top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Saadet Külekçi- Sisli Gecenin İçinden

Pek Sevgili Sırdaşım, Yoldaşım Gemuda,

Bunca zaman sonra hâlâ aklımdasın. Gittiğim yerlerde, okuduğum kitaplarda, tanıştığım insanlardasın. Sorsalar ki sormazlar biliyorum, daha dün birlikteydik seninle. Dile kolay yirmi yıl geçmiş aradan. Anılarım yavaş yavaş siliniyor artık. Tek sığınağım o anıları yaşarken hissettiğim duygular. Hatırlar mısın o günleri, şehrin sokaklarını adım adım dolaşırdık seninle. Girilmedik sokak, çalınmadık kapı bırakmazdık. Ama şimdi sorsalar ne yaptınız o günlerde diye, onlara elinin elime değdiği o andan, hani bakışlarını yukarı kaldırdığın, mahcup halini görmeyeyim diye az ötemizdeki ağaçlara asılmış ipleri gösterdiğin, kaçamak bir bakış atıp yarım gülümsediğin o an, bundan başka bir şey anlatamam işte.

Pür-ü pak göğün altında sessiz sedasız yürüyen insanların arasından geçerek geldik Alagöz’ün çadırına. Yıllarca kapısını çalmadık büyücü, toplanmadık şifalı ot bırakmadım. Kimin kapısına gitsem kuzey illerinde yaşayan Alagöz’e gitmemi söyledi bana. Oysa Alagöz’ün nerede yaşadığını, neye benzediğini bilen kimse yoktu. Gittiğim her diyarda, çaldığım her kapıda Alagöz’ü sordum. Nihayet yıllar sonra izine ulaştım. Kar beyazı saçları uzun, gözleri âmâ olan ihtiyar, içeri girdiğimde kocaman bir gülümsemeyle karşıladı bizi.

"Demek meşhur gezgin bizi buldu nihayet! Yıllardır seni diyar diyar gezdiren derdini anlat bakalım."

Soru sorunca şaşırdım, efelenip rüştümü ispatlamaya fırsat bildim.

“Yanına gelmek uğruna yıllarca yol teptiğim Alagöz dert sormaz, derman söyler diye bilirdim ben!”

Gülümsemesi soldu, ala gözlerini bir süre yüzümde gezdirdikten sonra başladı konuşmaya.

“Senden önce namın gelmişti kulağıma. Tanımadan hüküm vermemek için buyur ettik seni. Görüyorum ki sen az dinlemiş, çok unutmuşsun bu vakte kadar. Atalarının anlattıklarında kendini bulamayınca onları duymazdan gelmiş, öğütlerini hiçe saymışsın. Hem hikâyelerimizle alay edersin hem de rüya görmek için bizim kapılarımızı çalar durursun. Sen bu yola derdine derman bulmak için değil, dağları taşları öven yeryüzünde kendine rastlamak için çıkmışsın. Benim huzurumda senin derdine çare yok. Var git yoluna!”

Çadırdan çıkmak üzereydi ki geri döndü.

“Senin olmayana kavuşmak için kendi hikayenden vazgeçmeyi aklına koymuşsun besbelli. Madem öyle, madem bunca yol aşıp kapıma geldin, sana bir öğüt vereceğim. İster aklını kullanır öğüdümü dinlersin ister bildiğini yaparsın. Önüne çıkan ilk dilenciye uzat elini, umulur ya dilencinin eli diye dileğini tutmuş olursun belki. Ama unutma! Dileğin, olması gerekeni ters yüz ederek kendine yeni bir âlem kurmaya çalışmaktır. Kurulan her âlem senin bir parçanı alarak kabul eder seni içine.

Bir iki saniye sustuktan sonra tükürürcesine ekledi.

“Haydi şimdi git yoluna!”

İhtiyar Alagöz çadırından çıkıp gidiverdi. Gemuda ile öylece kalakaldık ardında. Yıllarca derdime derman olsun diye arayıp durduğum ihtiyar beni huzurundan kovmuştu. Gemuda’nın omzuna dokundum sakince, “Haydi dostum, bize yine yol gözüktü.”

Gemuda ile Samur Nehri’nin kıyısında yürümeye başladık. Başımızın üstünde bir alçalan bir yükselen hava gece yarısı çökecek sise işaret ediyordu. Gün kararmadan evvel dün gece konakladığımız yere dönmeliydik. Kapanan havanın getirdiği kasvet içime oturmuş, canımı çıkarmak istercesine sıkıyordu. İki kelam etmek, içimdeki bulutları dağıtmak için Gemuda’ya döndüm. Büyümüş burun deliklerini ve çatılmış kaşlarını görünce ağzımı açmaya cesaret edemedim. Tek kelime etmemişti yolculuk boyunca. Rüya görmek uğruna bunca yılımı harcamış olmama en başından beri karşıydı. Başlarda beni yolumdan çevirmek için çok uğraşmıştı. Her seferinde başka bir bahaneyle ikna etmiştim onu. Kimi zaman rüya görmeyen insanların daha az yaşadığıyla kimi zaman günün birinde kötürüm olduğuna inandırmıştım. Ya da inandırdığımı sanmıştım. Nihayetinde kabullendi arayışımı.

Öfkeliydi elbette. Ona göre bana sunulan ömrü, sunulmayanın peşinde çerçöp etmiş, üç günlük dünya hayatımı rüya görebilmek uğruna harcar olmuştum. Üstüne üstlük bu sonu bilinmez, uçarı yolculuk uğruna onu da yanımda getirmiş, yalnızca benim değil onun da ömründen yıllarını çalmıştım. Haksız sayılmazdı. Fakat anlamak istemediği şuydu ki ben onun bize biçtiği hayattan çok daha fazlası için yaratıldığımı hissediyordum. Hem Gemuda’yı bu yolculukta bana eşlik etmesi için zorlamamıştım. Bugüne değin anneme verdiği söz uğruna yanımdan bir an olsun ayrılmamıştı ki bu benim değil onun bileceği iştir. Yıllardır tek yoldaşım, tek sırdaşım olmuştu Gemuda. Şimdi onu konuştursam bana ancak sitem ederdi. O yüzden hiçbir şey sormadım. Konuşmadan saatlerce devam ettik yürümeye.

Şehrin sokakları öylesine boştu ki yıllardır kimse uğramamış hissi uyandırıyordu insanda. Sokakların iki yanını da süsleyen ağaçlar yolların üzerinden birbirine kavuşuyor, artlarında kalan ikişer katlı kerpiç evleri birbirinden saklıyordu. Her adımda yeni bir sohbete başlıyorduk şehirle. Burada yaşayan insanların ruhundaki yarım kalmışlık hissi şehrin her zerresine bulaşmıştı. Gören sanırdı ki yürüdüğümüz taşlar bile acı içindeydi de gitmek istiyordu buradan. Bıkkınlık hali adeta bulut olmuş dolanıp duruyordu şehrin tepesinde. Gecenin çökmesiyle birlikte bulutları göremez olmuştum. Neyse ki Gemuda’nın sezgileri güçlüydü de yolumuzu şaşırmadan ilerliyorduk. Sisin şehre pusu kurduğu vakitlerde, geceyi dahi ürküten sessizliğin içinde yürürken bir kadın çığlığı düşüvedi önümüze.

“Ey yabancı! Kurtar beni gecenin şerrinden, kurtar kâbuslarımdan!”

Hemen silahlarımıza davranmıştık. Sis öylesine çökmüştü ki yanı başımdaki Gemuda’yı görmek bile zordu artık. Nefesini yanımda bildiğimden cesaret aldım, başladım yabancıyla konuşmaya.

“Canına mı susadın sen kadın, gecenin bu vakti ne demeye çıktın karşımıza?”

Kadın bir süre cevap vermedi. Ne yaptığını, nereye gittiğini de anlayamıyordum. Sisin ufacık aralanmasıyla yüzünü gördüm. Kırışıklıklarla dolu yaşlı yüzü acıyla bakıyordu bana. Silahlarımızı tuttuğumuz görünce iki yana açtı kollarını.

“Ya kurtarın beni kâbuslarımdan ya da vurun gitsin. İkisi de aynı kapıya çıkacak nasılsa. Gecelerim zehir zemberek artık. Bakın, iyice bakın gözlerime. Kaç vakittir uyku uyumuyorlar bilir misiniz? Gözümü kapar kapamaz gelen kâbusları görmemek için günlerdir uyumuyorum. Ne bakıyorsunuz öyle, bitirin acımı, haydi!”

Duyduklarım gerçek olamayacak kadar güzeldi. Karşımda acıdan kıvranan, yaşlı, biçare kadın benim yıllardır hasretini çektiğim şeyden onu kurtarmam için bana yalvarıyordu. Ben ki mavi örtülü kadının örtüsü gri taşa bağlandığından beri rüya göremeyen bahtsızın tekiyim. Her gece uykuya rüya özlemiyle dalar, her sabah giderilmemiş özlemin burukluğu ile uyanırım.

Gemuda kolumu çekiştirerek, “Haydi, gitmemiz gerek buradan. Yolumuz uzun, gecemiz tenha,” demişti demesine ama onu duyacak, duyup da dinleyecek halim kalmamıştı. Yaşlı kadının gözlerine bir mucizeye bakarcasına kilitlenmiştim. Kâbuslardan kurtulmak isteyen gözleri şeytani bir parıltıyla bana bakıyordu. Hele ki Alagöz’ün öğüdünden sonra istesem bile bu kadına elimi uzatmadan çekip gidemezdim. Yıllar, uzun yıllar sonra rüyalarıma kavuşacak olmanın şaşkınlığı ile kalakalmıştım. O halde ne kadar daha durdum orada, hatırımda değil. Sanki Gemuda şaha kalkmasaydı ilelebet yaşlı kadının gözlerine çivilenmiş yaşayacaktım.

Gemuda’nın şahlanması yüzünden üzerimde bıraktığı etkinin kaybolacağından korkan kadın kolumu tutarak yeniden konuşmaya başladı. Bu sefer sesi oldukça yumuşaktı.

“Bak güzel kızım, kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş. Sen değil misin ki yıllarca bir rüya uğruna gidilmedik diyar bırakmadın. Atalarından sana kalan yüce soya hizmet etmekle yetinmedin, kapı kapı dolaştın. Farkına varmadan çaldığın her kapıda beni aradın. Şimdi karşındayım. Daha neyi bekliyorsun?”

Gemuda çekti kolumdan, “Yeter,” dedi. Sinirlenince siyah gözleri iyice irileşirdi. “Tüm bunları nereden biliyorsun sen? Büyücünün tekisin, elimden bir kaza çıkmadan var git yoluna.” Gemuda çok öfkeliydi. Onu en son böyle sinirli gördüğümde annemin toprağı henüz kurumamıştı. Canım annem, Gemuda ile yollarımızı kesiştiren, ellerimizi birbirine kenetleyip ömrü billah kurumayacak dostluk ağacının tohumlarını toprağa atan o olmuştu.

Gemuda ile beni tanıştırdığı gün, dün gibi aklımda. Büyüdüğüme kani olduğu bir sabah usulca odama gelerek beni uyandırmış, kimseye bir şey anlatmayacağıma söz verirsem beni çok güzel bir yere götüreceğini söylemişti. Atlarımıza binmiştik. Annem, bir an olsun yanından ayırmadığı mavi örtüsünü boynuna dolamış, rüzgârın saçlarını savurmasına aldırış etmeden önümde dörtnala gidiyordu. Onun ardında ata binmek gurur verirdi bana. Öyle ki atlarımızı sürdüğümüz yerde kim varsa bizden korkar, kaçar giderdi. Önümüze çıkmayı göze alamazdı kimse. Mavi örtülü kadın dendi mi herkes bir adım geri atardı. Benim gönlümse bunları gördükçe yeşerirdi de yeşerirdi.

Yol nihayet bittiğinde daha sonraları sık sık ziyaret edeceğimiz gölün kıyısında bulduk kendimizi. Eliyle sessiz olmamı işaret etti bana. Gölün etrafında bir tur attık ve ağaçların arasına saklanıp sessizce gölü izlemeye koyulduk. Çok geçmemişti ki gölün içinden dumanlar çıkmaya başladı. Ve dumanların içinden dünyalar güzeli iki at… “Bu bir şekil değiştiren.” demişti annem Gemuda’yı göstererek. “Onu kimi zaman insan kılığında da görürsün, yadırgama sakın. Herkesin ulaşmak isteyip de ulaşamadığıdır o. Bir adımıyla iki dağı aynı anda geçecek güce sahiptir. Sana nasihatimdir, ne olursa olsun her gün buraya gelip ziyaret et onu. Kim bilir yolunun kesişeceği sen olursun.”

Gemuda ile ilk göz göze gelişimizde anlamıştık, kaderlerimiz aynı yöne çevrilmişti. Ne yapıp edip Gemuda’yı yanıma almak istiyordum ama o, her günün sonunda gölün derinliklerine inmeyi tercih ediyordu. Bir gün, annemin mavi şalına başına değil de taşına sardığımız o puslu günde, sığınacak bir dost olarak bildiğimden gölün yanına gidip saatlerce Gemuda’yı bekledim. Hava kararamaya yüz tuttuğunda gölden tek başına çıkıp yanıma geldi. Şaşırmadım. Sanki bunun olacağını çok zamandan beridir biliyordum. Oturdu, hıçkırıklarını duydum, birlikte ağladık. O gün Gemuda annem oldu, sonra babam, sonra sırdaşım ve nihayet yoldaşım.

“Kafayı mı yedin sen? Rüya değil, kâbus satıyor kadın,” demişti Gemuda sinirle. “Kiminin kâbusu kimisine rüyadır,” demiştim bilgiçlik taslayarak. İnat etmişti, uğraştı, çok dil döktü beni ikna etmek için. Ama onu dinleyemezdim. Benim bu rüyalara ihtiyacım vardı. Bu sayede rüyalarımda olsun annemi görecektim artık. Çocukluğuma ait olan ve şimdi dokunamadığım ne varsa birer tebessüm olacaktı dudaklarımda. Hem belki ben de gelecekte olanları rüyasında gören o seçilmişlerden olacaktım. Önümü ardımı bilecek, nereden geldiğimi unutmadan yoluma devam edecektim. Bu devirde rüya görmeyene derviş bile denmezken insan rüya görmeyi istemez mi hiç? Rüya görebilmek uğruna ne kadar uğraştığımı bilen tek kişiydi Gemuda. Buna rağmen bana karşı çıkmasına sinirlenmiştim. Hem Alagöz’ün dedikleri de vardı. Ne olursa olsun yoluma çıkan ilk dilenciyi boş çevirmeyecektim.

“Ya şimdi bu kadını ardımızda bırakır buradan gideriz ya da sen kalırsın ben ilelebet giderim.”

O günü her hatırlayışımda içimin basamaklarından aşağı düşer, tepetaklak olurum. Biz ki yıllar boyunca, değil bir gün belki bir saat bile ayrı kalmamıştık birbirimizden. Biz ki her zorluğa birlikte göğüs germiş, her mutluluğu birlikte yaşamıştık. Ama o yaşlı kadının karşısında bütün bildiklerim gibi bunları da unutmuştum. İnat bu ya Gemuda’nın gözlerinin içine baka baka haykırmıştım.

“Alıyorum, ne kadar kâbusun varsa hepsine talibim.”

O sisli günün ardından ne rüyalarım geldi ne de Gemuda. Biçare sandığım kadının oyununa gelmiştim. Meğer ben o gün yıllarca süren arzumun nihayete kavuştuğunu zannedip mutluluktan havalara uçarken yersiz yurtsuz kalıvermişim. Rüya görmek uğruna Gemuda’dan ayrı geçen günlerimin, yıllarımın hiçbir kıymeti yok gözümde. Hala yirmi yıl öncesinde yaşıyorum. Nereye gitsem yanımda o varmış gibi, onunla konuşurmuş, gülermiş gibi yapıyorum. Aklımı yitirdiğimden değil, onsuz bir hayatın nasıl yaşanacağını bilmediğimden oluyor bunlar.

İnsan neye talip olduğunu bilmediğinde başına gelmeyen iş kalmıyor böyle. Gemuda ile geçirdiğim günler binler rüyaya bedeldi oysa. Şimdi nerededir kim bilir. Niyet ettim efsunlu göle gitmeye. Yine beklesem Gemuda’yı, bu sefer orada olup olmadığını, geri gelip gelmeyeceğini bilmeden yıllarca belki ömrümün sonuna değin beklesem. Her güne hevesle başlasam ama hevesim kursağımda beni boğarken bitirsem. Beklerken neyi, ne zamandır beklediğimi unutsam. Gemuda’yı unutsam. Ve dolansam ortalarda.

“Allah aşkına biri kurtarsın beni bu kâbustan!”


Saadet Külekçi

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page