top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Saim Serhat Arslan- Hüsrev Bey’in Fotoğrafhanesi

Abdullah ve Viçen biraderlerin şimdilerde ismi çoktan unutulmuş ustalarından devraldıkları atölyeyi 1858 senesinde Dersaadet’in ilk tam teşekküllü fotoğrafhanesine dönüştürmelerinin üzerinden yirmi küsür yıl geçmişti. Nicephore Niepce adlı Frenk mucit tarafından vücuda getirilen bu edevatın Osmanlı ülkesine elli senelik bir teahhur ile gelmesi kimilerince eleştirilse de matbaanın Gutenberg’ten tamı tamına iki buçuk asır sonra başkentimizin yolunu tuttuğunu düşününce yarım asrın lafını etmenin yakışıksız olacağı bugün artık herkesçe kabul görmüş bulunmaktadır. Başlarda koca göbekli gürbüz zenginlerin Paris dolaylarından gelen her yeni fennî mucizenin tadına bakma heveslerinin muhatabı olan bu makine zamanla ümmetin orta tabakasını oluşturan kalem memurları ve hatta daha alt tabakadaki işçi takımı arasında dahi yaygınlaşmıştı. Öyle ki gündelikçiler dahi kurtlu ekmek ve hoşaftan müteşekkil yemeklerinden feragat ederek yevmiyelerini gün gün biriktiriyor, topladıkları yevmiyeleri bedenlerinin umumhanenin yolunu tutmaları konusundaki baskısına yenik düşerek bir dilberin koynunda hiç etmeyen azınlık küçüklü büyüklü fotoğrafhanelerden birinin yolunu tutuyordu. Evlerinde ayna dahi bulunmayan bu gureba takımının çocukluklarından itibaren kahvehane köşelerinde adeta birer efsane gibi dolaşan bilmem ne paşanın konağındaki milyonluk tablosu, bilmem hangi hanımın beş yüz altına çizdirdiği portresi söylentileriyle büyüdükleri göz önüne alınınca, cüzi bir para karşılığında çökük yanakları ve bakımsızlıktan çoktan yaşlanmış derileriyle adeta birer mumyayı andıran suretlerinin kopyasını evlerinin başköşesine asmak istemeleri pek yadırganmasa gerek.

Zenginler kadar avam tabakasının da kapısını aşındırdığı bu fotoğrafhanelerin en bilindiklerinden olan Abdullah Freses, alelade bir fotoğraf atölyesi olmayıp arz üzerinde ilk kez bir imparatorun şahsi fotoğrafhanesi olma şerefine nail olmuş bir müessesedir. Tünel semti yakınlarındaki bu dükkân, Sultan Abdülmecid tarafından hak ettiği takdiri görmese de kardeşi Sultan Abdülaziz ve oğlu Sultan Abdülhamit tarafından ressam-ı hazreti şehriyarı unvanına layık görülecek kadar mühimsenmişti. Bu unvanı aldıktan mütevellit avam tabakasıyla ilişkilerini tamamen kesen Abdullah biraderler hizmetlerini yalnızca nüfuzlu ve zengin kimselere sunma kararı aldılar. Kısa zamanda saray çevresinden pek çok zata hizmet vermeye başlayan müessese, ellerindeki fenni icat ile saray ve köşklerin yolunu tutan Abdullah ve Viçen kardeşler vasıtasıyla dışarıdaki aşıklarına notlar gönderen cariyeler ya da bizzat fotoğrafçı tarafından birtakım arzularının giderilmesi talebinde bulunan saray hanımları ile ilgili pek çok skandalla anılmaktadır Bununla beraber bu vahim hadiselerden hiçbirinin Abdullah Freses’ten hizmet alacak nüfuza sahip olmayanların tercih ettiği bir diğer ünlü fotoğraf atölyesi “Hüsrev Bey’in Fotoğrafhanesi” ile ilgili ortaya atılan iddia kadar cazibeli olmadığı bugün artık rezilliğin her türlüsüne tanık olmuş Dersaadet halkı nazarında çoktan kabul görmüştür.

Fotoğrafçılık eğitimini Paris’te aldığı hususundaki iddiaları bugün hâlâ kanıtlanamayan Hüsrev Bey Abdülhamit’in tahta çıkışından bir yıl sonra, Beyoğlu’nda, tahtakurularının kemirip iskelete çevirdiği duvarları ve kedi boyundaki fareleriyle kimsenin tutmaya yanaşmadığı ufak tefek bir dükkânda başlamıştı kariyerine. Genç adamın dükkânı adam etmesi, hele böyle büyük rakipler karşısında fotoğraf alanında ilerlemesi kimseler tarafından beklenmiyordu. Ancak tarih boyunca pek çok kereler vuku bulduğu gibi beklenmeyen yine tahakkuk etti. Tatlı dili ve güler yüzüyle Dersaadet’in genç kadınlarının ilgisine mazhar olan Hüsrev Bey bir seneye kalmadan epey bir para kazandığı gibi müessesesini de cadde üzerindeki daha iyi bir dükkâna taşıdı. O dönemler henüz kimseciklerin tatbik etmediği; fotoğraflardan kolajlar meydana getirmek, fotoğrafların üzerine özel baskıyla şiirler yazmak ve hatta iki-üç fotoğrafın üst üste pozlanması ile bir çeşit sihirli görüntü elde etmek gibi yöntemleri deneyip muvaffak olan bu zatın ünü iyiden iyiye yayılıp da Hüsrev Bey bir başına bu yükün altından kalkamayınca kendine iki çırak dahi tuttu. Ancak akşam yemeklerinin ardından Pera’nın yolunu tutup kömürle karışık hayvan dışkısı kokusunun arasında gösterişli caddeyi turlayan insanlar eskiden dükkânın bulunduğu yerden geçerken bugün hâlâ adamcağızı akıllarına getiriyorlarsa bu durum onun iyi bir müteşebbis olmasından ziyade başına gelen felaketten ileri gelmektedir.

O yıllarda Sultan Abdülhamit Han’ın verdiği şeref sözüne karşın kapatmakta beis görmediği Meclis-i Mebusan’ın birtakım üyeleri, küre-i havaiyeye giren bir meteor misali kısa bir parlamanın ardından karanlığa karışmanın verdiği acıyla kendilerini evlerine kapatmış, sokağa dahi çıkmaz olmuşlardı. Günlerini birkaç aylık mebusluk döneminde ceplerini doldurdukları mangırlarla satın adlıkları konakların koca odalarında gazete okuyup pinekleyerek geçiren bu adamlardan bir kısmı, Sultan Hazretlerinin öfkesinin bir zaman sonra dineceği ve tekrar göze girecekleri yolundaki ümitlerini kaybetmiyordu. İşi daha da ileri götürüp Cuma selamlığında zat-ı şahanenin yanına yanaşıp devlet kapısında maaşı dolgun bir iş talep etmeye kadar vardıran bu zatlar, Sultanın kendilerine tanımaz gözlerle baktıklarını görünce ve tabi yaverler tarafından da tartaklanınca çareyi farklı bir yerde aramaya giriştiler. Adamlar önce iyi bir fotoğrafçı buluyor, en güzel kıyafetlerini giyip mağdur ama bir o kadar da sadık bakışlarını takınarak fotoğraflarını çektiriyorlardı. Ardından ellerine geçen bu soluk sarı renkli baskıların arkasına yaşadıkları çileleri teker teker yazıp son satırda da Sultan’a methiyeler düzmekten geri kalmayan biçareler nüshaları Padişah’a iletmesi için odacılara teslim ederdi. Aracılara bir dolu para akıtan adamların verdiği tek bir nüshanın dahi Padişah Hazretlerinin önüne gelmediği bugün dillerde dolaşmakla beraber, bu iddiayı tansis etmek bugün ihtimal dâhilinde bulunmamaktadır.

Fotoğraflarını çektirip Padişah’a verilmek üzere aracılara teslim eden gözden düşmüş mebuslardan biri de Elbasanlı Arnavut Settar Efendiydi. Settar Efendi nesiller önce Balkanlardan göçüp Dersaadet’in yolunu tutan, burada fırıncılık işiyle meşgul olan ailesinin son erkek ferdiydi. Mebusluğu döneminde kimilerine göre cebren kimilerine göre gönülden aldığı reylerle başkan seçildiği fırıncılar kooperatifini yönetirken servetini ne hikmetse on misline çıkarmış, eline geçen parayla da Üsküdar’da ismini taşıyan güzel bir konak yaptırmıştı. Yaşlı adam, 93 Harbi’nin ardından Meclis lağvedilince mebusluğuyla birlikte kooperatif başkanlığını da yitirdi. Önceki dönem pek çok haklar yediğini iddia ettikleri adamla hesaplaşma yoluna giden yeni kooperatif yönetimi Settar Efendi’in Dersaadet’in gözde caddelerinde faaliyet gösteren üç fırınına el koydu. Başına gelen bu felaketlerden sonra kendini konağına kapatan bu zat, her pazartesi günü öğle namazından önce Hüsrev Bey’i konağında ağırlıyor ve cumaya kadar hazır edilmesi şartıyla bir fotoğrafını çektiriyordu. Kızlarını kırmayarak onların da fotoğrafının çekilmesini temin eden bu zat, bu yolla hem Padişah’a varlığını hatırlatmış oluyor hem de evde sıkılan kızlarına bir meşgale yaratıyordu. Yetmişine merdiven dayamış ve tabii olarak duyuları zayıflamış olan Settar Efendi, yakalı gömleği ve boyunbağını kuşanıp evine gelen erkek güzeli Hüsrev Bey’in zamanının çoğunu geçirdiği büyük kızı Ülfet ile olan birtakım şakalaşmalarını ve ikilinin arzu dolu kahkahalarını bir ihtimal duyuyorsa da fotoğraf çekiminden sonra yorgun düşüp koltuğunda o günün gazetesine göz atarken uyuklamayı alışkanlık haline getirdiğinden kızının odasından gelen birtakım hızlı nefes alışverişlere ve haz dolu mırıltılara pek kulak misafiri olmuyordu.

Soğuk bir kış konağın yolunu tutan Hüsrev Bey, Settar Efendi’nin fotoğraflarını hızla çekti. Hafta boyunca pek çok antolojiyi karıştırarak bulduğu mısranın yazılı olduğu kâğıdı genç adama uzatan Settar Efendi, bu satırların özel bir yazıyla fotoğrafın ardına yazılmasını emir buyurdu. “Baş üstüne,” deyip kâğıdı cebine koyan fotoğrafçı, müsaade isteyip evin en büyük kızı Ülfet’in odasına yöneldi. İri kahverengi gözleri ve aynı renkteki dolgun saçları ile bakanın gözlerini almakta zorluk çektiği Ülfet, odasında heyecanla genç adamı bekliyordu. Yirmilerinin ortasına gelmiş olmasına karşın henüz evlenmemiş olan bu güzel kadın, zaman zaman evin birtakım hizmetlerini görmek ya da babasıyla iş konuşmak için konağın yolunu tutan adamlarla yakınlaşmış olsa da aşkı ilk kez Hüsrev Bey’de tatmıştı. Öyle ki aradan geçen bir senenin ardından Hüsrev Bey’in başka kadınların evlerine fotoğraf çekimine gitmesine kızar olmuş hatta öz kardeşlerinin fotoğrafını çektiği zamanlarda bile kapıları kuşkuyla dinlemeye başlamıştı. Pazartesileri iple çeken genç kadını odasındaki yatakta başı açık ve üzeri örtülü vaziyette bulan fotoğrafçı, yanındaki getirdiği üç ayağı kurup makineyi üzerine yerleştirdi. Makinenin merceğinden kadına bakıp ayarlamalar yapmaya başlayan genç adam, kadının ayağa kalkıp üzerindeki örtüyü bir anda sıyırıvermesiyle olduğu yerde kaldı. Kadın çırılçıplak karşısındaydı. Halinden yine o çok sevdiği pozları vermek niyetinde olduğunu anlayan Hüsrev, genç kadın bir Mısır Prensesi gibi bir kolu ardında ve aşağıda, diğer kolu önünde ve yukarıda, elleri kuğu başı vaziyetinde poz verirken dondurdu anı. Ülfet duvardan yana yürüyüp sırtını döndü. Şimdi omuzlarından topuklarına kadar tüm çıplaklığıyla karşısındayken makinenin içindeki levhayı değiştirdi Hüsrev. Kadın sabırsız bir hareketle omuzlarını oynatınca ikinci pozu çekti. Üçüncü poz için yere diz çöküp göğüslerini avuçlarıyla kapatan kadın muzip bir gülümse takınıp doğrudan merceğe baktı. Bu anı da başarıyla kaydeden Hüsrev başını makinenin perdesinin altından çıkarıp Ülfet’e yöneldi. İkilinin özlem dolu bedenleri bilmem kaçıncı defa olmak üzere birleşti konağın soğuk odasında.

Ablalarıyla birlikteliği hasebiyle mi yoksa kendisini beğenmediklerinden mi bilinmez, Lale ve Zeynep Hüsrev Bey’e hiç pas vermiyor, dahası fotoğrafları çekilirken çoğu genç kızın yaptığı gibi başlarındaki örtüyü çıkartmak ya da danteli bol elbiseler giymek gibi girişimlerde bile bulunmuyordu. Kızların utana sıkıla verdikleri pozlarının işlendiği levhaları da heybesine katan fotoğrafçı, şekerlemesinden uyanan Settar Efendi’den müsaade isteyip evden ayrıldı. Dönüş yolunda üç eve daha uğrayıp buralarda da birtakım fotoğraflar çeken genç adam, hava kararmaya yakın vardı Pera’daki dükkâna. Çıraklar gün boyu yaptıkları çekimlerin levhalarını gece yarısına kadar çalışmayı alışkanlık haline getirmiş ustalarının banyo etmesi için tasnif ediyorlardı. İki adam gittikten sonra dükkânın kepenklerini indiren Hüsrev Bey, hayalini kurduğu teşebbüsü vücuda getirmesine yalnızca birkaç saat kalmasının heyecanıyla oturdu çalışma masasına. Çalışırken bir yandan elindeki iş çabucak bitsin istiyor, öte yandan yıllar yılı yazdığı romanın sonuna gelmiş bir muharrir ya da heykeline son dokunuşları yapacak bir heykeltıraşın acelecilik sebebiyle yaptığı gibi basit hatalara düşmemek için kendini frenliyordu. Sabah ezanı ağır ağır okunurken elindeki işi bitiren genç adam banyo edilen fotoğrafların yanında üst üste konmuş deri kaplı defterleri bir süre seyrettikten sonra başını masaya koyup uykuya daldı.

Geceyi dükkândaki rahatsız sandalyenin üzerinde uyuyarak geçiren Hüsrev Bey, adamlarının dükkânın kepenklerini çıraklığın alametifarikasından olduğu üzere gürültüyle kaldırmalarıyla uyandı. Patronlarının zaman zaman dükkânda uyumasına alışık olan çıraklar, “Sana da simit alalım mı ağabey?” diye sorduklarında başını iki yana sallayıp stüdyo odasına yöneldi. Yüzüne su vurduktan sonra boy aynasında üstünü başını düzeltti. Tekrar içeri geçti, dün gece hazırladığı deri kaplı defterleri bir çantaya koyup yanına aldıktan sonra dükkândan ayrıldı. Saat yediyi bulmuştu. Sokaklarda kalemlerin yollarını tutan memurlar ve üç kuruşluk bir işi diğerlerinden önce kapmak için hızlı adımlarla ırgat pazarına varmaya çalışan gündelikçilerden başka kimsecikler yoktu. Köşe başındaki arabacının yanına vardı. Arabacı yakın mesafeye gidemeyeceğini söyleyince okkalı bir küfür savurup Galata’ya doğru adımlamaya başladı kaldırımları. Tepeye vardığında paçaları çamur içindeydi. Başka zaman olsa buna bir hayli sinirlenecek olsa da keyfinin kaçmasına izin vermedi. Kuledibinde birkaç dakika dineldikten sonra beklediği adam köşe başında göründü. İyi giyimli ve kendisinin aksine paçaları pirüpak adam, şapkasını çıkararak selam verdi. Hüsrev Bey Hamidiye tipi, keçeden yapılma fesini öne doğru kaydırarak aldı selamı. İkili havadan sudan konuştuktan sonra genç fotoğrafçı elindeki çantayı adama uzattı. Adam, gizli saklı iş yapan pek çokları gibi aldığı ürünü alenen gözden geçiremeyeceğinden karşısındakine güvenerek uzattı içi para dolu zarfı. İkili baş selamı verip yollarına gittiler.

Uzun zamandır hayalini kurduğu teşebbüsü vücuda getirmesinin üzerinden bir ay geçen Hüsrev Bey, gelen siparişlere yetişemez olmuştu. Başta yalnızca özel alıcılar için hazırlamaya karar verdiği deri kaplı defterlerden tam doksan altı nüshayı, evlerinin gizli saklı köşelerinde muhafaza edip el etek çekilince ortaya çıkaracak sahiplerine ulaştırılmak üzere Kuledibi’ndeki adama teslim etmişti bu süre zarfında. Öteki vazifelerini de aksatmayan genç adam yine bir pazartesi günü Elbasanlı Arnavut Settar Bey’in konağına vardığında adamı her zamankinden daha canlı görünce bunu Abdülhamit’in Meclis-i Mebusan’ı tekrar açacağı yönündeki söylentilere verip pek üzerinde durmadı. Her zamanki gibi oturma odasına teçhizatını kurup yaşlı adamın fotoğraflarını çekmek için hazırlanan Hüsrev Bey, çay getiren hizmetçiden kapıda kendisini karşılamayan Ülfet ve kardeşlerinin halalarına gittiğini öğrenince şaşırdı. Kızlar ilk kez bir fotoğraf gününde evde yoklardı. “Hele Ülfet hiç kaçırmazdı pazartesileri,” diye geçirdi içinden. Ülfet’in yokluğuna dalmış merceği parlatırken, “Aman Hüsrev Bey,” dedi ağır adımlarla içeri giren Settar Efendi. “Mercek boğazın suları kadar berrak oldu, daha zorlamayınız.” Adamın nüktesine belli belirsiz bir gülümseme ile karşılık verdi. Settar Efendi alışık olduğu üzere lüks lambalarıyla aydınlatılmış köşeye geçip her zamankine benzer bir hâl takındı. Adamın fotoğraflarını hemen çekip dükkanına dönmek isteyen Hüsrev başını makinenin perdesine sokmuştu ki bir anda donup kaldı. Özel camdan yapılmış Fransız merceğinin üzerine düşen akisteki yetmişine merdiven dayamış adam, elinde tuttuğu boynuz kabzalı tabancayı üzerine doğrultmuştu. Bir süre öylece bekledikten sonra başını ağır bir hareketle çıkardı perdeden. “Bre kitapsız,” dedi yaşlı fırıncı, Hüsrev’in daha önce şahit olmadığı bir hiddetle. “Hadi kızımın kanına girersin. Onun üryan bedeninin fotoğraflarını bastırıp Dersaadet’in edepsiz heriflerine deri kaplı defterlerle satmaktan da mı utanmadın?” Yaşlılıktan mı hiddetten mi bilinmez, adamın eli rüzgârda bir o yana bir bu yana savrulan bir fidan gibi kuvvetle titriyordu. Hüsrev ilk şoku atlatıp boğazını temizledikten sonra, “Bir yanlışınız var efendim. Kim uydurdu bu lakırdıyı?” dedi. Genç fotoğrafçı o ana kadar ihtimal vermese de yaşlı adam az önce söz ettiği Dersaadet’in edepsiz herifleri taifesinin bir üyesi olarak, yetmişine merdiven dayamasına bakmadan edinmişti bu üryan kadın resimleri ile dolu deri kaplı defterden bir nüsha. Kaderin cilvesi, gece kızları uyuyunca kataloğu çıkarıp zevkle inceleyen yaşlı adam, baş kısımları özel bir maddeyle karartılmış bu diri ve güzel kadın bedenlerinin birinin üzerine oturduğu halıyı tanır gibi olmuştu. Beynini kemiren düşüncelerle geceyi sabah eden adam, Ülfet uyanıp da helanın yolunu tutunca emin olmak için girdiği odada aynı desendeki halıyı görünce bir çığlık koparmış, gürültüye gelen hizmetçinin yardımıyla ancak kendine gelebilmişti. İçinde fırtınalar kopan adam kızının belki de âşık olduğu bu adamı koruma yoluna gidebileceğini düşündüğünden sesini çıkarmamış, dört gün boyunca mendebur fotoğrafçının evine geleceği günü beklemişti. Evvelsi gece babalarının talimatıyla Erenköy’ünde yalnız yaşayan halalarının evinin yolunu tutan kızlar, babalarının iddia ettiğinin aksine yaşlı kadının bir sağlık sorununun olmadığını öğrenince şaşırmış, ancak Ülfet dahil hiçbiri bu durumu babalarının böylesine vahşet dolu bir plan kurmasına yormamıştı. Adamın deri kaplı deftere ulaşmış olmasına ihtimal vermeyen Hüsrev, ulaşsa dahi yüzünü kararttığı fotoğraftan kızının üryan bedenini tanıyamayacağını düşündüğünden kendisini savunmak adına birkaç şey daha söylemeye hazırlanıyordu ki güçlü bir patırtı duyuldu. Odayı bir anda keskin bir barut kokusu doldurmuştu. Hüsrev başını yavaşça öne eğdiğinde gömleğinin üzerinde giderek büyüyen kan lekesini gördü. Daha ne olduğunu anlamadan ikinci kurşunu göğsünden yiyen genç adam, makineye tutunarak ayakta kalmaya çalışsa da biraz sonra ekmek kapısıyla beraber devrildi. Paris pek çok icatta olduğu gibi fotoğraf konusunda da bizden erken davranmıştı ancak Dersaadet bu fenni mucize nedeniyle vuku bulan ilk cinayete ev sahipliği yapma şerefini kimseciklere kaptırmamıştı.


Saim Serhat Arslan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page