top of page

Öykü- Nurcihan Kıratlı- Mirzanya, Laventia, Zafirya

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 6 gün önce
  • 5 dakikada okunur

Otuz dokuz yaşındayım. Yalnız yaşıyorum. Hiç evlenmedim. Bir odam var. İçinde kitaplar, duvarlara astığım haritalar, masamın üzerinde yarım kalmış notlar, gidilmemiş yolların izleri var.

Halbuki insan, bir şehre fazladan bir gün bile katlanamayacağını hissetti mi, gitmeli. Gitmeli çünkü bazen şehirler soluk alınamaz hale gelir. Sabah uyanınca gördüğün duvar aynı duvardır ama başka türlü bakar sana. Kahve fincanını koyduğun köşe, pencerenin önüne her sabah konan kuş, öğle saatlerinde geçen kamyonun çıkardığı gürültü, ilk günler fark etmediğin ama zamanla ruhuna bir diken gibi batan detaylar olur. Her şey sıkıntıya dönüşür, bir ağırlık yapar göğsünün tam ortasında.

O yüzden gitmek istiyorum.

Nereye mi? Bilmem. Ayaklarımı Ekvador’a mı basacağım, kuzeyin sert rüzgârları mı vuracak yüzüme, Akdeniz kasabasında mı yürüyeceğim balıkçılar sabaha karşı ağlarını toplarken? Kim bilir, hiç bilmediğim bir şehrin, adını duymadığım bir sokağında kaybolacağım. Kaybolmak güzel şeydir. Yol bulma mecburiyetin yoktur. Bir durak aramazsın, belirlenmiş bir yönün olmaz. İnsan bazen sadece yürümek ister.

Söylemiştim, duvarlarım hayalini kurduğum yolların haritalarıyla dolu. Eskimiş, solmuş, kenarlarına notlar iliştirilmiş haritalar. Masamın üstü seyahat dergileriyle kaplı. Tren tarifeleri, uçak saatleri, kullanılmamış biletler…Dünyanın her köşesi hakkında az çok fikrim var. Hangi şehirde sabah kahve kokusu hangi sokaktan yayılır, hangi müzeye pazartesi günleri bedava girilir, hangi meydanda iyi bir sokak müzisyeni çalar… Biliyorum. Ama bilmek yetmiyor.

Bir plastik dünya var avucumda. Döndürüyorum. Parmağım Arjantin’de duruyor.

Şimdi oradayım.

Uçsuz bucaksız düzlükler. Sert bir rüzgâr. Temiz ve soğuk hava.

Gökyüzü masmavi, ufuk sonsuz. Bulutlar seyrek ve dağınık. Evita Peron’un ruhunu yansıtan bir melodi gibi esiyor rüzgâr,

Tarih ve tutku havada asılı kalıyor.

Benim de yanımda biri var.

Bir yabancı.

Gerçekten yabancı. Farklı bir dilden, farklı bir geçmişten, bambaşka bir hayatın içinden gelen biri.

Onu tanıyor muyum? Hayır. Ama hayalini kuruyorum.

Bana hayran olsun ama boyun eğmesin. Gözlerime uzun uzun baksın ama içinde hükmetme isteği olmasın. Sessizliğimi anlasın. Çünkü ben her zaman konuşmam. Ama konuştuğumda sesimi gerçekten duysun.

Ellerini cebine sokarak yürüyen adamlara hep ilgi duymuşumdur. Biraz uzak, biraz düşünceli. İçinde fırtınalar kopan adamlara.

Acaba bir İskandinav mı? Yoksa bir Fransız mı? Ya da hiç bilmediğim bir ülkeden.

Geniş omuzlu. Sesi biraz kalın. Kibarlığı doğuştan.

Onunla dünyayı dolaşacağım. Sabahları yabancı bir dilin içinde uyanacağım. Kafede oturup sessizce kahvemizi içeceğiz. Gözlerimiz buluşacak, kelimelere gerek kalmayacak. Tren istasyonunda bekleyeceğiz. Yağmurda yürürken saçlarımız ıslanacak. Sonunda göz göze gelip gülümseyeceğiz.

Ona anlatacak çok şeyim var. Ama acelem yok. Çünkü her şeyin bir zamanı var.

Günün birinde yabancı bir ülkede uyanacağız. Kahvaltıda daha önce tatmadığımız ekmeği yiyeceğiz. O sabah başka bir şehre geçeceğiz. Ve belki de bir yerde durmaya karar vereceğiz.

Kim bilir? Kalmam gerektiğini anlayacak mıyım?

Sanırım hiç durmayacağım.

Daha önce bir kere bile valizimi alıp gerçekten gitmedim. Hep kalakaldım. Oysa bu yaşa kadar kaç kere “gideceğim” dedim, bilmiyorum. Saymadım. Saymak, insanı gerçeğe yaklaştırır. Bense hep biraz hayalin içinde yaşadım.

Gitmek hep aklımda ama sanırım sadece kendimi avutuyorum.

Haritamın başına geçtim yine.

Bazı ülkeler eksik kalmış gibi.

Sanki içlerinden bir ruh alınmış.

Kimileri gri, kimileri renksiz, çoğu birbirine benziyor. Aşk eksik. Tutku eksik. Hikayeleri unutulmuş… İnsanların birbirine inandığı, sevmenin zorunluluktan çıkıp bir içgüdüye dönüştüğü, ölümsüz duygulara sahip bir yer yok bu dünyada. Fazla gerçek, fazla sıradan.

O yüzden kendi ülkelerimi yarattım.

Mirzanya.

Denizleri gümüş renginde. Ay ışığı suyun yüzeyine yansıyor, yol gösteriyor. İnsanlar sadece fısıltıyla konuşuyor. Bağıranların ruhu küçülüyor. Sessizlik burada sadece bir kural değil, bir erdemdir; yankılanan tek ses, dalgaların şarkısıdır.

Laventia.

Burada herkes, yaşlanmadan önce âşık olmak zorunda. Yoksa rüzgâr alıp götürüyor. Şehirde terk edilmiş sandalyeler, unutulmuş ceketler var. Âşık olmayı reddedenlerin bıraktıkları. Sevgi, bu topraklarda bir seçim değil; var olmanın tek yoludur. Burada sevgi, kök salarak yeşerir ve bir kez yeşerdi mi, onu hiçbir rüzgâr söküp götüremez.

Zafirya.

Her yer lavanta kokuyor. Gün batımları mor. İnsanlar akşamları dans ediyor, kimse kimseden bir şey beklemiyor. Burada herkes birlikte ama özgür. Zafirya’da bağlar, sahip olmadan kurulur; burada hiçbir şey zorunluluktan değil, içten geldiği için yaşanır.

Günün birinde beklediğim o adamla, kim bilir, oralarda karşılaşacağım.

Belki Mirzanya’da sessizce yürüyeceğiz.

Belki Laventia’da beni kaybetmemek için aşkı seçecek.

Belki Zafirya’da gün batımında benimle dans edecek.

Bana “Burada ne yapıyorsun?” diye soracak.

Ben “Seni bekliyordum,” diyeceğim.

O adam hangi ülkede acaba?

Ne yapıyor?

Gözleri kahverengi mi, mavi mi, hiç bilmiyorum. Yalnız derin bakıyor, ondan eminim.

Mesela şimdi Paris’te olsam, Seine kıyısında yürürdüm.

Bir kafeye otururdum Eyfel’e bakan.

Garson kahvemi getirirdi.

Tam o sırada bir adam otururdu yanıma.

Peki ya Paris’te bile içimde bir şey huzur yerine eksiklik bırakıyorsa?

Ya Seine kıyısında yürürken başka bir şey düşünmem gerektiğini hissedersem?

Tokyo düzenlidir.

İnsanlar sıraya girer, birbirine çarpmaz.

Lizbon dağınık.

Şarap şişeleri eğri durur, müzik biraz eksik çalar.

Peki, ben nereye gitmeliyim?

Bilmiyorum.

Sonunda bir tur programı buldum.

Gideceğim.

Roma’ya gideceğim.

Her şey hazır.

Vizeler, biletler.

Çok fazla sokağa çıkmama gerek kalmadan halloldu hepsi.

Bir süredir aklımdaydı.

Sokakları tarih kokan bir şehir.

Akşamüstü dar sokaklarda yürümek.

Aşk Çeşmesi’nin yanında oturup insanları izlemek.

Kolezyum’u gezmek.

Kahve, şarap, sıcak rüzgâr.

Artık bahanem yok…

Uçağım sabah sekizde.

Öğleden sonra çantamı hazırladım.

Küçük bir valiz.

Birkaç elbise, bir kitap, pasaport, biraz para.

Gece uyuyamadım.

Heyecandan.

Sabah oldu.

Vakit geldi.

Her şeyi üç kere kontrol ettim.

Ben her zaman üç kere kontrol ederim.

Bir üç kere daha kontrol ettim.

Kapıyı üç kere kilitledim.

Sokağa çıktım.

Bomboştu.

Adım attım, durdum.

Bir an düşündüm.

Eğer Roma’da kahvemi pencerenin kenarında bırakıp kulpunu düzeltemezsem?

Kulpu sola getirmeden içemem ki…

Eğer kaldırımların arasındaki çizgilere basmamaya devam edersem?

Çizgilere hiç basamam ki…

Otel odasında yatağın yerini değiştiremezsem?

Yatak kapıya doğru bakmamalı ki…

Ellerimi defalarca yıkamazsam? Yeterince temiz olmaz ki… 

Eğer hayal ettiğim o adamla orada da karşılaşamazsam?

Gitmek, hayatımın dizginlerini elimden bırakmam demek.

Dizginleri elimde olmayan her şey ürkütüyor beni.

Çünkü güvenim, her şeyi tekrar ettiğimde var gibi geliyor.

Ama ya orada da bunları yaparsam? O zaman rahat gezemem, kendimi bırakamam ki…

Belki de tüm bunlar, odamda oturup yalnızca hayal ettiğim için böylesine güzel.

Bir bilet almak kolay.

Zor olan, kalkıp cesaret edebilmek.

Çünkü gitmek; bütün bunları, yani kendimi burada bırakmam demek.

Oysa benim, kim olduğumu anlayabilmem için bile onlara ihtiyacım var. Onlar olmadan kendimi tanıyamam.

Ayaklarım geri çekildi.

Sokak çizgilerine basmadan geri adım attım.

Eve döndüm.

Kapıyı kapattım.

Çantayı bıraktım.

Üzerimde hala mantom var.

Saatler geçti.

Sabah oldu.

Yine pencerenin kenarında oturuyorum.

Kahvem elimde soğuyor.

Fakat bu sefer fincanı çevirmiyorum.

Eğer çevirirsem, Roma’ya gidemediğimi bir kez daha hatırlayacağım.

Eğer çevirirsem, Paris’in sokaklarında asla yürüyemeyeceğimi bileceğim.

Eğer çevirirsem, Tokyo’nun ritminde kaybolamayacağımı kabul etmem gerekecek.

Eğer çevirirsem, Lizbon’da bir meydanda oturup sadece nefes almanın mümkün olup olmadığını asla öğrenemeyeceğimi fark edeceğim.

Umutlarımı henüz tüketmiyorum.

Mutlaka ama mutlaka o hayalimdeki yabancı aşkı da bulacağım.

Bu yüzden çizgilere aldırış etmeden, insanların yüzüne gözümü kırpmadan bakarak yaşamanın nasıl bir his olacağını düşünüyorum.

Bana çok zor gelse de o kahve fincanını hiç kıpırdatmıyorum.

Haritayı yeniden açtım.

Bir gün gideceğim.

Ama bugün değil.

Ve belki de en güzel şey gitmek değil…

O güne kadar nerelere gideceğimi hayal etmek.

Comments


bottom of page