Öykü- Saim Serhat Arslan- On Üçüncü Orta
- İshakEdebiyat
- 2 dakika önce
- 11 dakikada okunur
Hicri 984 yılında ardı ardına zuhur eden felaketlerin son bulması için Ayasofya’dan Zeyrek’e irili ufaklı tüm camileri dolduran ümmet-i Muhammed’in çaresizlikle Allah’a yakarışları netice vermemiş, 985 yılı da felaketle başlamıştı. Milleti bir damla suya hasret bırakan kuraklık henüz dinmişti ki böylesine ancak uzak deryaların yamyamlarla dolu memleketlerinde rastlanacak kuvvette bir yağmur bir anda indirdi. Ellerini semaya açıp günlerce tek bir damla su için yakaran ümmet-i icabet bu sefer de sel ve taşkın canlarını almasın diye dua eder oldu. Beş gün boyunca aralıksız yağan yağmur durduğunda reaya derin bir nefes aldı. Tüm bu patırtının ardından inançlılar şükür için camilere ve kiliselere tekrar akın etmiş itikadınca ibadetini yerine getirirken evlerinde meysiz kalan ayyaş taifesi de Galata’daki meyhanelerin yolunu tutmuştu. Reaya aldığı derin nefesi tam veriyordu ki bu sefer de adamın ayağının altından yeri kaydıran bir zelzele kadim şehrin adeta altından girip üstünden çıktı. Zelzele neticesinde kargir evler ve mimar ağasının adamlarının işi ucuza getirmek için daha temelden malzemeden çaldığı nice konaklar sahiplerine mezar oldu.
Zelzelenin üzerinden iki ay geçip de başka bir felaket baş göstermeyince halk başlarda şükretmek için sabah namazında dahi hınca hınç doldurduğu camilere ancak cumaları gider olmuş, adadığı horozundan devesine pek çok hayvanı ise çoktan unutmuştu. Felaketler döneminde kahvehane taburelerinde bol keseden adak adayan hayır sahiplerinin fakirhanelerine göndereceği yarım okka sakatatı dört gözle bekleyen fukaranın ahından mı bilinmez bunda da veba denen o kara illet yedi tepeyi sardı. Hekimbaşı Yannis yaptığı inceleme neticesinde bu illetin Galata rıhtımına mal indiren Frenk amelelerince başkente taşındığına kanaat getirdi. Ancak nedendir bilinmez ulema bu işin faturasını ilminde mahir müneccimbaşı Takiyüddin’in rasathanesine kesti. Padişah Efendimiz bu işin Takiyüddin’in yıldızlarla olan münasebetinden ileri geldiğine ikna edildi. Bunun üzerine adamcağızın Tophane sırtlarına bin bir emekle inşa ettiği rasat evi Donanmayı Hümayun’un amiral gemisi tarafından Preveze’de Venedik Kalyonu vururcasına hınçla topa tutularak yerle yeksan edildi. Halkın zorunlu haller dışında sokağa çıkmaktan menedilmesi ve bu illetten ölenlerle temas edilmemesi gibi önemler mi yoksa rasathanenin topa tutulması mı fayda etti bilinmez veba illeti de birkaç ay içerisinde Dersaadet’i terk etti. Halk tekrardan kahvehanelere doluşup bir yandan yemen kahvesini höpürdetip öbür yandan başlarına gelecek yeni felaketle ilgili bahse tutuşurken bu defa öyle bir olay zuhur etti ki bu işte hem yerin hem göğün ilmini beraber kullanmak icap edecekti.
O vakitler Dersaadet’te iki yüz küsür yeniçeri ortası bulunmakla beraber bunlardan birkaçı nam salmıştı. Altmış altıncı orta yahut diğer adıyla Belgrad Aslanları, Sultan Süleyman’ın o meşhur seferinde gösterdikleri kahramanlıkla bu payeyi almaya hak kazanmışken ünü yedi iklime yayılan bir diğer orta olan Gececiler’in yani on beşinci ortanın erleri gece baskını yapmada Çin diyarının kara çarşaflı savaşçılarından bile mahir olmakla bilinirdi. Bir de yüzüncü orta vardı ki bunlara Pintiler denirdi. Bu lakap adamların cebecilerin hazır ettiği barut ve gülleleri her daim arttırmasından mı yoksa girdikleri kahvehanelerde ve şişhanelerde yiyip içtiklerini deftere yazdırıp ulufe ha geldi ha gelecek diyerek hesaplarını aylarca kapatmamalarından mı ileri gelir bugün hâlâ bilinmez. Tüm bunlarla beraber bir orta vardı ki bu ortanın erleri düşmanla cenk etmek için değil Dersaadet’in karanlık sokakları ve unutulmuş dehlizlerinde bir görünüp bir kaybolan, insanın hasılasının almakta zorlanacağı cinsten mahlukatı defetmek için kurulmuş on üçüncü ortaydı.
On üçüncü orta ne seferlere katılır ne de törenlerde bulunurdu. Sayıları Sultan Murat döneminde üç yüzü bulan bölüğün neferleri halkça sevilmediği gibi diğer çerilerce de makbul bulunmazdı. Sancakları kara zemin üzerine beyaz işlenmiş “Selase Aşer” sayılarından müteşekkil bulunan ortanın bu armayı seçmesinin sebebi ismini aldıkları on üç sayısından değil bir Elham ve üç Kulhü’nün verdiği güce sığınmalarındandı. Dersaadet’i vampir, upir, cadaloz, hortlak, albastı, bedik ve hıbılık cinsinden görünen ve görünmeyen tüm varlıkların şerrinden korumakla görevli bu ortaya iş düşmesi için bu türden varlıkların aralarından bazı isyankârların zuhur etmesi gerekirdi. Bunun sebebi yaklaşık beş asır evvel Ortodoks kisvesi altında yaşayan bir Pagan Şamanı olan Efraim Efendi’nin zamanın Bizans Kral’ının buyruğuyla bu türden varlıkların lideri addedilen ve İblis Efendi olarak anılan varlıkla yaptığı antlaşma idi. Et meydanı taraflarında bugün artık unutulup üzerine kat kat evler çıkılan eski bir mezarlıkta gerçekleşen bu antlaşma neticesinde mahlukatın tılsımlı evler, dehlizler, kuyular, sarnıçlar ve gecenin tüm günahları örttüğü çıkmaz sokaklarda serbestçe bulunmalarına müsaade edilmişti. Antlaşmaya uydukları takdirde hiçbirine dua, büyü, Polat Tılsımı, gümüş kılıç ve kamalarla vurulan darbeler, sarmısaklı ve ademotlu iksirler ya da ölüm şarabı ile mukabele edilmeyecekti. Ancak her antlaşma gibi bu antlaşmanın da yan çizenleri vardı. İşte o zaman iş başa düşer, gümüş gülleler sıkan tüfenklerini, türlü türlü büyüyle efsunlanmış misketler saçan piştovlarını, zaçyağıyla sarılık otunun kadim oranlarla karıştırılmasıyla elde edilen ve istenmeyen mahlukatı defeden buhurdanlıklarını ve bizzat Ayasofya imamının şehadetinde üzerine Kevser ve Nas duaları işlenmiş gümüşten yatağanlarını kuşanan on üçüncü ortanın neferleri yaratığın zuhur ettiği sokakları ve evleri tek tek arayarak evvela batından zahire geçmesini sağlardı. Görünür aleme geçen yaratığın cinsine ve gücüne göre değişen bu mücadele sonunda ilmin tüm imkanları kullanılarak noktalanırdı. Semerkant Medresesi’nde müderris iken şarabı fazla kaçırdığı bir gece baş müderris ile tutuştuğu felsefe kavgasında Eflatun’un bilmem hangi kitabını adamcağızın kafasına indirdiği için işsiz kalıp sonunda Dersaadet’in yolunu tutan İspirtocu Saim Efendi’nin tasarladığı alev saçanı sırtlayan çerinin, gücü elinden alınmış upir, obur yahut bediği yakıp küle çevirmesi yaratığın sonunu getirirdi. İspirtocu Saim Efendi’nin bu od makinesini deftere yazdırdığı şarapların borcunu ödemeden tek bir şişe alamayacağını söyleyen bakkala olan hesabını kapatmak için bir gecede tasarlayıp hendese ağasına sattığı rivayet edilir.
O soğuk kış günü tüm felaketler bitti ve şehir huzura kavuştu derken Eminönü dolaylarında alelade bir sokakta sahiplerince konak ama dışarıdan bakanlarca baraka addedilen dört ocağın on yedi sakininin ölümüyle felaketler kapısı tekrar aralandı. Bu evlerdeki erkeklerin hiçbirinin gün boyu camide görünmediğini fark eden cemaat durumu istişare edip kapıları çalmanın gerekliliğinde kanaat getirince bulundukları sokağa yönelmişti. Kapılar neredeyse dövülmek suretiyle çalınsa da yanıt gelmeyince kullukçulara haber verildi. Gelen kullukçular yanlarında getirdikleri koçbaşı tabir edilen odun parçası ile ilk evin kapısını kırıp girdiklerinde hanenin dört sakinini de gözleri açık ve kulaklarından kan gelmiş halde yerde yatarken buldular. Aynı odada üzeri örtülü bir çerçeveye dikkat kesilen kullukçulardan biri örtüyü kavradığı anda elindeki bez parçasıyla beraber yere yığılınca arkadaşları ve meraklı kalabalık bir anda hep bir ağızdan Euzü Besmele çekti. Örtünün altında “Allah-u Ekber” yazılı bir ebru vardı. Başkullukçu meraklı kalabalığı dışarı çıkardı. Neden sonra cebinden çıkardığı kırmızı, kara ve sarı kağıtlardan kara olanı kullukçulardan birine verip adamı Et Meydanı’na gönderdi. Yeniçeri ağasına teslim edilecek bu kâğıt, on üçüncü orta çorbacısı ve adamlarına iş düştüğü anlamına geliyordu.
On üçüncü orta Et Meydanı’ndaki diğer ortaların ve acemi ocağının kurulduğu heybetli karargâhların aksine doğru düzgün güneş görmeyen bir ara sokaktan çıkılan merdivenlerin açıldığı koca bir avlunun etrafına mevzilenmişti. Avlunun ortasında talimgâh, ortanın armasını taşıyan sancak ve her sene Surre-i Hümayun Alayı ile hacca giden mekkari taifesinin getirdiği, bizzat Kâbe İmamının okuduğu zemzemin karıştırıldığı bir çeşme vardı. Bu çeşmedeki su her gün devir daim etmekle beraber okunmuş zemzemin az bir miktarı sene boyu yetmesi için itidalli davranılarak her akşam karanlık basmadan içine dökülürdü. Ortanın çorbacısı o vakitler Macit Çavuştu. Çok küçükken çıyan, akrep ve her türden yılana karşı okunmuş tuzlar hazırlayıp Tırnova halkını bu haşeratın zulmünden koruyan dedesi Theodor’dan el alan Macit Çavuş, sabah gün doğumundan akşam gün batımına kadar mey ziftlenip günü uykuyla uyanıklık arasında geçiren babasının sırayı savmış olması sebebiyle yaşlı dedesinin yerine geçmeye hazırlanıyordu. Ancak bir gün ilmini geliştirmek için dolaştığı bağ ve bahçelerde haşeratı savma yeteneklerini tatbik ederken aniden basan sis nedeniyle kayboldu. Evine nasıl döneceğini kestiremeyen küçük çocuk çok zaman geçmeden akıncıların eline düştü. Daha derdini anlatamadan kendini önce Edirne’de sonra Dersaadet’te bulmuştu. Acemi Oğlanlar Ocağındaki çavuşlardan birini sokan akrebin zehrini sofradaki tuzu itikadınca okuyup üflemek suretiyle herkesin gözü önünde akıtan bu çocuk Müslüman olup Macit ismini aldıktan sonra meziyetlerinin başka işlerde de kullanılabileceği düşünülerek on üçüncü ortaya verildi. Avluya ilk adımı attığı günden bu yana yirmi beş sene geçen Macit Çavuş bir öğle vakti çeşmenin yanında yakılmış ateşin başında oturmuş şimdi çorbacısı olduğu adamların Galata’daki umumhaneye yeni gelen Venedikli hatundan bahsini dinlerken dış kapı vuruldu. Üzerinde çeşitli ayeti kelimeler yazılı okunmuş ve defalarca efsunlanmış kapının başındaki nöbetçi kilidi açınca yeniçeri ağası Ferhat’ın ulağı içeri girdi. Macit’in yanına vardı. Elini göğsüne koyup selam verdikten ve Macit baş selamı ile bu selama mukabele ettikten sonra heybesinden çıkardığı pusulayı şimdi hepsi ayaklanmış adamların arasında börkünün üzerinde Bakara Suresi’nin iki yüz elli beşinci ayeti yazılı olan Macit Çavuşa uzattı. Çavuş pusulayı alıp açarken Allah’a ısmarladık diyen ulak kapıya yöneldi. Dışarı çıkarken Kevser ve Nas’ı içinden beşinciye okuyordu.
Pusulada yazılanları okuduktan sonra besmele çekip söze başlayan Macit, meraklı gözlerle kendisine bakan adamlarına durumu anlattığı. Öyle ki yazılanlara göre ilk evdeki Allah yazısının üstünden örtüyü kaldırırken bayılan kullukçu lal olmuştu. Diğer evlerdeki Kur’an-ı Kerim ve Allah-u Teala’nın isminin yazılı olduğu çerçeve ve kâğıtların üzerindeki örtüleri kaldırmaya kimse cesaret edemeyince böyle bırakmanın günah olduğuna kanaat getiren kullukçubaşı ezbere bildiği iki duayı birbirine katıp karıştırarak okuduktan sonra bir tokmak vasıtasıyla örtüleri kaldırmayı başarmıştı. O günü sağ salim atlatmak karşılığında adak olarak adağı gürbüz horozunu eve vardığı gibi gırtlaklayan kullukçubaşının horozun eti gözüne güzel görününce fakir fukaraya dağıtmak yerine ateşte çevirip bir güzel yediği iddiası bugün hâlâ dilden dile dolaşmaktaysa da bu iddia teyide muhtaçtır. Yazılanları okumayı bitiren Macit Çavuş derin bir nefes aldı. Adamlarına hazırlık yapmalarını söyledikten sonra böyle durumlarda adet edindiği üzere işin peşine düşmeden önce batından bilgi almak için Özge Hatun’un konağının yolunu tuttu.
Özge Hatun vakti zamanında Dersaadet’in en ünlü falcılarının kapılarını aşındırıp kahvesinden suyuna her türlü aracı ile falına baktıran ve sevdiği ancak annesinin kendisini vermemekte direttiği oğlana varacağını duyduğu her evden memnun ayrılan bir genç kızdı. Gittiği yerlerden birinde geçirdiği sara krizinin ardından ölecek sanılırken bir anda yerden kalkmış, falcının ve sıra bekleyen diğer hatunların korkulu bakışları arasında az önceki yerine oturmuş, sıradaki üç hatuna akıllarındaki sorunun cevabını daha duymadan söyledikten sonra hepsi ağzı açık ve gözleri yuvalarından uğramış şekilde ona bakarken konağı terk edip evine dönmüştü. O günden sonra namı git gide yayılan hatun kara sevdadan muzdarip paşaların ve basireti bağlanmış beylerin de yardımına koşunca akçe ile dolan kesesini de alıp baba evini terk etmişti. Böyle ünlenip itibar görünce sevdiği oğlan gözüne pek bir çirkin görünen Özge Hatun sevdasını da ayrıldığı mahallede bıraktı. Bizzat Şehremini tarafından kendisine tahsis edilen konakta yaşamaya başlayan Hatun, konağı ziyaret edip derdine derman arayan bir Kubbealtı Vezirinin meclisi işrette durumu Vezir-i Azam’a arz etmesiyle on üçüncü ortaya yardım eden hacılar, hocalar, falcılar ve üfürükçüler arasına katılmıştı. O vakitler henüz bir taze olan bu kadının karanlık alemden aldığı bilginin diğerlerinin kat ve kat üzerinde olduğunun fark edilmesiyle “Müneccim-i Şahane” unvanını alması uzun sürmedi. Konağın kapısını her geldiğinde olduğu gibi açık bulan Macit Çavuş bu iki katlı yapının üst katındaki odasında kendisini bekleyen Özge Hatun’un yanına çıktı. “Selamın aleyküm,” deyip içeri girdiğinde kadını gözleri kapalı halde sedirde otururken buldu. Özge Hatun biraz sonra gözlerini açıp, “Ve aleyküm selam. Nerede kaldın Macit Çavuş? Yarım saat önce burada olacaktın,” dedi. Karşısındaki meziyetlerini bildiğinden şaşırmayı çoktan bırakan Macit Çavuş, “Kasabın önünde iki tane teres bir hatuna laf atmıştı. Onları patakladım. Yolumdan ettiler beni,” diye yanıtladı bu sözleri. Hatun gözlerini açtı. “Afiyettesin inşallah Özge Hatun,” diye yanıtladı bu açışı. “Çok şükür,” dedi kadın. Ardından gülümseyip, “Yine olacak,” dedi. “Hatta daha kötüsü olacak. Çünkü bu bildiklerinden değil. Ne sen ne senin ağan ne de onun ağası böylesini görmediniz,” diye ekledi. Adam sözünü kesmeden pür dikkat dinliyordu. “Upir yahut gulyabani olsa eski usul hallederdik. Ancak bu seferki bir hırtık. Hem de en azılılarından. Onu buraya ne getirdi bilmem ama bir derdi olduğu belli. Yoksa Fırat’ın kıyısından bu yana binlerce yıldır yaşadığı yeri bırakıp gelmezdi.” Soluk almak için duraklayan Özge Hatun, “Eminönü’ndeki evler denize yakın mıydı?” diye sordu. Macit börkünü kucağına almıştı. Başını evet anlamında salladı. “Suyu takip et. Çünkü o da öyle yapacak. Gece yine içindeki kötülüğü salmak için evlere dadanacak. Sokakta yakalamanız lazım. Ancak onun kim olduğunu anlamanın tek yolu ateş! Ateşi ayaklarına tut. Gerçeği göreceksin, sonra tek çare yakıp kül etmek!” dedi. Ömrü hayatında hırtıkla karşılaşmamış olsa da Elaziz yöresindeki vakıaları duyan Macit, yaratığın keçi bacaklarındaki tüylerin ateş yaklaştırınca yanması sebebiyle gizlediği şeklinin ortaya çıktığını işitmişti. Dahası Sidal-i Hakikat adlı eserin muharriri Ülfet adlı evliyanın kitabında da hırtıklara dair çizimler görmüştü. Hatuna bir ihtiyacı olup olmadığını sorduktan sonra türlü insanların şekline girebilen bu yaratığı dere boylarını ve denizi takip ederek bulmak için plan yapmaya karar verip müsaade istedi. Kafasında bin bir düşünce ile yolları nasıl aştığını fark etmeden ortaya geldiğinde hazırlıklarını tamamlamış, türlü kılıç ve piştovu kuşanıp tüfenklerini omuzlarına takmış, iksirleri ve şişe humbaralarını sıra sıra göğüslerine dizmiş adamlarına tüm ateş saçarların hazırlanması talimatını verdi. Ayrıca ateş saçar tutmayan her adamın elinde bir meşale olacaktı. Akşam vakti gelmişti. Yardımcısı Sorgunlu Osman yanına yanaşıp, Diyarbakır Beylerbeyi iken Kubbealtı Veziri olarak atanan Ruşen Paşa’nın çorbacılara vereceği şölene davet edildiğini söyleyince, “Memleket bu haldeyken şölen mi olur? Yere batsın,” deyip okkalı bir tükürüğü yere yapıştırdıktan sonra odasına yöneldi.
Gece yaşanan olaylar hızla şehre yayılmış, kahvehane köşelerinde ve hatta umumhanelerin leş kokulu odalarında yalnızca bu mevzu konuşulur olmuştu. Herkes korku içindeydi. Halk, birtakım insanların böyle varlıklar olmadığı ve olması halinde okunacak bir Kevser bir Nas’ın hepsini defedeceği yönündeki görüşlerine inanmak istiyordu. Yine de korku git gide yayıldı. Kubbealtı veziri olarak atanan ve geçen hafta şehre gelen Ruşen Paşa’nın şöleni iptal etme fikri ise Vezir-i Azam tarafından kabul görmedi. Öyle ya, bu hâl halkı daha da paniğe sevk ederdi.
Bir zamanlar İbrahim Paşa’nın konağı olan ve müsadere sonrası Hazine-i Şahane ’ye katılan konağın bahçesinde taht kadısından kazaskerine, defterdarından şehreminine, ağa ve çorbacılardan asesbaşına kadar pek çoklarının iştirak ettiği şölende masa altında muhafaza edilip herkesin malumu olmasına rağmen gizli saklı içilmeye çalışılan meyin etkisiyle son bir senedir vuku bulan felaketler unutulmuş, şölene katılan misafirler keyfederken ellerinde meşaleler dere boylarını ve haliç kıyılarını arşınlayan her biri beşer kişiden müteşekkil elli takım sabahın ilk ışıklarına kadar bir şey bulamayınca ortalarının yolunu tutmuştu. Dönüş yolunda atını çatlatırcasına süren bir ulak Macit Ağayı bulduğuna sevinir halde yanına seğirtip, “Yerebatan sarnıcı tarafında beş eve daha musallat olmuş. Çok fazla ölü var,” deyiverdi bir çırpıda. Macit gece boyu tam teçhizat yürümekten bitap düşmüş adamlarına dönüp baktıktan sonra Osman’a yetkinin onda olduğunu ve herkesi ortaya götürüp karınlarını doyurmasını emretti. Gün aydınlanıyordu. Bu akşam fırsatı kaçırmışlardı.
Sarnıç’ın üst sokağındaki evlerden beşinin tüm ahalisi Eminönü’ndekiyle aynı şekilde katledilmiş, Allah-u Teala’nın isminin yazılı olduğu çerçevelerin, Kuran-ı Kerimlerin, küçük kağıtlara yazılmış nazar dualarının ve hatta hadis kitaplarının üzerlerine birer örtü örtülmüştü. Korkudan içeri girmeyen kullukçular ve ahali kapıda beklerken olay yerine gelen Macit yuvalarından uğraşmış gözlerle kendisine bakan kalabalığı yarıp ilk eve girdiğinde başı döner gibi olsa da kötücül güçlerin yaydığı bu tılsımın bir süre burada kalmasının normal olduğunu bildiğinden şaşırmadı. Sırtındaki ateş saçanın namlusu elinde ilk evi gezdikten sonra ikinciye yöneldi. Evleri gezmeyi bir saatte bitirmişti bitirmesine ama dikkatini çeken hiçbir şey yoktu. Sonrasında Sarnıç’a indi. Orada da değişik bir hal görmeyince ortasının yolunu tuttu.
Gece boyu dünya üzerinde çoğu insanın ömrü boyunca görmeyeceği bir varlığı bulmak için oradan oraya her saniye diken üstünde yürüyen adamlar gerginliğin verdiği yorgunlukla iyiden iyiye yorulmuşlardı. Hepsinden önce ortaya gelip havuzu zemzemledikten sonra adamları için şişhaneden yirmi kere yüz şiş kebap sipariş eden Osman, ağzına bir lokma koymadan odasına çıkıp yatmıştı. Kapıdaki nöbetçiden bu bilgileri alan Macit Çavuş, işkembelerini dolduran adamlarının arasından geçip odasına çıktı. İki gündür olan bitenler onu ziyadesiyle yormuştu.
Macit Çavuş gözlerini açtığında karanlık çökmeye başlamıştı. Türlü türlü bıçkının, fahişenin, hırsızın ve uğursuzun sokakların nöbetini devralmaya başladığı bu saatte ne yapacağına karar veremeyen Macit, kapının çalınmasıyla doğruldu. Osman, Özge Hatun’un gönderdiği pusulayı çorbacısına uzattı. Hatun, “Ruşen Paşa’nın konağında! Oraya git. Kimseye bir lakırdı etme!” yazmıştı. Şaşkınlıkla bir süre kâğıda bakan Macit bir çorbacı hatta yeniçeri ağası için dahi kelleyi kaybetmeye sebep olabilecek olsa da Özge Hatun’a olan güveninden ve bu dünyada görüp görülebilecek neredeyse her türlü karanlığı gördüğünden Osman’ı da yanına alıp Paşa’nın konağının yolunu tuttu.
Konağın kapısındaki bostancılar başta bu iki çeriyi içeri salmayacak oldularsa da bunların on üçüncü ortanın çorbacısı ve has adamı olduğunu öğrenince içeri haber verildi. Biraz sonra elinde meyiyle sedirine yayılmış demlenmekte olan Paşa’nın huzurundalardı. Paşa bir süre sanki orada değillermiş gibi kadehine baktıktan sonra başını kaldırdı. “Sizin için ne yapabilirim ağalar?” dedi. “Bilmiyoruz Paşam,” dedi Macit Çavuş bir çırpıda. “Biz de sizin bize yol göstermenizi isteyecektik!” Adam anlamaz göründü. Neden sonra, “Meyi ben içtim boş lakırdıyı sen edersin Çorbacı Efendi,” dedi yüzünü ekşiterek. “Gecenin bu vakti evime gelip keyfimi kaçırıyorsun, bir de ne istediğini bilmiyor musun?” Macit’in aklına gelen ilk ihtimal bu adamın hırtığın ta kendisi olduğuydu. Birkaç saniye düşünür gibi oldu. Bu herif bu şehre gelmeden önce yaratığın esamesi bile okunmadığı aşikardı. Hem Özge Hatun, ne zaman yanılmıştı ki? “Ya Allah,” deyip cebinden çıkardığı ispirto dolu şişeyi Paşa’nın gönündeki sinide duran mumda tutuşturduğu gibi Kubbealtı vezirinin ayaklarına attı. Paşa alev alan entarisini görünce can havliyle ispirtoya vurdu. Adamın ne kıllı bacakları ne de toynakları vardı. Paşa “Delirdin mi sen bre? Yetişin bostancılar!” diye bağırmıştı ki az önce Paşa’nın vurduğu ispirtonun ayakları dibine düştüğü Osman’dan bir böğürtü geldi. İnsandan çok bir hayvanı andıran bu sesi çıkaran Osman olduğu yerde çöküp kaldı. Neden sonra Macit Çavuş ve Paşa’nın gözü önünde tekrar ayaklandı. Aslında buna toynaklanmak demek lazımdı çünkü adamın belden aşağısı sanki bir hayvanmışçasına kıllı kaplıydı ve az önce ayaklarının olduğu yerde toynaklar vardı. Paşa lal olmuş bildiği duaları mırıldanmaya çalışırken içeri giren bostancılar vaziyeti görünce ellerindeki kılıçları düşürmüşlerdi. “Sudan suya, delikten deliğe, kuyudan kuyuya geçe geçe günler ve gecelerce yol geldim ama bu konağa nasıl gireceğimi bir türlü kestiremiyordum,” dedi yaratık. “Neyse ki sen benim anahtarım oldun Macit Efendi,” diye devam etti. Tam o anda göğsüne bağlı iki iksir şişesini açıp bunları yaratığın üzerine boca eden Macit Çavuş berikinin bir hırıltı ile acısını belli etmekle beraber bildiği ifritler gibi korkup kaçmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı. Hırtık önce bir kahkaha attı. Sonra gözlerini belertip çığlık savurdu. Bu ses öyle dayanılmazdı ki odadaki herkes yere yığıldı. Macit Çavuş, Ruşen Paşa ve bostancıların kulaklarından kan geliyordu. Neden sonra haremliğe yönelen hırtık, Paşa’nın ta Elaziz Sancak Beyliği vakitlerinde görüp gönül verdiği kızı Leyla’yı aramaya başladı. O geceden sonra bir daha şehirde zuhur etmeyen hırtığın ve Leyla’nın başına ne geldiği konusunda bugün dahi tartışmalar sürmektedir. Öyle ki vakanüvislere ve on üçüncü orta faaliyet defterlerine göre o gece hem kendisini ve konaktakileri hem de hırtığı humbara vasıtasıyla havaya uçurup şehri güvene alan Macit Çavuş bu yolla şehadete ermişti. Ancak bu lakırdının hırtığın hala bir yerlerde yaşıyor olmasının vereceği korkuyu ve huzursuzluğu önlemek isteyenlerce ortaya atılan bir yalan olduğunu söyleyenlerin sayısı da az değildir.
Saim Serhat Arslan
