top of page

Öykü- Onurcan Irmak- Bir Dışarı Çıksam

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 4 gün önce
  • 5 dakikada okunur

Yazın geldiğini geç saatlere kadar kararmayan gökyüzünden anlarım ilkin. Bitimsiz bir mavilik uzanıyordur yukarıda. İçine biraz da başına buyruk bulutçuklar karıştırdı mı, değme ressamın elinden çıkmış bir tabloya dönüşüverir. Güneş çekilmiştir ama ışık kendini esirgemez. Göğün bir dili olup seslenseydi yeryüzündekilere, “Ne kadar yorgun ne kadar halsiz hissetseniz de gün bitmedi. Işık hâlâ var, şöyle bir beni seyredip hayallere dalın,” derdi sanırım. Öyle ya bu güzel manzaraya sesler de yakıştırmak gerekir. Martıların ve kargaların bet sesleri göğün içinde yankılanır sürekli. Bir ekmek kurusunun bir simit parçasının peşine takılırlar. Bir süre geçer, soluklanacak yer ararlar haliyle. Martılar çatılara üşüşür. Kargalarsa her türden ağaca! Bazen de karşılaşırlar kaldırım taşlarının üzerinde.

Hemen hemen böyle başlayacaktım yazmayı düşündüğüm öyküye. Fakat apartmanımızın kapıcısı Halil olanca kuvvetiyle dış kapıyı çarpıp çıkınca zihnimdeki her şey dağılıverdi. Üzerine benim balkonda oturduğumu görünce bana doğru kafasını uzattı. Yüzü sitemliydi. “Bu saatte karpuz istedi şu yeni taşınan kadın. Bir de yarım olacakmış karpuzu! Olacak iş mi abi?” dedi. Eliyle havada daireler çizerek, cevap vermemi beklemeden ya da apartmandan biri duyar diye lafı uzatmadan arkasını dönüp yürümeye başladı. Halbuki ben de, “Olacak iş mi? Sanki mesai ücretin var Halil. İnsanlar ne anlayışsız ne bencil olmuş. Bari tam olsaymış. Yarım karpuz neyse!” diyecektim. O çoktan uzaklaşmış ilerlerken biraz önce övgüler düzmeye çalıştığım gökyüzüne bakarak söyleniyordu.

Halil söyleyince canım sulu sulu, şeker gibi karpuz çekmişti ya. Adama şimdi küfreder gibi “Bana da bir karpuz alır mısın?” demenin yakışık almayacağını düşünerek vazgeçtim.

İnsanlar gerçekten çok garip. Adamın kendine özel bir hayatı var mıydı yok muydu hiç düşünmüyorlardı. Sadece yeni taşınan Nergis Hanım’dan bahsetmiyorum. Tüm apartman böyleydi. Hem gece gündüz ne iş olsa çağırırlar hem de iş adamın maaşıyla ilgili zamma geldi mi kimsenin ağzını bıçak açmazdı. Kendi konforlarından başka bir şeyi düşünmeyen insanlar. Gerçi Nergis Hanım’ı ne görmüş ne de konuşmuştum. Peşin hüküm veriyordum ama görünen köy kılavuz istemiyor.

Öyle kendi kendime düşünüp konuşurken üstümü değiştirip çıkmış olsam mesela. Manavdan dönen Halil de önümü kesse...

“Nereye böyle abi dalgın dalgın?”

“Ne olsun yürüyüş yapıyorum. Çıkmışken de manava uğrayım, dedim.”

“Abi ben ne güne duruyorum? Sana da alırdım. Yorma kendini. İşimiz bu bizim.”

“Teşekkürler Halil. Hava almak istedim. Olursa bir ihtiyacım söylerim.”

“Peki abi. İyi akşamlar.”

“İyi akşamlar.”

Sallana sallana iki elinde yarımşar karpuzla yürüyordu apartmana doğru. Herhalde bir tam karpuzu ikiye böldürmüş olacaktı. Yarısı kendisine, yarısı yeni taşınan saat sekizde sipariş verme konusunda hiç tereddüt yaşamadan Halil’i çağıran Nergis Hanım’a.

Halil yarım karpuzu teslim ettikten sonra eve gider, karısı kapıyı açar, biri kız diğeri erkek olan iki çocuğu da karpuzu görünce babalarının boynuna sarılırlardı. Karısı hemen karpuzu alıp mutfak tezgâhının üzerinde dilimleyip buzluğa koyar, yarım saatte mühlet verirdi çocuklara. “Soğusun karpuz. Bekleyin olur mu yavrularım?” ya da “Karpuz soğuyana kadar ödevlerinizin başına geçin sonra yeriz.” derdi. Çocuk bunlar canım, ne ödevi. Yaramaz çocuklar yarım saati bir o yana bir bu yana koşturarak doldururdu şüphesiz. Ter içinde kalan çocukları gören anne çok sert olmasa da kafalarına hafiften vururdu. “Üstlerinizi değiştirin yoksa size karpuz yok,” diye hiddetlenirdi yalandan. Baba da anneye katılıp parmak sallardı mahsustan. Sonra annenin yere koyduğu büyük siyah benekli tepsinin içinde çenelerinde birleşen karpuz suyuna aldırmadan gülerek, keyifli keyifli yerlerdi. Baba birkaç dilim karpuz yiyip mutfağa geçerdi. Cebinden tütününü çıkarıp sarar, evlerinde var olan tek pencereden dumanını savurur, ah bir piyango vursa kurtulurum şu insanların isteklerinden, diye hayaller kurardı.

Ya Nergis Hanım aldığı yarım karpuzu ne yapardı? Ne yapacak, o muhakkak karpuzu, yanına peynir dilimleyip rakısının yanında meze niyetine yemek için aldırmıştı. Halil’i bu saatte bakkala gönderdiği için bahşiş bile vermezdi düşüncesiz kadın. Eski sevgilisini veya henüz konuşmaya başladığı sevgilisini düşünürdü o. Sofrasının fotoğrafını hiçbir şey yazmadan gönderir, kendini naza çekerdi. İçtikçe edepsizleşmenin haddi hesabı olmazdı Nergis’te.

Manava gelmiş olsam artık...

Ne kadar pahalanmıştı karpuz. Bir süre alıp almamakta kararsız kalmıştım. Nereden baksan bir tam karpuz üç yüz dört yüz lira tutacaktı. Benim neyim eksik diyerek tam bir karpuz alıp ağır ağır yürümeye başladım.

Yok bu paraya alınan karpuz hemen yenemezdi, yenmemeliydi. Halil’in karısı tepsiye dörtte birini koyardı o halde. Çocuklar karpuz biter bitmez mızıldanmaya başlar, “Karpuz karpuz anne karpuz yiyelim,” diye bağırırlardı.  Anne, “Karpuz bitti. Hepsini yedik,” derdi. Çocuk ya bu kanar mı?  Hele kız çocukları daha zekidir, o iki elini beline dayayıp “Hiçte bile buzdolabına koydun,” diye mutfağa yönelir, anne dayanamaz kolundan tutar oturturdu. Çocuklar zırıl zırıl ağlamaya başlardı. Var desen ertesi güne kalmaz. Yok desen nasıl susacaklar?

Baştan alıp gördüklerimizi duyduklarımızı unutalım. Mesela Nergis Hanım’ın eşi olsa…

Nergis Hanım’ın eşi evde bilgisayarla çalışır sürekli. Daha taşınalı bir hafta olduğu için onu görmek herkese nasip olmamıştır. Halil’i bu saatte manava gönderdiği için mahcuptur. Gözlerini yere eğer, başını sola yatırır, “Kusura bakmayın Halil Bey, sizi bu saatte manava karpuz almaya gönderiyorum. Nergis’in karnı burnunda yanından ayrılamıyorum. Canı karpuz çekti. Normalde kendim çıkar alırdım ama tek başına bırakamam,” derdi, Nergis Hanım’ın eşi olacak bey. Ve iki yüz lira bahşiş verirdi Halil’e. Halil ilk önce kabul etmezdi. Fakat Nergis Hanım’ın eşi olacak beyin ısrarlarına sonunda boyun eğer, kabul ederdi.

Apartmanın dış kapısını çarpmaz da usulca kapatırdı Halil. Ben bitimsiz gökyüzünün keyfini sürerken Halil’in çıktığını görürdüm. O da beni balkonda otururken fark eder, “Yeni taşınan Nergis Hanım yok mu? Karnı burnunda. Canı karpuz çekmiş. Eşi yanından ayrılamadığı için utana sıkıla beni manava gönderdi. Elime de para tutuşturdu. Keşke herkes böyle olsa,” derdi.

Ben de karşılık olarak, “Düşünceli nazik insanlara benziyorlar. Apartmanımızdan yana ne kadar şanslıyız değil mi Halil? Sanki herkes birbirini kırk yıldır tanıyor gibi,” derdim. Halil uzaklaşırken duraksar, gökyüzüne bakar, derin bir nefes çekerdi. Gözlerini kapatırdı ardından. Gökyüzünün ferahlığını iliklerine kadar hissederdi. Martılar onu tanıyormuş gibi etrafında pervane olurdu. Çocuklar şen kahkahalarıyla sokakta top peşinde koştururdu. Halil’in çocukları da artık doya doya karpuzu yiyebilecekti hem. Neden diye sorarsanız, Nergis Hanım’ın eşinin verdiği bahşişle tam karpuz alabilecekti.

Apartman kapısının önüne vardığımda bir sesin büyüyerek merdivenlerden aşağı indiğini duysam…

“Ne oluyor Halil? Ne bu acelen?”

“Abi ne olsun! Manava gidiyorum.”

“Manava mı gidiyorsun?”

“Evet abi. Nergis Hanım birkaç domates, salatalık bir de peynir istedi.”

“Ayıp ya bu saatte olacak iş mi?”

“Evet, abi ne yaparsın ekmek parası.”

İnsanlığın bittiğine o an kanaat getirmiştim. “İyi akşamlar,” dileyip uzaklaştı Halil. Ben de elimdeki karpuza mahcup bakışlar atarak daireme çıktım. Mutfağa geçtim. Dilimledim karpuzu. Lakin karpuzu ağzıma her atışımda Nergis’in o arsız gülüşüyle birlikte rakı kadehini yuvarlaması gözümün önüne geliyordu. Karpuz bitmiş bir de salatalık, peynir ve domates istemişti arsız kadın. Dememiş miydim meze eder diye?  Babalarına bir türlü kavuşamayan Halil’in çocukları gözlerinde yaşlarla uyuyakalmışlardı kesin. Ah aldın Nergis Hanım ah. Bu insanların ahını.

O Nergis şuursuzu rakı içer de ben içmez miydim? Tabi ki içerdim. Çıkarttım dolaptan rakıyı. Doldurdum bir duble. Bir dikişte mideye indirdim. Bir duble daha. İçtikçe öfkem artıyordu. Karpuzun yanına bir dilim peynir çıkarttım. Salatalık ve domates doğradım. Yumruğumu sıkmaktan parmaklarım ağrımıştı. Bu kadınla birinin konuşup, “Sen kimsin be hadsiz! Bu saatte adam manava mı gönderilir? Senin yüzünden adam çocuklarıyla bir şey yiyemeyecek,” demesi gerekiyordu. Yöneticiye söylesen, pısırığın tekiydi. Konuşacak kişinin sapına kadar adam olması gerekiyordu. Bankacı olan Rasim hayatta tenezzül etmezdi konuşmaya. Yok, yok olmayacaktı. Ben konuşurdum.

Merdivenleri üçer beşer çıkıyordum. Öfke dilimde ve yumruğumda birikmişti. Patladı patlayacaktım. Kapısının önüne geldim. Yapacağım konuşmayı hazırlıyordum. Söyleyeceğim cümleler ağzımdan yüksek sesle çıkmış olacak ki Nergis Hanım kapıyı çoktan açmıştı. Kalakalmıştım olduğum yerde. Büyülenmiş gibi bakıyordum Nergis Hanımcığımın güzel gözlerine. Ninniye benzer sesiyle, “Buyurun bir şey mi isteyecektiniz,” dedi. “Ne münasebet sizden bir şey istenebilir mi, siz bir şey isteyin emrinizdeyim,” demek istedim. Kendimi tuttum. Ne için geldiğini unutma Ayhan, diyordum içimden. “Siz siz…” diye kekelemeye başladım. Gülümseyerek, “İsterseniz içeri gelin bir kahve yapayım size. Sohbetimize içerde devam edelim komşum,” demez mi? Ağzımdan, “Tamam,” çıkıverdi.

Öyle güzel kahve mi yapılırdı? Yapmıştı. Bir yandan da sürekli beni süzüyor, gülümsüyordu. Göz koymuştu bana düpedüz. Kim der bu kadıncağız kötü diye? Külliyen iftiraydı. Ne var canım bir karpuz istemişse… Bu Halil her şeyden şikayetçiydi. Unutmuş olacak sonra da domates ve salatalık istemişti kadın. Ne var, insanın canı çekemez mi? Kahveleri içtikten sonra kalkmak istedim. Bırakmadı. İlle de durmamı istedi. Karanlık basınca korkuyormuş ürkek serçem. Ben ne güne duruyordum canım! Sabaha kadar beklerdim. Beklerdim de…

Halil, Nergis Hanım’ın sipariş ettiği yarım karpuzu almış manavdan dönüyordu. Biraz daha gecikse ne olurdu sanki? Üstelik gökyüzü hâlâ hayal kurdurmaya müsait bir mavilikteydi.


Onurcan Irmak

Comentarios


bottom of page