top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nuray Elçin- İnci Küpeler

Üç saat süren toplantı, alkışlar ve tebriklerle sonlandı. Ben de o alkışlayanlar arasındaydım, yüzümde bana yabancı bir gülümsemeyle iki elimi, avuç içleri tam birbirine denk gelecek şekilde hızlıca çarparak Meltem’in terfisini alkışladım. Onun yüzündeki gülümseme ise çok tanıdıktı, dudak kıvrımları, tebrik eden kişiye olan yakınlığına göre tebessüm ve kahkaha arasında gidip geliyordu.

Herkes tebrik ettikten sonra, alkışlamaktan kızaran ellerimi sıkarak yanına gittim, sıkıca sarıldım.

“Bunu çoktan hak etmiştin, tebrikler.”

Parfümünün kokusu genzimi yaktı.

“Akşam kutlama yapacağız, kimseye söz verme!”

“Akşam çok önemli bir işim var.”

Sarılmayı bıraktı. Şaşırmıştı. Kırmızı ruja bulanmış kocaman ağzındaki geniş gülümseme hemen söndü. İki kaşının arasındaki kısa çizgi ortaya çıktı. Yaptığım bir şeyi, söylediğim bir sözü, giydiğim bir kıyafeti, saçımı; benimle ilgili herhangi bir şeyi beğenmediği zaman hep o kısa çizgi belirirdi.

“Ne işi?”

Ondan daha önemli bir işim nasıl olabilir ki?

“Ah! Uzun hikâye, sonra anlatırım.”

“Sen bilirsin.”

Kırıldı, haklı elbette. Yıllardır beklediği terfiyi almış, başka kimseyle değil benimle kutlamak istemiş. Hemen pişman oldum. Yeniden sarıldım.

“Söz en kısa zamanda telafi edeceğim.”

“Tamam, önemli değil.” diye kestirip attı. Topuklarını yere vura vura diğerlerinin yanına gitti.

Bu sefer biraz daha yüksek bir ses tonuyla, her akşam telefonda saatlerce dedikodularını yaptığımız diğer iş arkadaşlarımıza sordu.

“Eee, akşam nerede kutluyoruz?”

Her ağızdan bir mekân ismi çıktı. Meltem, hepsinin fikrini tek tek değerlendirdi, birini bile atlamadı.

“Orası kalabalık olur!”

“Orası çok gürültülü!”

“Geçen ay bir yerden bahsetmiştin adı neydi?”

En sonunda ortak bir yerde karar kılındı. Ben olduğum yerde öylece durdum. Kıpırdayamadım. Sabah yan masasında çalıştığım en yakın arkadaşım, artık genel müdürümdü. Nasıl hitap edecektim? “Siz? Hanım? Efendim? Buyurun? Nasıl isterseniz?” hangisi iş saatlerinden sonra yine en yakın arkadaş olmamıza daha az zarar verecekti? Mesela bilmem kaçıncı kez terk edildiğinde, omuzumda salya sümük ağlarken, “Efendim o adam için değmez, üzülmeyin” mi diyeceğim ya da “Meltem Hanım, siz daha iyilerine layıksınız, zaten sizi hak etmiyordu” diyerek mi avutacağım onu. Bunları düşününce canım iyice sıkıldı. Toplantı salonundaki yoğun neşeden bir an önce kurtulmak isteyip masama döndüm.

O gün mesai bir türlü bitmedi, hep mi bu kadar uzundu, bugün mü böyle oldu anlayamadım. Yelkovan ve akrep yerlerine ulaşır ulaşmaz kimseye görünmeden çıktım. Boğazımda bir acılık, bir tıkanıklık, keskin bir şeyler vardı. Bundan kurtulmak için biriyle konuşmam lazımdı. Böyle durumlarda Meltem’i arardım, tabii bu sefer olmaz. İstemeyerek annemi aradım. Telefon yine hiç açılmayacakmış gibi uzun uzun çaldıktan sonra tam kapatacakken bezgin bir “Alo” sesi duyuldu.

“Anne nasılsın?”

Aslında daha sorarken duyacağım bütün cevapları biliyordum. Hep aynı, mutsuz ve bıkkın ruh hali. Her şeyden şikâyet etti, anlattı, anlattı ve bir saatin sonunda “Sen nasılsın?” diye sorabildi. Gündelik birkaç şeyi anlatırken araya asıl konuşmak istediğim şeyi sıkıştırdım. Sıradan bir şey söyler gibi, “bugün iş çok yoğundu”, “bugün hava serindi, sıcaktı” der gibi söyledim. “Meltem genel müdür oldu.” Arkasından gün içinde olanları hızlıca ve yine sıradan bir şeymiş gibi eklemek istedim, ama annem hiç fırsat vermeden konuşmaya başladı.

“Aferin kadına, bu devirde işini bileceksin,” dedi. “Sen de otur şimdi düşün bakalım,” diye devam etti. “Aynı okullara gittiniz, aynı zamanda işe başladınız, neden ben değil de o oldu diye bir düşün bakalım.”

Boğazımdaki o acılık, tıkanıklık gözlerime yükseldi. Annem duymak istediklerim neyse onların tam tersini söyledi, hem de hiç susmadan, hiç durmadan. Çünkü beni tanıyor. Bütün hayatım boyunca kaçtığım ne varsa önüme sunmakta üstüne yok. Daha fazla dayanamayıp telefonu kapattım. “Ne güzel, çok sevindim,” deseydi, “Meltem çalışkan, hak etmiştir mutlaka,” deseydi. “Benim yerime de tebrik et,” deseydi ben de bütün gün ne saçmaladım diye kendime kızsaydım keşke. Ama şöyle bir düşününce cevabını çok iyi bildiğim halde neden ben değil de o diye sormadan edemedim. Meltem bende olmayan her şeye sahip; aynı okula gitmenin ve aynı zamanda işe başlamanın değiştiremeyeceği şeyler bunlar. Bir kere kendine olan güvenini daha yüzüne bakar bakmaz anlarsınız. Bir toplantı sırasında karşınızda durup konuşurken sizi dünyanın yuvarlak değil de kare olduğuna ikna edebilir. Herkesle özenle ilgilenir. Öyle ilgilenir ki onunla konuşurken kendinizi dünyanın en önemli insanı sanırsınız. Bir işi sonuna kadar en düzgün şekilde tamamlamadan uyumaz, dinlenmez, rahat edemez ve hepsinden öte çok güzel bir kadındır. Yan yanayken siyah ve beyaz gibiyiz bu yüzden benimleyken sahip olduğu her şey daha fazla öne çıkıyor. Meltem beyaza büründükçe ben daha çok karanlığa savruluyorum. Sorduğum sorudan da aldığım cevaptan da memnun olmuyorum.

Duşa girip güzelce hazırlandım, genel müdür olduğu için neredeyse benden iki kat daha fazla maaş alacak olan sevgili arkadaşıma bir çift inci küpe aldım. Bir akşam iş çıkışı beğenmiştik. “Senin yüzün çok yuvarlak, küçük küpe yakışmaz sana,” demişti. Yine kaşının ortasındaki o çizgi ortaya çıkmıştı. Bana yakışmayan her şey nedense en çok ona yakışıyordu. Gün içinde karar verilen mekânın kapısından girdim. Oturdukları masaya el salladım. Hediye kutusunu uzatıp,

“Nasıl kandırdım seni ama!” dedim.

Beni gördüğü için gerçekten mutlu oldu. Kutuyu açıp küpeleri hemen taktı.

“Sensiz kutlama olmazdı zaten,” deyip yanındaki sandalyeye oturttu beni. Bütün gece eğlendik.

Ertesi hafta yeni Genel Müdür olarak ilk toplantısını yaptı. Birlikte çalışırken söylediğimiz bütün küçük yalanları, yetişmeyen işler için sıraladığımız bahaneleri, şikâyet ettiğimiz her şeyi uyarı cümleleri olarak sıraladı. Üzerinde siyah elbisesi, kulağında benim hediyem inci küpeler, kaşlarının ortasında o sinir bozucu tek çizgi, emirler yağdırdı.

Öğle yemeklerine birlikte çıkmıyoruz, akşam için planlar yapmıyoruz. En yakın arkadaşınız müdürünüz olunca hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. İlk gün onu alkışlayan diğerleri de fısıltılarla, mırıltılarla, devrilen gözlerle ondan bahsediyor, hepsini duyuyorum ama kalkıp onu savunacak tek bir söz söylemiyorum.

Kapısını iki kez çalıp odasına girdim.

“Akşam bir saat erken çıkabilir miyim?”

“Yeni projenin yarın masamda olması lazım, bugün olmaz.”

Hiçbir şey söyleyemiyorum, tam çıkacağım sırada, “Fatma Hanım’a söyler misin bana bir kahve yapsın.” Telefonu kaldırıp tek bir tuşa basarak isteyeceği kahveyi benim söylememi istiyor, en yakın arkadaşı olduğum için…

Ona aldığım inci küpelerin aynılarını çantamdan çıkarıp takıyorum. Aynaya bakarken kaşlarının ortasındaki çizgiyle yansıması beliriyor.

“Senin yüzün yuvarlak sana yakışmadı!”


2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page