top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Saim Serhat Arslan- Limanda Cinayet

11.46

“Liman işletmesi girmemize izin vermiyor,” dedi sorgu zabiti Osman gecenin sessizliğine bir isyanmışçasına yankılanan davudi sesiyle. Liman işletmesi derken yüzünün aldığı tiksinti dolu ifade karşısındaki Fransız liman memurunun gözünden kaçmamıştı. Hayrettin, “O halde liman işletmesi vakanın çözülmesini de istemiyor,” diye bağırdı. Yanına kattığı çam yarması iki bekçiyle limana girip çıkan arabaların kullandığı yolun tam üstünde duran Fransız’la onların karşısında dikilmiş asabi bakışlarla bu üçlüyü süzen arkadaşı Osman’ın bulunduğu yerden uzakta, hırçın dalgaların dövdüğü kayalıkların dibinde durmuş ay aşığının aydınlatmakta zorlandığı denizi seyrediyordu. Osman, kendisinden yaşça genç -henüz otuzlarının başında- dostunun bu türden tuhaflıklarına alışmış olsa da Fransız ve iki bekçi yadırgar gözlerle baktılar adamdan tarafa. Öyle ya, Osman gibi karşılarına dikilip içeri girmek için diretmesi gerekirken ne diye yosun kokan denizi seyrediyordu ki bu sıska adam? Hayrettin’in sözlerine karşılık verme sorumluluğunu omuzlarına alan Fransız memur bu sorumluluk yağ bağlamış omuzlarına ağır geldiğinden mi bilinmez bir solukta yanıtladı kendilerine yöneltilen suçlamayı. “Vakanın çözülmesini biz de canı gönülden isteriz. Ancak bu işletmenin imtiyaz hakları Fransız Hükümetine aittir ve ülkemize ait bir mülke elinizde izin olmadan giremezsiniz!” “Efendi! Katledilen Osmanlı değil de Fransız olsa karakolun kapısını yumrukluyordunuz gelin de suçluları bulun diye!” Osman arkadaşının cevabını beklemeden patlamıştı. Kıyıda durmuş dalgın gözlerle dalgaları seyri sürdüren Aksak Hayrettin’in -adamın bu lakap ile şereflendirilmesi topallığından değil Galata’daki Levanten meyhanelerinde her demlenişinde sergilediği topal oyunundan ileri geliyordu- aksine işleri sözle değil kuvvetle çözmeyi alışkanlık edinmiş sorgu memurunun bu tepkisi Fransız’ın iri kıyım bekçilerin gerisine kaçmasına yetti. Ancak ilk andan beri yumruklarını sıkan bekçilerin geri basmaya niyetleri yoktu. “Sadaretteki memurların ikindiye doğru iş başı yaptıkları malumunuz,” diye lafa girdi Hayrettin bir çırpıda. İşlerin daha önce de Osman’ın hırçınlığı yüzünden sarpa sarmasına tanık olduğundan durum o noktaya gelmeden çözmek istiyordu. “Dostunuz Churchill’in neşrettiği gazete güzel hatırınız için olaya değinmeden baskıya gitse de şu elli metre ilerideki karartının sahibi Şinasi Bey kapıdan çevrildiğimizi köşesinde yazdığı gibi yarın binlerce adamla dolup taşacak burası. O vakit şimdi pazılarının arkasına saklandığınız Câlût kılıklı adamlarınızın bile gücü yetmez burayı başınıza yıkmalarına mâni olmaya.” Söylediklerinin Fransız’ın üzerindeki tesirini anlamak için uzun zaman sonra bakışlarını denizden kaldırıp adama yöneltti. Bir yandan da eliyle liman yolundaki ağaçlığı gösteriyordu. Gözlerini kısıp ağaçlar arasında bakışlarını gezdiren liman memuru gerçekten de insana benzer bir karartıyla karşılaştı. Tam o anda, “Ecnebi işletmeleri karıştıkları usulsüzlükler ve gayrimüslim çalışanları kayırmalarıyla Tercüman-ı Ahval’ de sürekli tenkit ediliyor. Bir de bizden birinin katlinin soruşturmasını engellediğiniz duyulursa yandınız memur bey,” dedi Hayrettin. Osman bıyıklarının ucunu ağır ağır çekiştirip başını salladı. Arkadaşını tasdik eder görünse de buraya gelirken yanından geçtikleri şarapçının bir anda memleketin en ünlü gazetecisine dönüşmesine şaşırıp kalmıştı. Bakışlarını aradaki yolu hızla adımlayıp Osman’ın yanı başına varan bu akıllı zabite çeviren Fransız memur, karar vermek için birkaç saniye durakladıktan sonra, “Yalnızca yarım saatiniz var,” deyip önündeki adamların omuzlarına açılmaları için birer şaplak attı. “Ben de sizinle geleceğim,” diye ekledi çoktan yanından geçip içeri yönelen zabitlere yetişmeye çalışırken

00.07

“Hem bize haber verip hem de içeri girmemize izin vermemek… Aklınızdan ne geçiriyordu?” Osman’ın sesinde öfke vardı. Gırtlağında açılan kesi nedeniyle kendi kanında boğulduğu anlaşılan mevtayı belermiş gözleri ve neredeyse Kütahya işi porselenler kadar beyazlamış teniyle görünce midesi bulanmıştı. Çatalhöyük’ten bu yana bulantı, korku hatta sevgi gibi insani tepkileri kendisine çok gören pek çok Anadolu erkeği gibi bunlardan en ufak bir kırıntıyı özünde duyumsadığında hiddete sarılırdı. “Ne bileyim efendim ben? Sanki her gün bir çalışanımızı mı öldürüyorlar?” Sözünü sürdürecekti ki Hayrettin’in susması yönünde görüş bildiren havaya kalkmış kaşlarını görüp susuverdi. Neden sonra, “Adamı size veririz, siz de ailesine teslim edersiniz diye düşünmüştüm,” dedi az öncekine göre daha sakin bir sesle. Tolon’daki, Nantes’daki limanlarınızda adam öldürüldüğünde böyle mi çözerler işleri?” diye sordu Hayrettin alaycı bir tavırla. Hem Fransız memura laf vurmak hem de Osman’ı biraz olsun sakinleştirmek istiyordu. Bu suale yanıt gelmedi. Cesedin başına dikilmiş akşam saatlerinde dünya yolculuğunun son durağına varan biçareyi inceleyen üçlü arasında bir an için sessizlik yaşandı. Bunu fırsat bilen Aksak Hayrettin tablasını çıkarıp sabahtan sardığı yamuk yumuk sigaralardan birini çatlamış dudakları arasına yerleştirdi. İştahlı gözlerle kendisine bakan diğer iki adama da birer tane uzattı.

01.35

“Hakkınız var. Liman yirmi dört saat çalışıyor. Ama bu biçarenin öldürüldüğü tarafın aydınlatması yok efendim. Gece yalnızca yük indirilen kısımlarda lamba yakılır. İçinde bulunduğumuz misafirhanenin de yer aldığı beş blokluk alan lojmanımız. Burada sadece fabrikanın ehemmiyetli çalışanları ve aileleri kalır. İşçi takımının bu yana geçmesi dahi yasaktır.” “Yasak dediğiniz beş harfli bir kelime memur bey,” dedi Osman. “Yasaklar bir işe yarasaydı Hayrettin’le ben çoktan işsiz kalmıştık.”  Dışarının soğuğundan kurtulup sobanın başına kurulduklarından keyfi yerine gelmiş, sesinde az önceki öfkeden eser kalmamıştı. “Vardiyada yirmi dört işçi var diyorsun. Irgat başı ve adamlar bu herifi gece boyu görmemişler. Kimsenin lafına itimat etmem ama o adamlardan biri bu biçareyi katletmiş olsa diğerleri çoktan ele verirdi. Ben bilirim işçi takımını. Hele işin sonunun katille ortaklıkla suçlanıp beraber ipe gitmek varken, öterlerdi hemen.” Fransız donup kalmalarından korkarmış gibi bacaklarının üstünde akordeon gibi bir gerilip bir gevşiyordu. “Sizin fikriniz nedir?” diye sordu Osman’ın cevap bekler hali karşısında sessiz kalıp tekrar adamın öfkesini üzerine çekmemek için diğer sorgu zabitine. “Necmi denen herif… Yakışıklı adammış,” diye yanıtladı bu soruyu Hayrettin. Şimdi hem Osman hem Fransız memur şaşkın gözlerle ona bakıyorlardı. Hayrettin bu bakışları, “Ben sakallı adam sevmem,” diye cevaplayacak olduysa da bu şakanın değil o gün, yüz elli sene sonrası için dahi anlayışla karşılanmayacağı bu topraklarda dilini tutmanın yararına olacağına kanaat getirip sustu. Ardından, “İşçilerle lojmanda kalanlar arasında münasebet yaşandı mı?” diye sordu Fransız’a. Liman memurunun dilinden önce yüz kasları davrandı. Çok sevdiği konutunun bahçesinde yürüyüş yaparken büyükbaş cinsinden bir hayvandan arda kaldığı belli bir dışkı yığınıyla karşılaşan İngiliz soylularının suratlarında belirene benzer bir iğrenme ifadesi bir anlığına yüzünde görünüp kayboldu. Bu soruyu hakaret olarak algıladığı her halinden belli olan adam konuşmaya başlamadan derin bir nefes aldı. Sakinleşmek için yeltendiği bu girişim odayı dolduran kesif kömür isinin ciğerlerine dolmasıyla yoğun bir öksürük kriziyle noktalandı. Osman adamın sırtına vuracak olduysa da berikinin gecenin hıncını kemiklerinden çıkarıp kendisini sakat bırakmasından korkan Fransız’ın bu hamleyi görmesiyle kesiliverdi öksürük. “İma ettiğiniz şey söz konusu bile olamaz efendim!” dedi bir çırpıda. Akşamdan beri ilk kez öfkesini dışa vurmuştu. “Bu lojmandaki hanımların hepsi Fransız ahlakıyla yetişmiştir. Ayrıca hatırlatmak isterim ki her biri şirketimizde çalışan pek önemli beyefendilerin zevceleridir ya da kızlarıdır.” Hayrettin sorusunun adamda bu nevi bir tepkiye yol açacağını ön görememiş olduğundan kendine kızdı. Ardından, “Saraydaki pek iffetli hanımefendiler uşaklarıyla münasebet kurmasınlar diye o uşakları hadım etme yönünde bir teamüle başvuran büyüklerimizin bu kararı almak için haklı gerekçeleri olduğuna inanıyorum. Niyetim kimseyi itham etmek değildi. Yalnızca, bazı bazı böyle nahoş şeylerin yaşanabileceğini hatırlatmak istedim.” Adamın hiddetinin azaldığını görünce konuşmayı sürdürdü: “Hem bu Necmi’nin kumar ve kadın merakını herkes tasdik etti. Yüksek müsaadenizle burada kalan hanımlarla bir görüşme...” Fransız cephesinden tekrar bir hiddet belirdi. Liman memuru, “Mümkün değil! Değil Sadaret makamının izni, Padişah ferman çıkarsa böyle bir şeye müsaade etmem!” dedi ayaklarını sertçe yere vurarak. O an aklına evdeki karısı Nurcihan geldiğinden mi bilinmez, akşamdan beri ilk kez Fransız’a hak verdi Osman. Ancak bu hak verişi baş hareketiyle de dışarı vurması ortağının elini zayıflatmıştı. Misafirhanenin Ayvazoski’nin kötü kopyaları ile doldurulmuş duvarlarında gezdirdi bakışlarını bir süre. Neden sonra, “O halde sizden başka bir ricam olacak,” dedi. Fransız ilk kez karşısındakilere geri adım attırmış olmasından mütevellit göğsünü derin bir nefesle doldurup olduğundan daha heybetli görünmeye çalıştı bir an için. Ancak bu sahnenin gülünçlüğü ne Hayrettin’in ne de Osman’ın gözünden kaçmıştı. “Buyurun,” dedi Fransız memur. “Son zamanlarda kocasından sık para istemeye başlamış kimseye rastlanır mı bu hanımlar içerisinde? Bu hususta malumatınız var mı?” Peşi sıra gelen soruların üstüne Fransız sendeler gibi oldu. Tam o anda dışarıdan duyulan tekne klaksonu sahneyi daha dramatik hale getirmişti. Osman klaksondan çınlayan kulağını kaşırken Hayrettin bakışlarını bu etine dolgun Fransız’ın kendininkilerle buluşmamakta direnen gözlerine dikti. Beriki fayda etmeyeceğini anlayınca kaçak bakışlarını tekrar Hayrettin’e çevirdi. “Açık konuşacağım. Daha ben cümlemi bitirmeden aklınıza bir isim geldi. Şimdi ya bana aklınıza gelen ismi ve olanları anlatırsınız ya da ikimizin zihninde de iyiden iyiye şekillenmeye başlayan hikâyeyi bire bin katarak Agah Efendi ile Şinasi’ye anlatırım. Önümüzdeki on sene bir tek Fransız Pera’ya çıkamaz utancından.” Hayrettin’in gece boyunca takındığı kibarlığı bir kenara bırakıp tehditler savurması liman memurunu şaşırtmışsa da onun bu hallerine alışık olan Osman şaşırmamıştı. Düğüm çözülmeye yakın bu gibi tehditlere başvuran arkadaşının pek de bu tehditleri gerçekleştirecek tabiatta olmadığını bilse de bu nevi tehditlerin iş gördüğünü bildiğinden bu sefer de onu tasdik eder şekilde salladı başını. Fransız’ın geniş alnında boncuk boncuk ter birikmişti. Pantolon cebinden bir bez çıkarıp terleri sildikten sonra, “Olayla ilgili gazetelere tek bir lakırdı edilmeyeceğinin garantisini veriyor musunuz?” diye sordu fısıldar bir sesle. Adamın bu hali Hayrettin’i güldürecek gibi olduysa da az önceki kararlı ve sert ifadeyi muhafaza etmeyi bildi. Aynı fısıltıyla, “Söz veriyorum efendim. Ne ben ne de Osman tek kelime etmeyeceğiz. Olay kapanacak, dosya mühürlenecek. Yargılama konusu zaten muamma. Sizin hakimler mi bizim kadılar mı bakacak bu işe derken fail hanımefendi ve eşi ülkeyi terk edip gider zaten.” Fransız karar vermekte zorlanıyormuş gibi sakalını kaşıdı. Ancak o an üçü de biliyordu ki karar çoktan verilmişti. “Başmühendisimiz Bay Coligny geçen yıl değerli eşini kaybedince memleketinden genç bir hanımefendiyle evlendi. Sonra o hanımı da buraya getirdi. Adı Isabella. Kendisinin bir sadakatsizlik yapacağına ihtimal vermediğim gibi birinin canına kıyması söz konusu bile olamaz. Ancak eşi yani Bay Coligny bu hanımefendinin son zamanlarda hayır işlerine bolca para harcadığından ve buna yetişmekte zorlandığından söz etmişti. Hatta avans isteyecek diye korkmadım desem yalan olur. Tanrım! Neler diyorum ben? Böyle düşünceli bir hanımın günahını alıp bir de eşini zor durumda bırakıyorum.” Pat! Fransız dondu kaldı. “Piştov sesi,” dedi Osman. Gayriihtiyari elini beline atmıştı. “Nereden geldi?” dedi Hayrettin telaşla. Osman, “Yakından,” diye yanıtladı ortağını. İlk andaki korkunun yerini utanca bıraktığı yüzünü kapıya dönen Fransız, “Bir yandaki binada Bay ve Bayan Coligny oturuyorlar,” dedi.

02.13

Galata’dan dar sokaklarından Yedikule’nin tekinsiz sapaklarına o gece Dersaadet’in en sıra dışı üçlüsünü oluşturan adamlar hızla dışarı çıktılar. Fransız’ın ardından sorgu zabitleri de yandaki üç katlı apartmana yöneldiler. Merdivenleri çıkarlarken bir piştov sesi daha duyuldu. Millet uyanmıştı. Evlerdekilerin ne olduğunu anlamak için birbirlerine yönelttikleri Fransızca sorular belli belirsiz çalınıyordu adamların kulaklarına. Coligny’lerin kapısına geldiklerinde Fransız içeri seslendi. Yanıt gelmedi. Yeterince beklediklerine kanaat getiren Osman Fransız’a çekilmesini söyledikten sonra gerilip omzuyla kapıya sert bir darbe indirdi. Fayda etmedi. İkinci darbede kilit söküldü. Koridorun karanlığında zifti andıran kanın göğsünden sızdığı genç kadının cesedi karşıladı onları. “Aman tanrım!” diye haykırdı liman memuru. Sorgu zabitleri ellerinde silahları solgun mum ışığının kapının ardından sızdığı salonun girişine vardılar. Kapı kulpunu kavrayan Hayrettin tek hamlede açıp içeri daldı. Yaşlı Coligny’i yemek masasının başındaki sandalyenin dibinde, yana devrilmiş halde buldular. Şakağından kan sızıyordu. Osman adamın sağ olup olmadığını anlamaya çalışırken masanın hemen önündeki pencereden dışarı baktı Hayrettin. İşçiler içlerinden biri birkaç saat önce katledilmemiş gibi sürdürüyordu çalışmayı.


Saim Serhat Arslan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page