top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Saim Serhat Arslan- Asâr-ı Tevfik Zırhlısı Kapudanı Ali Kabuli Bey’in Hazin Sonu

Asâr-ı Tevfik Zırhlısı Kapudanı Ali Kabuli Bey, Mekteb-i Bahriye-i Şahane’de öğrenci olduğu günlerde âdet edindiği üzere sabah ezanıyla uyandı. Akşamı şehrin dik yokuşlu sokaklarını arşınlayarak geçirmiş, gün boyu cereyan eden olayların nereye varacağını anlamaya çalışmıştı. İsyanın daha ilk günüydü ama sarıklı taifesinden müteşekkil azgın kalabalık Ayasofya’nın önünü şimdiden hınca hınç doldurmuştu. Yıldız’da da durum farklı değildi. Bir takım alaylı askerler ve Fatih çevresindeki medreselerin yüzyıllardır her türlü harp görevinden imtiyazlı tutulmuş gürbüz oğlanları zat-ı şahanenin ismini haykırarak şeriat isteklerini dile getiriyor, meşrutiyet denen bu musibetin derhal mensuh edilmesi için ciğerlerini yırtarcasına feryat ediyordu. Cemiyetin on yıldır uğruna pek çok canlar verdiği hürriyetin tarihin karanlık sayfaları arasına gömülmesi ihtimali Ali Kabuli Bey’i zaman zaman sinir harbine sevk etse de kuşağının altında gizlediği altıpatlara davranma hatasına düşmeyip eve dönmeyi başarabilmişti. Bu hususun mantığından mı korkusundan mı ileri geldiği bugün hâlâ muammadır.

İsyanın ikinci gününün o karanlık sabahında ezan sesi dahi içindeki fırtınayı dindirmeye yetmedi. Bir süre müezzini dinledikten sonra ocakta acı bir kahve pişirip cigarasını yaktı. Hava yeni yeni aydınlanıyordu.

“Bulutsuz bir gün olacağa benziyor,” dedi, “bulutsuz ve hürriyetsiz.”

Yola düşmeden önce geçirmesi gereken üç koca saati vardı. O tarihte özel görelilik kuramının ortaya atılmasının üzerinden dört sene geçmiş olmasına karşın ancak bir gemi kapudanına yetecek kadar fizik bilgisine sahip olan Ali Kabuli Bey’in bu kuramdan elbette haberi yoktu. Yine de zamanın bazı durumlarda yavaşlayabileceğini o uğursuz on dört nisan sabahında iliklerine kadar hissetti. Güneş gökyüzündeki yerini aheste aheste alırken geçen her bir dakika Kapudan Bey’in nazarında bir ömür gibiydi. Gözü ecnebi tefrikalarıyla dolu kitaplığına takıldı. Sör Conan Doyle denen İngiliz muharririn bin bir maceraya atılan usta dedektifi Sherlock Holmes’ü gözüne kestirdi. Kapudan Bey bilmiyordu ama aynı sabah Yıldız Sarayı’ndaki odasında uyanıp dünden beri cereyan eden olayların başına iş açacağından iyiden iyiye kaygılanan zat-ı şahane de biraz olsun rahatlamak için aynı Sherlock Holmes cildini okumaya karar vermişti. Birkaç saatlik okumanın ardından Ali Kabuli Bey istemeye istemeye de olsa medrese talebesi kıyafetlerini giyip dışarı çıktı.

Prens Sabahattin’in başkanlığında toplanacak heyete katılmak için Yeditepe'nin dik yokuşlarını adımlarken olabildiğince ihtiyatlı davrandı. Biliyordu, karşı tarafın da bin bir kılıkta gezen adamları vardı. Beklenmedik bir kurşunun yaşamına son vermesi işten bile değildi. Dahası kendisinin cemiyet üyesi bir subay olduğunun anlaşılması halinde başına geleceklerden en masumu bir kurşunla ölmekti. Yolculuğu bazı bazı barikatlarla kesiliyordu. Barikatların başındaki adamlara bildiği birkaç kelime Arapçayla karşılık veriyor, bu sayede tahta ve un çuvallarından müteşekkil engelleri aşmasına izin veriliyordu. O günlerde ortalama bir İstanbul alimi için Arapçanın kutsiyeti tartışılmazdı. Öyle ki toplantının yapılacağı mahalleye doğru ilerlerken önünü kesen kalabalıktan uzun sakalını sıvazlayarak kendisini işaret eden bir isyancı, “Neden sakalsızsın sen? Bilmez misin ki sünnettir sakal bırakmak?” deyince istifini bozmadan elindeki değneği adama uzatarak, “Alharih,” demekle yetinmiş, adam da bunu duyduğu gibi geçmesine izin vermişti. Halbuki bu kelime zat-ı şahaneyi tahtından etmek için türlü hayaller kurdukları bahriye yatakhanelerinde alaylı çavuşlarca anlaşılmasın diye farklı dillerde yatak başlarına kazıdıkları hürriyet kelimesinin Arapçadaki karşılığıydı.

Birkaç barikattan daha kazasız belasız sıyrılan Ali Kabuli Bey belirledikleri adrese geldiğinde saat ona yaklaşmıştı. Bir cigara yakıp sağı solu iyice kontrol etti. Hayır, takip edilmiyordu. Biraz rahatlayınca bakışlarını yukarı mahallenin dingin sokaklarında gezdirdi. Aşağı tarafa göre daha sessiz olan bu mahallenin sakinlerini ekseriyetle gayrimüslimler oluşturduğundan olaylar buralara pek sıçramamıştı. Bırakın kavga gürültüyü bir tek seda dahi yoktu. Cigarasını sokağa fırlatıp evin kapısını tıklattı. Farkında değildi ama yukarı kattaki zat dakikalardır onu izliyordu. Kapıyı ufak bir aralık bırakarak açan aynı zat, “Kimsiniz?” diye sordu.

“2744 Ali Kabuli, Asar- Tevfik Zırhlısı Kapudanı.”

Adam inanmaz gözlerle Ali Kabuli Bey’i baştan aşağı süzse de tedbir gereği böyle giyinmiş olacağına hükmetmiş olacak ki kapıyı açtı. Yine de sağ elindeki silahın tetiğinden parmağını çekmemişti. Ali Kabuli Bey merdivenleri çıkacaktı ki adam sol elini ona uzattı. Daha önce bilmem kaç defa bu gibi gizli toplantılara katılan Kapudan Bey biliyordu ki bu el hareketi, “Silahını bırak,” demekti. “Bu önlemleri almasak ta Manastır’dan, Selanik’ten buralara nasıl gelirdik,” diye geçirdi içinden. Silahını adama teslim edip merdivenlerin inlemeye benzer gıcırtısına aldırmadan yukarı çıktı.

Odada eski dostlarından Yarbay Tevfik, Mülazım Osman ve posta memuru Cemal’i görünce sabahtan beri yüreğinde taşıdığı kaygının yerini ferahlık aldı. Bu efendilerin yanı sıra Haliç’e demirli diğer iki zırhlının Kapudanları da oradaydı. Bunlardan Kapudan Binbaşı Sıtkı Bey’in teşkilattan olduğunu biliyordu. Ancak bahriye yıllarından tanıdığı Zeyrekli Ahmet’in cemiyete üye olduğundan haberi bile yoktu. Bu nedenle bu mevkidaşıyla zırhlıları yan yana demirlemesine rağmen üç senedir doğru düzgün bir sohbet bile etmemişlerdi. “Demek ki cemiyet bu gizlilik işini hakikaten iyi götürmüş,” diye düşündü.

Dostlarıyla hasret giderip yerine geçen Ali Kabuli Bey arkasına yaslanıp karşı duvarda asılı zırhlı fotoğrafına baktı. Koca gemi, ışık biliminin fotoğraf makinesi adlı çığır açan icadıyla olduğu gibi kâğıda nakşedilmişti. Masanın üzerinde yunus şeklinde bir biblo, kitaplıkta gemicilikle ilgili pek çok kitap ve harita vardı. Bahriyeli kumandanlardan birinin evinde olmalıydı. Zeyrekli Ahmet tedbil-i kıyafet geldiğine göre Kapudan Sıtkı Bey’in evindeydi.

“Sıtkı Bey, zırhlınızın fotoğrafını pek beğendim. Keşke benimkinin bir fotoğrafını çekip evimdeki duvara asmayı akıl etseymişim,” dedi devam eden isyandan ileri gelen gerginliği dağıtmak için.

“Ah, o zırhlıya binip tüm bu melun hadiselerin mimarı Yıldız’daki mendeburun sarayını top yağmuruna tutamadıktan sonra ne anlamı var resimlerin, fotoğrafların azizim?”

Adam ters cevap vermek istememiş, yalnızca hürriyetin elden gitmesinden korkan pek çok kişi gibi içindeki elem ve öfkeyi bastırmakta zorlanmıştı. Üye oldukları cemiyet despotluk ve yasa tanımazlık hususunda sultanı bile mumla aratacak faaliyetlere girişecek olsa da, buna henüz birkaç sene vardı. Çok değil altı yedi seneye kalmaz muhalifler birer birer susturulacak, ardından ünlü bir gazeteci Galata’da vurulacak ve son olarak koca bir ulus bir yerden başka bir yere sürülecekti. Mağdur olanların mağdur ettiği bu kara düzenin çarkları kim bilir ne zamana kadar dönmeye devam edecekti?

Mevkidaşının cevabına gülümsemeyle karşılık veren Ali Kabuli Bey, “Aman azizim, olay oralara varmadan üstesinden geliriz elbet. Hem bizimkiler bugün yarın toplanır Selanik’te. Birkaç güne kalmaz Dersaadet’in yolunu tutarlar. Hele yola çıksınlar, bakın bu softa takımı nasıl saklanacak delik arıyor?” dedi.

Odadakiler bu cümlelerle yerlerine gelen keyiflerini son bir dokunuşla tatlandırmak için tabakalarına uzandı. Birer sigara yakıp kafalarında bir bin düşünce ve gözlerinde boş bakışlarla karşılarına düşen duvarı izliyorlardı ki Prens Sabahattin içeri girdi. Her zamanki gibi enerjikti. Kısa boyuna rağmen hareketlerinde kudretli bir yan vardı. Nasıl olmasın? Bir padişahın torunu, bir diğerinin ise yeğeniydi. Ayağa kalkan heyeti selamladıktan sonra baş köşedeki koltuğa geçip oturdu. Bir hâl hatır konuşmasının ardından odadaki üç bahriye subayına dönüp, “Beyler, size iş düşebilir,” dedi. Birkaç dakika sonra toplantı bitip de katılımcılar birer birer evi terk ederken Ali Kabuli Bey gerekmesi halinde bir Osmanlı sarayını içerisinde padişahla beraber yerle yeksan etme görevi kendisine tebliğ edilmiş ilk bahriyeli olmanın korkuyla karışık gururuyla iskelenin yolunu tuttu.

Sabahki çarşaf gibi gökyüzü gitmiş, yerine Karadeniz tarafından karabulutların işgaline uğrayan boğuk bir sema gelmişti. Ali Kabuli Bey hızlı adımlarla iskeleye doğru yürürken eski dostlarından İspirtocu Saim Efendi ile karşılaştı. Saim Efendi kırışık gömleği, mecidiye kalıbı fesi, kir pas içindeki redingotu ve kırmızı burnuyla zahirde meyzedeliğin tüm şartlarını karşılayan eski bir tercümandı. Lakabının pederinin bir zamanlar işlettiği ispirto imalathanesinden mi yoksa kendisinin meye düşkünlüğünden mi ileri geldiği muamma olan bu zat cemiyetin ilk dönemlerinde Avrupa’ya gönderilen tefrikaların tercümesini üstlenmişti. Ancak alkolle olan sıkı münasebetinin yol açtığı zaaflar nedeniyle çok geçmeden görevden el çektirildi. Kendisi reddetse de Galata tarafındaki bir meyhanede içkiyi fazla kaçırdığı bir vakit Paris’teki Meşveret Gazetesi’ne gönderilen bir makaleyle ilgili pek gizli bilgileri bağıra çağıra sarhoş taifesine anlattığı bilinen bir vakıadır.

Uzun ve ince boynunun üzerinde zar zor duruyormuş izlenimi veren tombik başına kondurulmuş iri gözleri ve yorgun bakışlarıyla yolları gözleyip kendisine tekrar görev verileceği günü sabırsızlıkla bekleyen bu zat, görev tebliğ edilmeyince cemiyetin bilindik mekanlarına uğrasa da pek de hoş karşılanmadığından zamanla bu sevdasından vazgeçmişti. Hoş, alkolü bırakmayı da denemişti ancak ittihat, terakki ve mey üçlüsünden ilk ikisi olmadan hayatta kalabileceğini ancak üçüncü olmazsa bir günü bile zor çıkaracağını fark edip kararından dönmüştü. Saim Efendi’nin cemiyet namına yapılan toplantılarda sohbetini en çok sevdiği zat Ali Kabuli Bey’di. Ayaklanmanın ikinci gününde nereye gideceğini bilmeden oradan oraya koştururken eski dostuyla karşılaşmış, her ne kadar alakasız bir kılığa bürünmüş olsa da Kapudan Bey’i bir bakışta tanımıştı.

Ayak üstü sohbetin ardından acil işi olduğunu söyleyerek affına sığınan Ali Kabuli Bey’e, “Aman Ali Bey, bu ayaklanma çok maraza gebe. Bu yamyam taifesi Meşrutiyete duyduğu hınçla adamı paramparça eder alimallah,” diye veda ederken dostunun gözlerinin içine bakmış, ancak orada arkadaşının mantıklı önerisini dinleyecek eski bir ahbapla değil girdiği yoldan dönmeyi bir an için düşünmeyen kararlı bir serdengeçtiyle karşılaşmıştı.

Eski dostundan sıyrılan Ali Kabuli Bey, iskeleye varıp bulabildiği ilk motorla zırhlısına doğru denizi yararak ilerlerken bu kılıkla Asâr-ı Tevfik’e çıkmayı gururuna yediremediğinden bir lira karşılığında motor sahibinin kıyafetlerini satın alıp onun ceket ve pantolonuyla zırhlının güvertesine çıktı. Doksan üç harbinde büyük hizmetleri olmuş zırhlının zabitanı kapudanlarınının geldiğini daha motor yarı yoldayken fark ettiklerinden çoktan sıraya girmişti. Zabitan, Ali Kabuli Bey’i karşılamaya karşılamıştı ama erattan kimsecikler ortada görünmüyordu. Kapudan bir açıklama bekleyerek zabitana baktı. Mülazım-ı evvel Kemal Bey bahriyeden yeni mezun olmuş askerlere özgü o sert bakışlarını Ali Kabuli Bey’e yöneltip, “Ortalık karışınca erata istirahat verdik kumandanım!” diye durumu açıkladı.

Ali Kabuli Bey, “On dakika sonra tüm zabitler kapudan köşküne,” emrini verip makamına yöneldi. Üniformasını üzerine geçirdi. Not defterine ne olur ne olmaz diye veda satırları karaladı. Yazıyı kendisini memleketi için feda ettiği iddiasıyla harekete girişen askerlerin kibre varan gururuyla kaleme alıyordu. Doğal olarak yazdıkça yazdı. Biraz sonra kapı çalınıp da zabitan rütbe sırasıyla içeri girince gurur ve kibir ortadan kalkmış, geriye bir tek kaygı kalmıştı.

“Birer çay getirsinler!”

Emrinin ardından hemen çaylar ısmarlandı.

“Beyler,” dedi Ali Kabuli Bey heyecanını dizginlemenin tek yolunun büyük laflar ederek kendisindeki heyecanı askerine geçirmek olduğunu bilen büyük kumandaların kurnazlığıyla. “Gericiler Devr-i İstibdatı tekrar hâkim kılmak için iş başındadır. Ordunun sizler gibi mektepli subayları ve cemiyetimiz bu kalkışmanın muzaffer olmasına asla izin vermeyecektir. Maalesef, zat-ı şahane diye adlandırılan ancak kalkışmayı bastırmaya gücünün yetmediğini beyan edip olaylara göz yuman zat-ı bahane de gericilerin tarafındadır.”

İyiden iyiye gaza gelen Ali Kabuli Bey silahını çekip masanın üzerine koydu. Derin bir nefes alıp konuşmasının zabitan üzerindeki etkisini anlayabilmek için tek tek gözlerine baktı. Sözlerine devam edecekti ki çay dağıtmak için gelen er içeri girdi. Zabitan olayın heyecanıyla durumu fark etmese de Yozgat tarafından İstanbul’un yolunu tutan on dokuz yaşındaki bu genç, padişahı peygamber rütbesinde görüyor, dahası şehirden gelen haberlerden yola çıkarak bu dinsiz kumandan taifesinin zat-ı şahaneye karşı düşmanca hazırlıklar içinde olduğunu bildiğinden çay servis ederken bile bunlara öfkeyle bakıyordu. Çayları verip yarım yamalak bir selamla kapudan köşkünü terk ederken olabildiğince ağır davrandı.

O kapıyı kapatırken Ali Kabuli Bey, “Olaylar ilerler de İstanbul’daki kışlalardaki gardaşlarımız zora düşerse, Yıldız’daki baykuşun evini başına yıkmak boynumuzun borcudur!” diye haykırıyordu. O an bilmese de bu ömrü hayatındaki son haykırıştı.

Birkaç dakika sonra erat ellerindeki mavzerlerle kapudan köşkünü bastı. Kırmızı bayrak ve gemi sancağını yanlarına almasalar da yeşil bayrakları ellerindeydi. Zabitandan Kadir ve Nuri Bey’ler silahlarına davranıp bir hamlede erattan iki kişiyi yere yıkmayı becerse de kalabalığın kendilerini derdest etmesine mâni olamadılar. Biraz sonra geminin kontrolünü ele alan erat kumandanlarını güverteye indirdi. Bilmem kaç yıldır kendilerinden daha geniş odalarda uyuyan, daha iyi yemekler yiyen ve kendilerine olur olmadık emirler veren bu dinsiz taifesinden intikam alma vakti gelmişti. Erat zabitanı iyiden iyiye dövse de Ali Kabuli Bey’e el kaldırmadı. Onu yarasız beresiz zat-ı şahaneye teslim edip övgülerine mahzar olma niyetindelerdi.

Ali Kabuli Bey ölmemeliydi, en azından Yıldız’ın bahçesine kadar. Yozgatlı er ve diğer dört kişi kapudanlarınının koluna girip kayıkların yanına geldi. Zırhlının bakımsızlıktan çürümeye yüz tutan kayıklarından birine binip Beşiktaş’a çıktılar. O çevrede toplanan sarıklı ve sakallı kalabalık eratın arasında elleri bağlı ilerleyen bahriye üniformalı adamı görünce suçunun ne olduğunun peşine düşmeden iki gündür yaptıkları gibi bu zabite de küfürler savurup elma, armut artıkları atmaya başladı.

Erat, kapudanlarını korumaya çalışarak buldukları arabaya bindirdi. Birkaç dakika sonra mavzerlerini doğrulttukları kalabalığı yara yara Yıldız Sarayı’nın önüne geldiler. Halk başta bunları da cemiyetten sanıp karşılık verecek olduysa da ellerinde taşıdıkları yeşil bayrağı ve aralarında eli bağlı duran çaresiz zabiti görünce bundan vazgeçti. Biraz sonra Ali Kabuli Bey ile beraber Yıldız’ın bahçesindelerdi. Dünden beri olayları ikinci kattaki pencereden izleyen zat-ı şahaneye haber gönderip isyancı bir bahriye subayının tam sarayı topa tutacakken ele geçirildiğini bildirdiler. Haberci binaya henüz girmişti ki kalabalığından içinden biri Ali Kabuli Bey’in sağ yanağına sert bir yumruk indirdi.

O ana kadar ağzından tek bir kelime çıkmayan Kapudan bir, “Ahh!” koyuverdi. Ancak kalabalık ilk yumruktan cesaret almış olacak ki bir anda bahriyeli zabitin üzerine atıldı. Erat daha ne olduğunu anlamadan Ali Kabuli Bey eli sopalı kalabalığın arasında kalmıştı. Birkaç dakika geçmeden bedeni harabeye döndü. Talebelik yıllarından beri bir deniz savaşında düşman zırhlılarının bombardımanında ölmenin hayalini kuran bu zat, evine iki kilometre uzaktaki bu sarayın önünde yumruk ve sopa darbeleriyle yaşama veda etmişti.

Tüm bunlar olurken zat-ı şahane pencereden aşağı doğru belli belirsiz şekilde, “Yapmayın evlatlarım,” dese de bu seslenişi o an arkasında dizili duran paşa takımı dahi duymamıştı.


Saim Serhat Arslan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page