Öykü- Onurcan Irmak- Su Birikintisi
- İshakEdebiyat
- 2 dakika önce
- 7 dakikada okunur
Sirkeci Tren İstasyonunun bitişiğindeki çay ocağında çayımı içiyor, sigaramın dumanını denizden gelen esintiye savuruyordum. Hava kapalıydı. Yağmur bir kaç saat yağmış sonra kesilmişti. Herkese olur mu bilmem, yağmur yüklü kara bulutlar, gökyüzünde fazla gezinir, yağmurlarını indirecek yeri bulamazlarsa içime bir sıkıntı düşer. Dert edindiklerini dile getiremeyen insanlardır sanki bu bulutlar. Dökseler şu yağmurlarını her şey daha ferah olacak diye düşünürüm.
Kararmış ruh halimi savuşturmak için bir ses bir görüntü ararken buldum kendimi. Denizden gelen vapur düdükleri, martıların bet sesleri ve simitçinin seslenişi vardı etrafımda. Hoş her biri güzeldi. Lakin bende o güzelliği devam ettirecek hayal gücü yoktu herhalde. İçeriye çevirdim gözlerimi. Benden başkası yoktu çay ocağında. Çayımın yanına sigaralar yakıştırarak zamanı geçiştirmeye devam ettim.
Bereket fazla uzamadı arayışım. Kavruk tenli, kilolu, başında pembe yazması olan bir çingene kadın. İmdadıma yetişti. Hemen çaprazımda, kaldırımda oluşan küçük su birikintisine, dondurma kutusundan ne olduğunu göremediğim beyaz şeyleri alıp serpmeye başladı. Burada elbette bir tuhaflık yoktu. Çöp atıyor deyip geçebileceğimiz bir eylemdi. Takip eden eylemi şaşkınlıkla bir “Allah Allah!” çektiriyordu. Eğiliyor, gözlerini suyun yüzeyinde gezdiriyordu. Elindeki kabı temizliyor desem, değildi. Suyu avcuna alıp kutuya koyup kiri çıkartmak için ovalamıyordu ki! Daha çok bir göle veya bir akarsuyun sığlığına balıkları çekmek için yemleme yapıyor diyebileceğim türden bir eylemdi.
Şimdi de etrafına gizli bir iş çeviriyormuş gibi bakışlar atıyordu. Öyle sıradan eylemlerden söz etmiyorum kesinlikle. Bir gizi olmalıydı. Bu sıradanmış gibi görünen eylemin ötesinde bir şey. Tabi ya. Evet! Bir denize bir su birikintisine baktım. Eldeki verileri dedektif titizliğiyle inceliyordum. Su birikintisinin denizle bir bağlantısı gayet olabilirdi. Sur içindeyiz. Tarihin tozlu sayfalarından bir geçit ortaya çıkarıyoruz. Bizans döneminden ya da Osmanlı’dan kalma saraydan denize uzanan bir geçit olma ihtimali böylelikle kuvvetleniyordu. Fakat koca bir boşluk vardı. En yakın saray Topkapı’daydı. O halde, Topkapı’dan buraya, yani Sirkeci’ye kadar olan geçidin geri kalan kısmı neredeydi?
Düşündüm ve en mantıklı olanın; fizik kanunlarının aşındırmayla yetkilendirdiği, rüzgârın, yağmurun ve güneşin bu gizli geçidi, geçen zamanla birlikte Topkapı Sarayı’ndan Sirkeci’ye kadar olan kısmını aşındırıp yıkmış olabileceğine kanaat getirdim. Zelzeleler de tuzla buz olmasına yardımcı olmuştur kesin. Konumuz olan kısmıysa, denizin hırçın dalgalarının getirdiği deniz suyuyla dolmuş ve kaçış tüneli su yatağı haline gelmişti. Neden olmasın? Unutmadan! Geçidi tasarlayan mimar öyle bir numara yapmıştı ki, o dönemde büyücü diye anılmasına sebep olmuş, türlü zorluklara göğüs germek zorunda kalmıştı. Geçidin bağlantı noktaları sadece yağmur yağdığında ortaya çıkıyordu. Suyun kaldırma kuvvetini kullanarak tasarlandığı için yağmur yağmadığı zamanlarda geçidin giriş ve çıkışları sürgülü bir düzenekle kapanıyordu. Ola ki, saraydan gizlice çıkmak isteyen üst kademe bir zat, yağmurun yağmadığı bir zamanda geçidi kullanmak istedi diyelim, sadece bu iş için görevlendirilmiş olan tulumbacıbaşı gelip bolca su basıyor ve geçit açılıyordu.
Nasıl düşünüp yapmıştı? İnanması güç doğrusu! Bu önemli şahsın adını keşke bilip yazabilseydim. Ne yazık ki tarihin tozlu sayfalarında kaybolmuş olmalı. Ruhu şad olsun. Geçidin sırrına ve tarihine vakıf olduğumuza göre dönelim kahramanımızın su birikintisiyle ilk karşılaşmasına. Marttı. Yağmurun kesilmesine yakın, öğleden sonrayı bulan bir vakitteydi. Elinde, yaprakları kararmış gülleriyle dolaşıp gördüğü her çiftin erkeğine, “Abe almaz mısın bir gül şu güzelliğe!” diye musallat oluyordu çingene kadın. İstiklal Caddesi’nden Karaköy’e; Galata Köprüsü’nden Eminönü’ne ardından yorgun argın Sirkeci’ye atmıştı kendini. İyice ıslanmıştı yağmurun altında. Ki gecesine yatak döşek hasta olacaktı.
Derken, su birikintisinin dibine kadar gelmiş bulundu. Ellerini beline dayamış soluklanıyordu. O sıra, bir istavrit balığı rüzgârla su birikintisine sürüklenen ekmek parçasının kokusunu almış, midesine indirmek için tüm tehlikeyi göze alıp kafasını çıkarmıştı buradan. Balığı o sıra fark etti çingene kadın. “Tövbe bismillah,” dedi. Dişini tıklattı, kulağını çekti ve kıçını kaşıdı. “Gördünüz mü siz de?” dedi etrafındakilere. Kimse onu umursamadı. Dizlerini büküp baktı suya. Balık, karşısında çingene kadının kocaman vücudunu görünce ürktü ve yemi kapıp suyun derinliklerine daldı. Şaşırmıştı çingene kadın. Gözlerini ovuşturdu. Korka korka hatta gözlerini kısarak elini daldırdı suya. Güneş açmış, yağmur kesilmiş ve geçit ne yazık ki kapanmıştı. Çingene kadının parmakları parke taşına dokundu.
Gözleri irileşti. Geri çekildi. Kafasını sağa sola sallayıp gözlerini su birikintisinden ayırmadan uzaklaşıyordu. Siftah yapamadan, korkusu yüreğinde kocasının yanını tuttu. Eve varınca daha kapının ağzında gördüklerini soluksuz anlattı. Kocası, “Yavaş salla kadın. Yıllardır orada bir geçit olsa senden önce kaç kişi görürdü,” dedi. Mantıklıydı. Kadın, “Açtım, yorgundum. Herhâlde gözüm yanıldı,” diye karşılık verdi. Kocası onu deli sansın istemiyordu. Fakat öte yandan gördüklerinin gerçek olduğunu adı gibi biliyordu.
Karısının anlattıkları akıldışı gelse bile içine gittikçe büyüyen meraklı bir kurt düşmüştü. Yemek yiyip yatağa geçene kadar aklından çıkmadı duydukları. Uzun uzun daldı uzaklara. Yatağa girince de değişen bir şey olmadı. Uyku uğramadı gözlerine. Yatakta dön Allah dön. Baktı olmayacak, gecenin kör vaktinde, yatağından kalktı. Çingene kadın sese gözlerini açtı. Hasta haliyle, “Nereye gecenin bu saatinde?” diye sordu. “Uyku tutmadı. Senin şu balığı gördüğün yere gidiyorum,” dedi. Kadın, “Gecenin bu saatinde ne yapacaksın, gitme boş ver,” dediyse de nafile. Adam üzerine iyice eprimiş montunu alıp çıktı.
Şehir rüyasında türlü hayallere dalarken geliverdi, Tarlabaşı’ndaki evinden karısının tarif ettiği su birikintisine. Karanlıktı. Yorulmuştu. Sokak lambasının getirdiği loş ışıkla aydınlanıyordu çevresi. Birikintiyi seçti gözü. Küçülüp kalmıştı. “Olsun,” dedi adam ve devam etti, “Bizimkinin anlattığı doğruysa balık buradan da geçebilir!” Yanında getirdiği bayatlamış ekmekleri parçalayıp serpti birikintiye. “Bende akıl yok ya merak işte,” diyordu şimdi de.
Ellerini arkasında birleştirip yürüyor, sonra bir kıpırtı varmış gibi birden suya eğiliyor, elini suyun dibine götürüyor, parkeye dokununca, “Manyak bu kadın nelerin peşine düşürdü beni,” ya da, “Aklıma sıçayım niye geldiysem uyumak varken,” diyordu. Bir süre geçti. İyice keyfi kaçtı adamın. Çömeldi olduğu yere. Hava iyiden iyeye soğumuştu. Bırakıp gidemiyordu. Ya ondan önce başkası bulursa orayı!
Suya bakarken dalmaya başladı. Gözleri kapanıyor, çömeldiği yerde ileri geri sallanıyordu. Aksi gibi yağmur çiselemeye başlamıştı. Söylenerek kalktı. Biraz ilerde, simitçinin seyyar arabasının tentesi vardı. Oraya sığındı. Şimdi gitse miydi? Kalsa mıydı? Sırılsıklam olmuştu yağmurdan. Karısı zaten hastalanmıştı. Kendisi de hasta olursa kimse bir hafta evden dışarı adımını atamazdı. Ama mendil satmayla, su satmayla ömür mü geçerdi be! Kilo kilo balıkları tutup satmak, biraz rahatlamak vardı işin ucunda. Son bir kez bakacaktı.
Yağmurun altında, titreyerek ilk gördüğüne göre büyümüş su birikintisinin dibine geldi. Gözlerini kapattı. Dizlerini kırıp ellerini uzattı suya. Sanki derinleşmişti. Daha derine itti parmaklarını. Bir şeyler dokundu avcuna. Gözlerini açtı. “Ana bizim kadın delirmemiş,” dedi. Gülüyordu kendi kendine. Bir sürü istavrit dönüp dolaşıyordu suyun yüzeyinde. Uzattı elini onlara. Ne kadar yumuşaktı derileri. Usulca yakaladı bir tanesini. Karşı koymamıştı balık. Kenara bıraktı. En az iki kilo ederdi. Besili bir istavritti. Satacaktı ya da yarın akşama yiyecekti. Bir daha daldırdı elini suya. Bir şıngırdama duydu. Korktu. Birisi mi geliyordu? İyice süzdü etrafını. Kimsecikler yoktu. Balığa baktı. Sapsarı parlak bir taş balığın ağzının hemen kenarında duruyordu. Aldı eline taşı. Gözlerine bir yakınlaştırdı bir uzaklaştırdı. “Kafayı yemediysem altın bu,” diyordu. Cidden altındı. Adam, “Lan zengin olduk,” diye bağırdı. İrkildi yine. Ağzını kapattı. Birileri duysaydı fena olurdu! İn cin top oynuyordu Allah’tan. Bir oh çekti. Hemen cebine attı altını.
İki üç balıkta işin ustası olup çıkmıştı adam. Eline gelen her balığı alıyor, dışarı çıkartıyor, ağızlarından dökülen altını cebine koyuyor, balığı geri suya bırakıyordu. Cepleri yedi sülalesine yetecek kadar altınla dolmuştu. Balığın kendisini ne yapsın artık! Yürüyebilecek miydi eve? Yürürdü canım niye yürüyemesin. Yalnız adamın durmaya niyeti yoktu. Yatlar, katlar, arabalar düşlüyordu. Daha fazlası daha fazlası olmalıydı ki bir daha açlıkla uğraşmamalıydı. Balıklar adamla aynı düşünmüyordu tabii. Yorulmuşlardı. Dinlenmek istiyordu hepsi. On derken beş derken bir an geldi, hiçbir balık kendini göstermedi. Adam sinirlendi. “Hadi lan nerdesiniz? Biraz daha toplayayım altınları. Kendinize mi saklayacaksınız sanki!” diyordu, sanki balıklar yüzeye çıkacaklarmış gibi… Omzuna kadar daldırdı kolunu. Yok. Kafasını suya sokup gözlerini açtı. Dipsiz karanlıktı. Çıkarttı kafasını. Sinirlenip suyun yüzeyini tokatladı. Gene yok. Ayağa kalktı. Cebini yokladı. Yine ellerini arkasında bağladı. Hesap kitap yaptı. Yok, yetmezdi altınlar.
Suya tekrar eğildi. Başını soktu. Gözlerini açtı. Bulmaya çalıştı balıkları. Yoktular. Dizlerini iyice büktü. Bu sefer beline kadar sokmuştu vücudunu. Ne ses ne görüntü vardı. Ya risk alacaktı ya altınları oracıkta bırakıp gidecekti. Gitmeyi ne kadar istese de içindeki ses onu bırakmadı. Hayatları kurtulacaktı sonuçta. Kaçıramazdı. Balıkların altınları nereden aldığına bakıp hemencecik çıkacaktı. Elbet bir membaı vardı altınların. Ondan geriye doğru saydı ve bıraktı kendini geçidin içine. Bir şey olmazdı ona. Boğazın en azgın sularında yüzmeyi öğrenmemiş miydi?
Göz gözü görmez suyun içinde ilerledikçe ilerledi. Hemen birkaç kulaçta altınların karşısına çıkacağını düşünmüştü oysa. Geçit bir daralıyor bir genişliyordu. Kalbi göğsünden fırlayıp çıkacak gibiydi. Geri gitmeye çalıştı ama vücudunu döndürecek kadar genişlik yoktu. O anda sonunun dipsiz bir geçitte nefessiz kalarak geldiğini düşünüyordu. Sonra, öldükten sonra yani, balıklara yem olacağı geçti aklından. Korkuyla geçidin duvarlarına tutunarak daha derine itiyordu kendini şimdi. Üçüncü itişinde başını yere çarptı. Küçük bir “Ah” çıktı ağzından, kimsenin duyamayacağı. Ancak şansı vardı. Tünelin yatay kısmına gelmişti. Kafasını kaldırdı. Saçlarının havayla temas ettiğini hissetti. Ağzını yukarı kaldırıp nefesini tazeledi. Keşke geri dönebilseydi. O küçücük boşlukta ağlamaya başladı. Derin bir nefes aldıktan sonra geldiği yere baktı. Silme karanlıktı. Giriş çoktan kapanmıştı. Geçit dediğinin binbir türlü yolu vardı. Mecbur devam edecekti. Çıkışı bulmak için her bulduğu boşlukta nefes alıp el yordamıyla sağa ya da sola sapıyordu. Nihayet başını yine bir boşluğa kaldırdığında oranın mağaraya benzer bir yer olduğunu anladı. Çekti vücudunu yukarıya. Gözünü yoğun sarı parıltılar aldı. Elini siper etti. Aklına sığmayacak kadar altın önünde seriliydi. Oturdu. “Al lan sana altın. Ne bok yersen ye şimdi. Kim bilir nerede bu sıçtığımın çıkışı,” diye kalan nefesiyle söylendi. O kadar yorulmuştu ki olduğu yere kıvrıldı. Ne yapacağını düşünemeyecek haldeydi. Neyin geleceğini ya da neyin olacağını bilemeden gözlerini kapadı.
Çingene kadın kocasının gidişi ardından tasasız uyudu. Hasta olmasının uyumasının üzerinde etkisi azımsanamazdı tabii. Ertesi sabah uyandığında yanının boş olduğunu görünce telaşlanmadı. Yatakta alnına koyduğu sirkeli bezlerle ateşini atmaya çalıştı. Öğleden sonra ayaklanıp bir şeyler yiyince aklına düştü kocası. “Kim bilir nerede sürttü yine,” dedi. Uyuyup uyandı sürekli. Saatler geçip akşam olduğunda toparlanmıştı. Kocasının hâlâ olmayışı onu telaşa sürükledi. İki oğlunu dışarı saldı. “Koşun babanızı arayın bir,” dedi. Çıktı onların ardından. Çingene kadın ilk önce İstikal’i boydan boya yürüdü. Sonra Cihangir’e bakındı. İndi Karaköy’e. Oradan Haliç. Sonra Kasımpaşa’ya uzandı. Yorulmuştu. Bankın birine çöktü yorgun düşüp. Çıkarttı sardı bir tütün. Üfürürken dumanı dünkü konuşmaları geldi aklına. “Hah, bir oraya da bakmalı o zaman. Kesin oradadır. Duydu tabii beleş balığı... Bırakır mı?” dedi. Keyiflenmişti biraz. Dizlerine vurup ayaklandı.
Gerisin geri yürüyüp Karaköy’den tramvaya bindi. Birikintiye geldiğinde etrafına şöyle bir baktı. “Aman canım sen de. İçine düşmemiştir ya!” dedi. Eğildi, merakla yokladı birikintiyi. Vurdu birkaç kere parkeye. Yoktu bir şey! Acaba yanlış yere mi bakıyorum diye gözlerini karo taşların üzerinde gezdiriyordu. Sarı, küçük böyle kıvılcım gibi bir parlaklık gördü akşamın karanlığında. Gözlerini kıstı. “Allah Allah,” dedi. Aldı eline. “Altın değil mi bu!” deyip cebine attı. Dayanamadı. Çıkarttı cebinden. Sararmış dişleriyle ısırdı altını. “Altın bu altın,” diyordu. Bir anlığına sevinç sardı içini. Çöktü olduğu yere. Nereden geldiğini bilemediği bir korku sevincini bozdu. Kocası neredeydi? “Başına kesin kötü bir iş geldi bu adamın,” diyordu. Arandı bakındı ama çaresiz eve dönüş yolunu tuttu. Bir kocasını düşünüyor bir cebindeki altını yokluyordu. Kocası gelsin ona gösterecekti altını. Altın küçükte olsa elbet bir şey ederdi. Eve geldi. Gözleri yaşlandı. Ne yapacaklardı şimdi?
Akreple yelkovanın birbirini takibi hız kesmeden devam ediyordu. Her gün aradılar adamı. Polise gittiler. Yok. Eşe dosta söylediler. Haber çıkmadı. Çaresiz çingene kadın ne yapsın? O günden bu yana ne zaman yağmur düşse şu İstanbul’a, elini beline dayar, sağa sola devrilen vücuduyla gelir, bir umutla yoklar geçidi. Hem balığı arar hem kocasını…
Diyerek tamamlıyordum açığa çıkarttığım su birikintisinin öyküsünü. Yağmur diye diye yağmuru çağırmıştım herhalde. Tek tük atıştırmaya başladı. Kalksam iyi olacaktı. Gözlerimi içeri çevirdim. Gezinen çaycıdan hesabı istedim.
Onurcan Irmak