Öykü- Orhan Çatma- Ayakkabılar
- İshakEdebiyat
- 2 gün önce
- 7 dakikada okunur
Körfezin koyu dalgaları kabara kabara kıyıyı dövüyor. Ne öfke ama! Hırçın dalgalara esir iki vapur, balıkçı tekneleri... Nefes almaya çalışan insan gibi ışıkları batıp çıkıyor. Yıldızlar iri dalgalarda pul pul yansıyor. Çürük nemli ahşabın ve kıyıya yeşil örtü gibi serilmiş yosunların kokusu yayılıyor. Teknelerin iskeleye direnen iplerinden gıcırtılar yükseliyor. Sanki bir ikisi ha koptu ha kopacak.
Ocak ayında kıyıya sert vurur rüzgarlar. Yaz esintilerinin yumuşak dokunuşlarına pek rastlanmaz. Bu havaları sevmez kimse. Diğer yandan güneş yüzünü birkaç saat gösterse iğne atsan yere düşmez insan seli peyda oluverir. Sevmem öyle kalabalıkları. O insanların doğayla bağları sahteymiş gibi gelir. Soğuk kış günlerinde, rüzgârın kuzeyden ya da batıdan esmesine pek aldırış etmezler. İskeleyi aşan dalgalara bakarak hayaller kurmazlar. Yaz insanlarıdır onlar. Bu çoğunluk karşısında, bir de mevsimin hiçbir koşulu kendileriyle geçirdikleri zamanı bozamazmış gibi davrananlar vardır; yağmur çamur demez, fırtına boran demez ait oldukları köşeye, ufka uzanan yalnız bir manzaraya kurulurlar. Haftada iki üç akşam kendilerini deniz kenarına atmadan yapamazlar. Böyle bir gecede etrafı kolaçan ettin mi; karanlıkta iki, bilemedin üç kişi görünür. Hızlı adımlarla gelip geçenler kendini bir bakışta belli eder. Onlar denize, iskelenin yalnızlığına, hatta insanlardan kaçıp bir köşede denize yüzünü dönmüş uzak, içli kişilere pek aldırış etmezler. Adımları acelecidir, hırçın doğadan, kasvetli denizden en çok da yalnız insanlardan korkarlar. Kaçarlar. Bu iki, bilemedin üç kişiden onları da çıkardın mı, geriye sadece o yalnız insan kalır.
İskelenin kuytusunda oturmuş denizi izliyorum. Dalgalar ayaklarımın dibinde. Kıyıyı çevreleyen gazinolar, restoranlar ıssız. Yaz gecelerinin panayıra dönen coşkulu meydanları bomboş, çevresinden dolanan yollar uzun ve ürpertici. Gelip geçen vapurları, teknelerden yayılan ışıkları, semaverlerin alevlerini, balık ekmekçilerde yalazlanan ateşleri izliyorum. Patır patır sesler çıkararak gelip geçenler oluyor. Ateşin başında titrek, huzursuz vücutlarını gevşetip kayboluyor insanlar. Onlardan başka, fırtınadan sıyrılan çımacıların konuşmaları dolduruyor iskeleyi, denizi ikiye bölen motorun sesi, kıyıda ağ onaran balıkçıların kımıltıları, martı çığlıkları…
Heyecandan kalbim pır pır. Kızıma hediyem çantamda, kırmızı pakette. Daha vermedim. İster istemez ikide bir yokluyorum. Bugün ilk defa yalnız değilim. Yani uzun zamandan sonra. Hayatımda hala değer verdiğim ve bana değer veren biri var: Asya. Sırt sırta dayanmış fısıltıyla konuşuyoruz. Söyleşecek, konuşacak o kadar çok sözümüz var ki. Omuzlarımdaki sıcaklığı yok mu, dünya bir yana bu sıcaklık bir yana. Saçları rüzgarla havalanıyor, enseme dokunuyor. Bu an, bir kavuşma anıdır. Birbirimizi son göreli üç aydan fazla olmuş.
İskelenin rutubetli, bozuk tahtalarına yaslanarak Asya’ya dönüyorum. Uzun süredir görmediğim yüzüne tekrar tekrar bakıyorum. Değişmiş, hasret uzadıkça zamanın dokunuşları hissediliyor. Hayranlıkla bakıyorum yüzüne. “Güzel kızım,” diyorum. Büyüyüp serpilmişsin, değişmişsin, olgun başka bir bakış gelmiş yüzüne, diyemiyorum. Onun günden güne yanında olamadığımı kabul etmek olur bu. Kelimeler boğazımın dibinde. O da suçlamıyor beni. Sadece, “Uzun zaman oldu bu sefer,” demekle yetiniyor. Ellerini göğsünde bağlıyor, ne diyecekse benden tarafa bakmadan söylüyor. Alışılmadık bir hal var üzerinde, soğukluk değil de, “her şeyi anlamaya başlama hali,” belki. Şimdiye kadar çocukla konuşur gibi konuşmak kolaydı. Ee Giray Efendi, çocuğun genç kız oldu. Öyle laf değiştirmeler, cambazlıklar, dilbazlıklar yemez artık. Büyüme sancılarının verdiği bir durgunluk bu. Bahar desen, yani annesi, yok canım, yapmaz, Bahar öyle biri değil. Bir kez olsun kötü sözünü işitmedim, söyleyeceğini direkt söyler, işe Asya’yı karıştırmaz. Onu silah gibi kullanmaz. Bir hal var bizim kızda ama hadi bakalım.
“Daha sık gelemez misin baba?” diye soruyor. Az önceki durgunluk büsbütün kaybolmuş, gözlerinde merak var. Kendi kendime kuruyorum belki. Haklı olarak eksikleniyor kız, ne düşünceler dönüyor kafasında kim bilir? Ben de özlüyorum. Öyle ki, canımı yakıyor bu özlem. Kollarını omuzlarından tutup sıkıca sarılıyorum. Bastırıyorum göğsüme. Kendimden uzaklaştırıp yüzünü seyrediyorum. “Gemi yolculukları uzun sürüyor, biliyorsun,” diyorum.
Asya’nın yanakları şişiyor, küçük bir kız gibi pufluyor. O anda tam zamanı diye düşünüp ona aldığım hediye paketini uzatıyorum. Jelatini açıyor. İçinden çıkan ayakkabıları görünce bir anda yüzü sevinçle aydınlanıyor. Bir tesadüf olduğuna inanarak, uzun süredir istediği ayakkabıları aldığıma beni bir heves, bir mutluluk inandırmaya çalışıyor. Bu kadar tesadüf olabilir miymiş? O kadar çok istemişmiş ki, Allah da bu isteğine kayıtsız kalamamış. İnsanlar birbirini çok özler ve gerçekten mutlu etmek isterse her ihtimal gerçekleşebilir, gibilerinden uyduruyorum bir şeyler. Bahar… Yine yaptı kıyağını.
Kız, yanında duran çantasını evirdi çevirdi, bir poşet çıkardı: “Bak sana ne getirdim, ben yaptım. Annemden yardım da almadım. Biliyor musun, epey ustalaştım mutfakta. Hamur işlerini hem yemeyi seviyorum hem yapmayı.” Poşetten çıkan saklama kabının içinden bir kalıp keki dikkatle çıkardı. Poşetin ağzını açar açmaz tarçın kokusu yayıldı. “Mis gibi kokuyor, tahmin edeyim, en sevdiğim keki yapmışsın, cevizli tarçınlı mı?” diye sordum. Sözüm biter bitmez tıpkı annesinin övgü aldığında yanaklarının kızararak gülümsemesine büründü yüzü. Gözlerinin tıpkısıydı utanırken.
“Evet, senin için yaptım. Daha neler yapabiliyorum, saysam. fasulye, pilav, mücver, kısır, pilaki…” Kız, kendiyle gurur duyarak bildiği bütün yemekleri tek nefeste saydı döktü. “Dur kız, bunların hepsini ne zaman öğrendin?”
Omuzlarını kaldırdı, indirdi, “Öğrendim işte. Eğer kalırsan, sana hepsinden yaparım. Bu sefer hemen gitmeyeceksin değil mi baba?” Bir anda yerinden fırlayıp yanıma oturdu, bakışlarını gözlerime dikti. Annesi, aynı annesi…
“Bilmiyormuş gibi sorma a kuzum. Kendini de üzme, beni de. Yarın döneceğim, her zamanki gibi. Üç ay sonra tekrar geleceğim,” dedim. Elini iki elimin arasına aldım, yanaklarıma götürdüm, kokladım.
Asya da bana benzemiş. Öyle uzun uzun konuşmaları, iç dökmeleri pek yok. Keşke benzemese. Kafasındakini döküp rahatlasa, oysa içinde tuttuğu her şey insana nasıl rahatsızlık veriyor. Birkaç cümleden sonra sessizlik uzadıkça uzuyor. Yine de yanımda yalnız hissetmediğini biliyorum. Çünkü ben de öyle hissediyorum.
Gözlerimiz çakılları döven dalgalara, oradan denizin kabartılarına, oradan da Karşıyaka’nın denize dökülen ışıklarına gidip geliyor. Çantamı kaldırıp ayaklarımın altına iliştirdim. Şişelerin şangırtıları duyuldu.
“Hala çok içiyor musun? Annem çok üzülüyor. Baban, iyi bir insan, diyor hep, daha az içsen, içkiyi bıraksan aslında kötülüğünün olmadığını söylüyor. Merhametini, iyiliğini babandan almışsın, diyor, bunu söylediğinde seninle gurur duyuyorum. Neden bırakmıyorsun baba? Kendini tümden bırakmış gibisin, hayatının hiç mi önemi yok? Hiç kimse yoksa ben varım, biz varız. İkimiz. Seninle uzun yıllar geçirmek istiyorum. Yaşadıklarını kabullen artık. Her gece içerek kendini acınacak, aciz duruma getirmeni istemiyorum. Kimsenin sana acımasına dayanamıyorum. Babasının kızı diyorlar bana. Gurur duyuyorum bu yakıştırmadan. Teyzeme, anneannemlere laf ettirmiyorum sana, çünkü güveniyorum. Ne olursa olsun, çok güveniyorum. Lütfen bana doğruyu söyle, çok içiyor olmasan annem öyle söylemez.”
“Çok içtiğim filan yok. Annen çok biliyor. Sana her zaman dürüst oldum biliyorsun, bırakamam. Bak bu söylediklerim aramızda sır, tamam mı? Annen iyi bir insan ama benimle ilgili her şeyi anlayamaz. Bazen insan yanındakine kör olur. Ayrıca kadınlar hayatını içine atıp yaşamaz, anlatırlar. Hem içki insanı kötü biri yapmaz ki. Kötü insan her zaman kötüdür. Eğer kötülük yapıyorsa, içinde varsa, içmese de kötülük yapar,” ellerini göğsüme bastırdım, “inan bana, isteyeceğim son şey seni kandırmak, eskisi gibi değilim, azalttım ama bırakmaya hazır değilim, senin özlemine başka türlü dayanamam,” dedim. Hafif bir imbat, Bayraklı’dan sırtımıza sırtımıza esiyordu. Ne güzel şeydi, insanın rüzgârın dokunuşlarını hissetmesi. Rüzgârın dokunuşlarında, yaşadığını… İnsanın delidolu bir kış akşamı, yıldızların altında kızıyla göz göze, kalp kalbe dil dökmesi.
“Ben hep buradayım. Seninleyim. Suçlama kendini. Sadece sabret. Yaz her zaman geliyor, çiçekler tekrar açıyor. Zamanı geldiğinde bizim için de çiçekler açacak. Tamam, daha fazla üzülmeni istemem, ne olur, söylediklerim için kızma bana. Seni çok seviyorum, bir an önce iyileşmeni, hayatına dönmeni istiyorum, o yüzden… Son geldiğinde birini anlatmıştın,” dudaklarının kenarı haylazca kıvrıldı.
“Evlenecek misin onunla?” diye sordu. Birdenbire afalladım. “Evlenmeyeceğiz. Öyle olsaydı bile bu seni korkutmuyor değil mi?”
“Bilmiyorum,” dedi. Dirseklerini dizlerine dayadı, çenesini avcunun içine aldı. Bir yandan ayakkabısının ucuyla toprağı eşeliyordu. Gözleri dalgın, bakışlarında dilce karşılığı olmayan duygular vardı. “Evlenebilirsiniz tabii ki, ne bileyim, ikinizin de mutlu olduğu başka evler olacak. Başka çocuklar…Bazen…” dedi, gözleri denizde umutsuzca gezindi. Bacaklarını durmadan sallıyor, tedirgince gözlerini kaçırıyordu. Birden sordu. Kaya gibi, ağır, sert, acımasız. “Bazen düşünüyorum, acaba ben olmasaydım daha mı kolay olurdu,” bir çocuğun yükleyemeyeceği kadar ağır anlamlar taşıyordu sözlerinden. Bazı soruların sorulmuş olması yeterli bir yanıt değil mi? Daha da vahimi, anne babası ayrı her çocuk böyle şeyler mi düşünüyor acaba? “Beni bırakmayacaksınız değil mi?” dedi, uzaklardan yansıyan ışıklar gözlerinde titriyordu, sımsıkı sarıldık. Çenesini avuçlarımın içine aldım, yanaklarına, yüzünün kıvrımlarına dokundum. Bana inanıyor, yoksa gözleri böyle umutla, sevgiyle ışıldamazdı.
“Ah Asya'm,” dedim hiddetle, “Bir daha söyleme sakın. Tersine, hayatımıza başkaları gelip gidebilir, bu çok normal. Biz birbirimiz için kalıcıyız. Daimiyiz. Birbirimizin yuvasıyız. Ta ki sen de birini sevip aile kurana kadar. Ailen de olsa ben sağ olduğum sürece, ne olursan ol her zaman yuvan olacağım. Tamam mı? Değil seni bırakmak, sensiz yaşayamam. Annen de öyle.” Beni anladığına, bana inandığına ikna olana kadar konuştuk. Bu sorunu tatlıya bağlayınca, açılmak için yürümeye karar verdik. İskeleden ayrıldık. Balık ekmekçilerin yaktıkları ateşte oyalandık. Semaverden birer bardak çay alarak yolumuza devam ettik. Kent ormanında kıyıyı takip ediyorduk. “Daha mı az üzülüyorsun, yani alkol alınca?”
Kem küm ettim, birkaç anlamsız kelime geveledim, “Şeyy… Sorunları çözmek için bir yol değil tabii,” dedim, “Sadece bazen… Kendimi güçlü hissetmiyorum. Başkasından yardım istemeye alışkın değilim. O zamanlar güçlü hissettiriyor. Hiç değilse yanımda biri varmış ve beni anlıyormuş gibi, anlatabiliyor muyum? Ama sorunları çözmüyor.”
“Hiçbir şeyi çözmüyorsa, kaçıyorsun o halde.”
“Ne bileyim bir tanem, çok üzüntü arka arkaya gelince onların içinde kalmamak için…Ama daha sonra her sıkıntının bir fazlası olmuş oluyor.” Loşlukta adımlarımızı attıkça toprağın çıtırtısını duyuyor, kum tanelerinin kayışını hissediyordum. Yağmurla buluşan toprağın kokusu havayı kapladı. Arada bir martı çığlıkları bilmem neden bana, doğanın bahşettiği onca şeyin kıymetini bilememiş hissi veriyordu. Bu sesler, yüreğimde bir suçluluk gibi yankılanıyordu.
“Tamam işte, seni üzen şeylerden kaçıyorsun o halde,” diye yineledi. Sessizlik uzadı. “Keşke kaçmasan, belki yeniden birlikte olurduk.”
Asya… Hayatıma onun gözlerinden bakmadan edemiyorum. Kendi hayatımın filmini kanlı canlı karşımda gördüğümden olmalı, çünkü ancak şimdi onun kadar bir çocukken kendimi hatırlayabiliyorum. Ve kendimi babam yerine koyabiliyorum. Etrafımı, hayatın hiç bitmeyecek gibi gelişini, nice güzel umutlar etrafında kurduğum gelecek hayallerimi, kayıplarımı şimdi buradan hakiki manasıyla kavrayabiliyorum. Hayatın ne kadar kısa, ölümün ne kadar yakınında olduğumu hissediyorum. İnanılır gibi değil, sen ne zaman büyüdün bu kadar?
Havaya gece yarısı serinliği çökünce ceketimi Asya’nın üzerine attım. Kamelyaları, bisiklet yollarını, martıları, flamingoları geride bıraktık. Demir köprüye kadar denizle beraber uzanan dar patikaya vardık. Hayatım film şeridi gibi akıyor gözlerimde. İzmir’e ilk geldiğimde, Bahar’la tanışmadan önce, Bahar’la tartışmalarımdan sonra koşup geldiğim, doğanın kucağına kendimi bıraktığım, her zaman kendi kendime giriştiğim ruh savaşlarıma ev sahibi olan patikada şimdi on dört yıl sonra, kızımla beraber yürüyorum. Onu da kendi hayat dolambaçlarıma dahil etmiş olarak.
İskelede iki seksen yatıyorum. Omzumdan bir el yavaş yavaş dürtüyor. “Giray hocam, Giray hocam, kalkın, donup kalacaksınız burada, teknede yatın hiç olmazsa. Sabah olunca kapıyı çeker çıkarsınız,” diyor balıkçı Cemil. Karanlıkta devrilen şişelerin şangırtısı duyuluyor. Kalkmaya çalışıyorum, yalpalayarak birkaç adım atıyorum. Asya’yı arıyorum etrafta. “Asya, Asya!”
“Tükettin kendini,” diyor Cemil abi. “Sabah ola hayrola. Her yeni günde keramet vardır. Düşür şu mereti yakandan. Giden geri gelmiyor evladım, kendini harâb ediyorsun ancak. Genceciksin, daha bir ömür var önünde.”
Balıkçı Cemil’in gözlerine bakıyorum. Baba adamdır Cemil abi. Biraz dinliyorum, gözlerimi açık tutamıyorum. Kıyıyı döven dalgalar, balığa hazırlanan tekneler, martı çığlıkları birer ninni gibi. Çok geçmeden ağların üzerine yarı baygın kapaklanıyorum. Cemil abi, ellerini arkamdan dolayıp göğsümün üzerinde kenetliyor. Tekneye kadar sürüklüyor. “Asya, Asya!” Teknenin dar kapısından hayal meyal geçiyoruz, battaniyenin yumuşaklığını hissediyorum. Gözlerimi hafifçe aralıyorum, karanlıkta el yordamıyla çantamı buluyorum, kucaklıyorum, kabadan sıkıyorum, içindeler. Ayakkabılar. Tekrar dalıyorum uykuya.
Balıkçı söylenerek tekneden çıkıyor, karanlığın içinde bekleyen diğer balıkçının yanına gidiyor: “Saygıdeğer bir adamdır, görebileceğin en efendi serseridir. Kim inanır bu adamın hatırı sayılır, sözüne güvenilir, mahir bir kaptan olduğuna. Acınacak durumda, şu seksenlik tekneyi yürütecek hali kalmadı. Eşinden ayrı, kızını da kazada kaybedince… Hayat işte, iyice saldı kendini, ne hale geldi zavallı,” diyor. İki balıkçı, limandan çıkarken, önce konuşulanlar anlaşılmaz oluyor sonra gürültüleri de göğün alacakaranlığında kayboluyor. Her şey susarken, tek bir kelime dilimde dönüyor.
“Asya, Asya!”
Orhan Çatma
Çok akıcı bir dili var, yüreklere dokunan bir hikaye olmuş.
Körfezin kabaran dalgalarından çıkan baba-kız sohbeti, başlarda umut ve sevinç aşılayan, sonlarda ise yürek burkan bir melodi gibi. Asya’nın babasına uzattığı hediye, yalnızlığın içinden çıkıp gelen minik bir çığlık gibi: “Beni unutma.” Sanki geceyi denize düşürüp kelimelerle örmüşsün, sevgili Orhan. Babayla kızı arasında sessizliğin içindeki en derin fısıltıları duyuruyorsun bize; her cümle, karanlıkta yanıp sönen bir deniz feneri kadar kıymetli. Asya’nın utangaç sevinciyle babanın hüzünlü umutları arasında örülen bu öykü, yürekten yüreğe uzanan görünmez bir köprü kuruyor.
İyi ki yazdın, iyi ki okuduk; ruhumuzun kıyısına dokundun.