış faka. Beklemiş, beklemiş aç açına. Yanı başındaki tavuğu yemeye eli varmamış. Yetişene kadar kurtlar onu faktan çekiştire çekiştire alıp yemişler tavukla birlikte.

"Acaba, ne oldu dün kurduğumuz kapan?" suali tekrarlanıyordu bilincimde.

Hüseyin ortalıkta görünmüyordu. Fatma anaya, "Bu sabah gelmedi mi işinin başına?" diye sordum.

Şaşkınlığını gizlemeden başını salladı Fatma ana: "Hiç gelmezlik etmezdi." diye karşılık verdi, "Şifa mı kaptı acep…"

"Onu çağırmaya birini yolarım." deyip içeri geçtim.

Aradan bir vakit geçmişti. Aynı düşün içerisindeydim hâlâ. Evin dış kapısı tıklanınca birkaç kez, gerçeğe döndüm. “Hüseyin’dir gelen. Kapı arkadan sürgülüyse biri açar birazdan.” diyerek oralı olmadım.

Dışardan, "Fatma Kadın, oğlun evde mi?" diye yabancı bir ses duyuldu ardından. Yerimden kımıldamadan sese kulak kabarttım. Dış kapı açıldı. Avluda gittikçe kalabalıklaşan sesler anlamsızlaşınca hırkamı omuzlarıma atıp dışarı çıktım.

Kapıda Sarı Başçavuş ile iki er duruyordu.

"Hoş geldin çavuşum, içeri buyur." deyip elimi uzattım ona.

Elimi gönülsüz bir tavırla tutan Çavuş, "Acelemiz var Alişer." dedi buz gibi sesle, "Bizimle gelmen gerekecek şimdi."

"Bir sorun mu var çavuşum, gene ihbarda mı bulundular?"

"Karakol kumandanının emridir. Orada öğrenirsin."

Üslubundaki sertlikten anlamıştım beni almadan gitmeyeceğini. "Çavuşum, üstümü giyinip geliyorum." dedim.

Geri döndüğümde Fatma ana ağlamaklı bir halde, çavuşun ağzını arıyordu. Çavuşu, iyi biliyordum, rüşvetçinin ağababasıydı. Beni apar topar almaya geldiğine göre kesesini sağlam doldurmuşlardı. Köy yolunda bekleyen arkası açık vasıtaya yürürken bir kat daha kalabalıklaştık. Konu komşu, eş, dost akraba eten bir çit gibi sardı etrafımızı. Vasıtanın arkasındaki karşılıklı oturaklardan birine oturdum. Yanımda beş silahlı er... Başım, bin bir örüntünün boşluğunda zonkluyordu. Kalp fişekler ve insanlar, damın küflü yalnızlığında idam fermanımı beklerken genel afla ölümden yırtanlar, yıllar yılı isnat edilen suçun kurbanı, mühürlü sabıkası takrağı olanlar, bin çemberden geçen kurtlar… Fatma ana telaşlıydı, avuçlarını göğe kaldırmış dua ediyordu.

Vasıta, buzlu yoldan kaymamak için ağır ağır hareket etti, dönemeci geçince tüm anılarım gözden yitecekti. Sanki temelli ayrılıyordum buralardan. Ve yaşamın ve özgürlüğün son demindeymişim gibi bir hissiyatla köyüme, evlerine dağılmak üzere olan insanlara yeniden baktım. Gençler, yaşlılar, çocuklar; rüzgârda kuruyan, ayazda çatlayan, güneşte yanan ve pul pul dökülen ak, kara, sarı, kumral benizler; gamlı, sevinçli… Tanıdık, bildik bir yüz haricinde hemen hepsi koşarak gelmişlerdi. O yoktu içlerinde. "Yazık, çok yazık. Yüzlerce, binlerce…" diyebildim içim acıyarak. İşte o an, dünyamdaki her şey tersinden akmaya başladı ve ihtiyar, kuru bir ağaca döndü ömrüm.


Nihat Altun

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page