top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Saim Serhat Arslan- Postal Ahmet (1318 P-169)

Filibeli nam Ahmet çok değil dört sene önce üzerine tam otursa da Harb-i Umumi’de bir cepheden ötekine koştururken epeyce kilo kaybetmesinden mütevellit bol gelen sivil gocuğu ile yürüyen bir korkuluk misali Rüstem Paşa Camisi’nin köşesini dönüp aynı adı taşıyan bedestenin kapısına vardığında saat yediye geliyordu. Mahalleli daha önce binlerce defa olduğu üzere Rabb'in çağrısına kulak vermiş, küçüklü büyüklü, kısalı uzunlu, zenginli fakirli erkeklerden oluşan insan yığını akşamı eda etmek için hızlı adımlarla tarihi caminin yolunu adımlaya başlamıştı. Babasının ardına takılmış, küçük ayaklarıyla onu yakalamaya çalışan takkeli sübyanı çabasına hayran kalarak izledi bir süre. Ufaklık az önce babasının kaybolduğu köşede gözden yitince cebinden üzeri işlemeli gümüş sigara tablasını çıkarıp kapağını açtı. Sigarayı Harbiye yıllarından alışkanlık edindiği üzere ağzının sol yanına yerleştirmişti ki kanın kokusunu alan sırtlanlar misali kendisine yönelen iki çift ayağın sesi çalındı kulağına. “Millet caminin yolunu tutarken aksi yöne koşturduklarına göre bu gelenler de benim gibi uğursuz takımından olacak,” diye düşündü. İkili karşısına dikilip ceplerinden çıkardıkları çakıdan bozma bıçakları acemice üzerine doğrulttuğunda aralarında birkaç adım kalmıştı. Duvara asılı meşalelerden yayılan solgun alevin ve ay ışığının yardımıyla seçmeye çalıştı adamların yüzlerini. İkisi de otuzlarının başındaydı. Soldaki hızlı hızlı soluyor, her nefes alışında göğsü kuvvetle inip kalkıyordu. Diğeri heyecanını daha iyi muhafaza ediyordu. İkisi de kısa denebilecek boydaydı. “On sekizinde Galata’nın kabadayılarına kafa tutan Kara Postal, Tekfur Dağlı yerden bitmelerin hedefi oldu demek,” diye söylendi. Adamlardan sakin olan, “Mırıltıyı kes de sökül malı!” dedi bıçağıyla tabakayı işaret ederek. “Evet emmioğlu… Ver şunu da bas git yoluna. Belanı… Bizden bulma!” dedi şivesinden Karaman dolaylarından olduğunu tahmin ettiği soldaki. Cümleleri bir nefeste kuramayacak kadar telaşlıydı. Adamların peşine düştüğü gümüş tabakayı öne doğru uzattı Postal Ahmet. Acemi hırsızlar hazineyi kapmak için aynı anda öne hamle yaptı. Bunu bekliyormuş gibi tabakayı geri çekip adamların girişimini boşa çıkardığında duruma şaşıran ikili bir ağızdan, “N’oluyoruz be?” dediler. Cemaat dağılmadan işi halledip yoluna gitmek isteyen daha sakin olanı, onun da eli titremeye başlamıştı, üzerine atılacak gibi olduysa da Postal Ahmet’in gözleriyle sağ elini işaret etmesiyle durakladı. İkili bakışlarını Postal’ın sağ eline kaydırmışlardı ki namlusu kendilerine dönük, ateşlenmesi halinde ikisinden birini kayıkçının kayığına bindirmeye namzet Luger’le göz göze geldiler. Az önce hamle yapmaya hazırlanan adamın kasları Luger’in kendisine bakan namlusunu görünce öyle gevşemişti ki elindeki bıçak bir anda kayıp düştü. Sol yanındaki arkadaşı bu beklenmedik gelişmeyi fırsat bilip hemen topukladı. “Git de arkadaşına yetiş!” dedi Falkenhayn Paşa’nın hediye ettiği tabancasıyla adamın az önce kaçtığı yönü işaret eden Postal Ahmet. Komutu ikiletmeden geriye dönüp koşmaya başladı öteki. Berisinde bıraktığı damlalara ilişti gözü. Camiye giden duvar boyunca asılı meşalelerin ışığında adamın gözden yittiği köşe başından az önce durduğu yere varana kadarki izleri takip edince bir sidik öbeğiyle karşılaştı. Bulgar komitacıların peşinde kayadan kayaya atladığı, mağaralarda yatıp kalktığı ilk günlerde tanık olmuştu koca koca adamların korkudan altına işediğine. Başta şaşırsa da artık garipsemiyordu. Silahını parkasının beline koydu. Kudüs harekât planındaki pek çok noksanlıktan birkaçını fark edip kumandalarını atlayarak bunları Alman Müşir’in yüzüne vurması sayesinde Falkenhayn’ın övgüleriyle beraber mazhar olduğu tabanca parkanın altındaki sıcak yuvasına dönmüştü. Tabii kendilerinin hiçe sayılmasını sindiremeyen Paşalar daha çadırdan çıktığı anda Postal’ı azarlamaya kalkmıştı ama deli cesaretiyle tanınan adamın muhafızlara aldırmadan elini az önce kendisine hediye edilen Luger’e götürmesi bu eylemden çabucak vazgeçmelerine yetmişti. Silahı hallettikten sonra sora diğer elinde tuttuğu tablaya geldi. Üzerine yaldızlı harflerle “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” kelimelerinin işlendiği tablayı göğüs cebine yerleştirdi. Bir tek ses yoktu şimdi gecede. Sanki az önce yaşananları bir başkası deneyimlemiş gibi garipsedi. Uzun zamandır olduğu gibi yine ruhu vücudunun içinde değilmiş de bedeninin yaşadıklarını tül perdenin ardından izlemiş gibi geldi. Neden sonra camiden dışarı akın eden cemaatin uğultusu bozdu bu yabancılaşmayı. Kendine gelen Ahmet kalabalığın arasında eski dostunu aradı. Bu teşebbüste başarısız olunca gözlerinin eskisi gibi görmediği sonucuna vararak hayıflandı. Öyle ya, Sina çöllerinde dolunaydan başka yol göstereni yokken İngiliz nişancılarını başlarından haklayan, Galiçya’da baykuşlar bile önlerini zor görürken at sürüp düşmanın berisine baskınlar düzenleyen o değil miydi? Nişancılık ve süvarilikteki mahareti zihninde dolaşırken araya kırmızı lekeler karıştı bir anda. Burnuna barut ve kan kokusu doldu. Mülazım Osman’ın yüzü geldi gözünün önüne. “Yardım et Postal!” diye bağırıyor Osman. Sağ bacak baldırdan kopmuş, oluk oluk kan akıyor. Osman’ın sesini Bulgarca bağırışlar bastırıyor. Yakasına yapışıyor Bulgar zabiti. “Da trŭgvame!” Ricat borusu ötüyor. Boruya üflenen her bir nefeste soluğu biraz daha kesiliyor Postal’ın. “Kumandanım bırakma beni!” Bağıran kim? Uşaklı Fikri Çavuş’un acıyla kasılan yüzü geliyor gözünün önüne bu sefer. Makineli üç delik açmış göğsünde. Göğsünden geriye kalanda demek daha doğru. Medine önlerindeler. Uşaklı köyünden ilk kez harp için çıkmış. Çölün varlığından bile bihaber. Postal ilk kez Trablusgarp’a geçmeye çalışırken görmüştü bereketsiz kum yığınlarını. Bu ikinci. Uşaklı yalvaran gözlerle bakıyor. Ya etrafında uçuşan mermilere aldırmayıp az ilerideki Fikri Çavuş’u sırtlayacak ya da zaman kaybetmeksizin gerisin geri karargâha dönecek Kara Postal. Barut kokusu yanmış et kokusuna karışıyor. Uşaklı, Postal’ın bakışlarının deveye kaydığını görünce umutsuzlukla gözlerini kapatıyor.

“Hey! Sana diyorum Ahmet, duymuyor musun?” Anılarına karışan ses kendine getirdi Postal’ı. Karşısındaki Wilhelm bıyıklı uzunca adamı tanımaz gözlerle baktı. Neden sonra harp doktoru Çerkezköylü Mehmet’i çekik gözlerinin üzerine birer pala gibi yerleştirilmiş kaşlarından tanıdı. Silah arkadaşı, dert ortağı Mehmet... Bakışlarını Mehmet’in yüzünden iyiden iyiye kararmış sokağa çevirdi. Rüstem Paşa Camisi, berisinde bedesten... Ne Galiçya’da ne de Mısır’da olmadığının ayırdına vardı o an. “Tekfur Dağı,” diye fısıldadı. “Yine mi hülyalar âlemine daldın?” diye sordu nefes nefese kalmış adamın hızla inip kalkan göğsünü kaygıyla izleyen Mehmet. “Öyle ya,” dedi Ahmet yorgun bir sesle. Sakinler gibi olmuştu ki bedesten eşrafından birinin dükkânının kepenkleri gürültüyle indirmesiyle olduğu yerde sıçradı. Bir an silahına davranacak gibi olduysa da arkadaşının elini omzuna koymasıyla bu girişimi başlamadan sonra erdi. “Gel gidip ki duble rakı içelim birader!” dedi harp doktoru yatıştırıcı sesiyle.

“Sen bize kandilli mantı, et, biraz da cizleme getir İspirtocu!” dedi Mehmet başlarında siparişlerini almak için bekleyen yaşlı adama. “Rakı içmezsiniz yani bu gece asker ağalar?” deyip tezgâha yöneldi İspirtocu Saim Efendi. Her zamanki şakasını yapmıştı. Harp doktoru arkasından, “Ulan her seferinde aynı lakırdıyı edersin. İçki içmeyeceksek niye geliriz meyhaneye? Gideriz bir tekkede banarız yoğurt çorbasına ekmeğimizi!” diye payladı adamı bir yandan gülerken. Ter içinde kalan başını parkesinin cebinden çıkardığı bezle silen Postal Ahmet harpten döndüğünden beri kaç defa bu anı yaşadığını, kaygıyla ve korkuyla sırılsıklam olan alnını titreyen elleriyle kaç defa kuruladığını hatırlamaya çalıştı ancak başaramadı. “Daha iyi misin?” diye sordu meyhanenin sahibi ile lakırdıyı bırakıp ilgisini tekrar arkadaşına yönelten Mehmet. “İyiyim doktor civanım. Sen bana bakma. Geçer elbet!” dedi Ahmet gülmeye çalışarak. “Sıklaştı sanki senin bu hülyalar,” diye yanıtladı harp doktoru bu sözleri. Öksürerek yaklaştı masaya Saim Efendi. Geldiğini haber veriyordu. Berisinde yürüyen ufak çocuğun tutmakta zorlandığı tepsideki siparişleri masaya dizdi hızla. “Bugün Tırikopis’in askerleri burada. Sarhoş olup taşkınlık çıkarırlarsa mühimseyip karşılık vermeyin sakın. Aman diyeyim.” Saim Efendi adamları uyarırken bir yandan da karşı duvarın önündeki uzun masada mavi üniformalarıyla oturmuş bağıra çağıra memleketlerinden söz eden Yunan askerlerini göstermişti. “Merak etme,” dedi Mehmet yaşlı adamı teskin etmek için. Uzun boy ve ilerlemiş yaşın bir araya geldiği pek çok âdemoğlu gibi hafiften kamburu çıkan meyhaneci ağır adımlarla ocak başına dönünce, “Bu İspirtocuyu da anlayamadım gitti be!” diye söylenip ekledi: “Sen git senelerce Darülfünun’da müderrislik et, memleket için çalış. Sonra bir gün meyi fazla kaçırıp derste Hamit aleyhine ileri geri konuştun diye görevden el çektirilip Dersaadet’ten sürül. Olacak iş mi?” Arkadaşı cevap beklemiyor olsa da yanıtladı bu soruyu Postal Ahmet, “Sahi ya, Hamit denen kam emici kaç kişiyi ekmeksiz bırakıp üstüne bir de sağa sola sürdü, değil mi? Allah’tan Cemiyet olarak biz göreve geldikten sonra bir ademoğlunun ne ekmeğine karıştık ne yazıp çizdiğine. Hele hakkımızda ileri geri konuşanlar zinhar cezalandırılmadı. Misal Galata’da Hasan Fehmi’yi vuran da biz değildik. Değil mi doktor civanım?” Son günlerde hayatını zehreden ruhi sekelde bir zamanlar üyesi bulunduğu cemiyeti suça ortak bulan arkadaşının sözlerinin üzerine derin bir iç çeken Mehmet kadehini uzatıp, “Dostluğa,” dedi. “Kardeşliğe,” diye yanıtladı bu daveti Postal. “Kardeş kardeşten sır saklamaz bilader. Dökül bakalım,” dedi harp doktoru. Tütünün anason kokusuna karıştığı meyhanede dinleyen kimsenin olmadığından emin olmak için etraftaki masaları hızlıca gözden geçiren Postal Ahmet bu gürültüde başkalarının onları dinlemesinin imkânsızlığına kanaat getirip dahası söylediklerini duysalar bile neredeyse tamamı sarhoş olan bu kitlenin sabaha bu gece konuşulanları hatırlamayacağına hükmetti. Mehmet’in sol gözünün altında adeta bir hilali andıran yara izine takıldı bakışları. Koca imparatorluk son yıllarda o kadar fazla cenge girmişti ki sıhhiye sınıfı da dahil olmak üzere neredeyse her sınıftan asker böyle harp hatıraları taşıyordu. “Benim harp hatıram da cerrahların çıkarmaya cesaret edemeyip içimde bıraktığı üç koca saçma,” diye düşündü. Hemen yakınında düşen bir el bombasından fırlayan parçaların sırtından bedenine saplanışını hatırlar gibi olduysa da kanına karışmaya başlayan içkinin tesiriyle diğer zamanlarda verdiği tepkiyi vermedi zihni. “Daldın yine!” deyip kaşığıyla rakı kadehine vurdu harp doktoru. Harbiye yıllarından beri dost olduğu bu adam da olmasa düşündüklerini, hissettiklerini anlatacak kimsesi olmadığı aklına geldi. Aynadaki aksi dışında biriyle dertleşmenin iyi geleceğine kanaat getirmiş olacak ki boğazını temizleyip başladı konuşmaya. “Delirdim sanırım. Deli tahsilatçı mı olur be doktor? Deli asker mi olur? Benden kime hayır gelir?” dedi bir çırpıda. Sorularına cevap beklemiyordu. Yine de arkadaşını rahatlatmak isteyen Mehmet, “Delirmedin birader. Sen Postal’sın. Kara Postal. Harbiye’den sonra Cemiyete de ülkeye de yapmadığın hizmet kalmadı. Makedon dağları, Bab-ı Ali, Trablusgarp, Galiçya, Sina, Vilâyat-ı Sitte… Postu deldirmeden yedi cihanda harp ettin. Beyefendiler padişah saraylarındaki sıcak odalarında keyfederken sen dağlarda taşlarda postal üstüne postal parçaladığından aldın bu ismi. Eee, bu kadar kan, ölüm, tabii yordu ruhunu. Ama delirmedin. Söyledim sana defalarca. Senin gibilerini çok gördüm Sahra Hastanelerinde. Harp yorgunluğu bu. İyi olacaksın ama şu tahsilatçılık, vurdu kırdı işlerini bırakman lazım. Sana kavga değil dinlenmek gerek artık. Belki ufak bir çiftlik, tarla işi. Hem çok okuyorsun bu aralar. Okumak da iyi gelmiyor ruhuna. Elem, kederden uzak kalmalısın.” Sözün burasında arkadaşına bakan Mehmet karşısındaki bir çift kederli gözün içinde bir yaşam emaresi göremeyince rakısına uzanıp büyük bir yudum aldı. Kara Postal’ın ağzını açmaya niyeti olmadığını görünce sürdürdü konuşmasını: “Gel bırak bu kabadayılık işlerini. Tamam, Filibe vatan toprağı değil artık ama eninde sonunda memleketindir. Hem buralar da elden çıktı. Bak, aha Yunan çoktan kuruldu Trakya’ya. İstanbul’un da geleceği meçhul. Filibe’ye gidelim. Ben hekimlik ederim sen de babadan kalan mülkün başına geçersin. Çiftliği alsan kâfi. Meşgul olur zihnin.” Mehmet konuşmayı sürdürecekti ancak Yunan zabitlerinin gürültüsü kendi sesini duymasına dahi mâni olmaya başlamıştı. Gözlerini üzerlerinde gezdirip tekrar arkadaşına döndüğünde Postal’ın başını Yunanlıların masasına çevirdiğini ve ince parmaklarının parkanın altından çıkardığı Luger’in kabzasını kavradığını gördü. “Aman bre Postal. Sakın davranayım deme. Tamam delirdin. Ama Azrail’i onca kez atlattıktan sonra izbe bir meyhanede ölmeye niyetim yok bilesin!” dedi bir yandan gülümsemeye çalışırken. Bu yapay gülümseme bile fayda etmemiş, tüm kasları gerilmişti. Ardından birkaç saniyelik kaygılı bir bekleyiş... Postal Ahmet arkadaşının endişesini yatıştıran içten bir gülümseme ile karşılık verdi bu bekleyişe. Belli ki bir de can dostunun başına bela olmak istememişti. İspirtocu masaya sıcak ekmek bırakıp gözden kayboldu. Ahmet bedestenin önündeki tantananın müsebbibi tablayı çıkarıp iki sigara aldı. Birini harp doktoruna uzattı. İkili yıllarca avuçlarının içinde gizleyerek içmek zorunda kaldıkları sigaralarını özgürce tüttürdüler. “Bazı geceler gözümün önüne öyle şeyler geliyor ki bir saniye kırpamıyorum gözümü,” dedi söylediklerini arkadaşına duyurmak için bağırarak. Hayatını mahveden bu sorundan bağırarak söz etmek durumun ehemmiyetini azaltmıştı sanki. Arkadaşının ilgiyle kendisine yönelmesi dağıttı şüphesini. “Senin yaşadığın sıkıntıları yaşayan çok kişi var. Aynı lakırdıları edeceğim ama çok gördüm bizim hastanelerde bunları. Dahası bimarhanelerde de tanık oldum böylelerine. Hadi bizi kenara bırakalım. Fransız ve Alman sinir mütehassısları da harpten sonra bazı tefrikalar yayınlamışlar. Dersaadet’ten istettim ama elimize ulaşması uzun sürecek gibi. O tefrikalara göre Alman ve Fransız zabitlerinin önemli bir kısmı da senin yaşadığın elemi, kederi yaşıyormuş. Sayıları o kadar çokmuş ki Fransız Erkan-ı Harbi bunun için çalışmalar yapılmasını emretmiş. Tabi Almanlar da emretmiş ama onlar şimdi bizim gibi, kanatları kırık. Bu işi çözemezler hemen.” Bir anda kamburluğunu düzelten Ahmet konuyla ilgilenmiş olacak ki öne doğru eğildi. Rumca şarkıların havada uçuştuğu meyhanenin gürültüsüne inat başını öne uzattı. Arkadaşının yaşam emaresi göstermesine sevinen Mehmet, “Diyorlar ki bir sanatoryum açmış Fransız Ordusu. Savaşta ruhu yaralanan zabitler için. Ne dersin, bizimkiler de böyle bir işe girişir mi?” Arkadaşının iyimserliğine şaşıran Ahmet, bir kahkaha koyuverdi. Bu öyle bir kahkahaydı ki İspirtocu ve yakın masalardakiler dahi dönüp bakmıştı. Hatasını anlayıp ciddi bir tavır takınan Ahmet sesini başkalarına duyurmamaya çalışarak, “Yahu Mehmet, ben de ciddi bir şey diyeceksin sanmıştım. Bizim padişah askerin aylıklarını ödeyemiyor, ülkenin onda dokuzu elden gitti, üç beş paşa Anadolu’da toplanmış borç harç ordu kurma derdindeyken sen sanatoryumdan bahsedersin. Bırak allasen,” dedi bir çırpıda. “Bir ihtimal daha var,” dedi Mehmet alaycı gözlerle kendisine bakan arkadaşına. Postal nedir diye sormak yerine yarısına kadar dolu kadehini bir seferde kafasına dikti. Ardından hafif peltekleşen diliyle, “Ne ihtimali?” diye sordu. Harp doktoru bir sır veriyormuş gibi öne eğilip, “Avusturya’da bir ruhiyatçı var. Birtakım deneyler tatbik ediyor. Diyor ki kokain denen mereti kullanarak senin bu yaşadıkların tedavi edilebilirmiş. Yani sanatoryum olmadan da çözebiliriz bu mevzuyu.” Tekrar meraklı bir ifade takınan Ahmet, “Kokain dediğin ameliyatlarda kullanılmaz mı? Bu işe nasıl faydası olacak? Beynimi mi ameliyat edecekler?” diye sıraladı sorularını bir çırpıda. “Haklısın, cerrahide kullanılan bir madde. Ama sen neşter altına yatmayacaksın merak etme. Bu Avusturyalı mütehassısa göre senin yaşadığın harp yorgunluğuna da iyi geliyor. Kokaini bir ilaç gibi kullanacaksın bu yorgunluk geçsin, zihnin sükuta ersin diye. Adam Avusturya-Macaristan ordusundaki askerler üzerinde denemeler yapmış ve hep başarılı olmuş. Ne dersin bu işe?” Rakının ve sonunda acılarına derman olabilecek bir çözüm bulmuş olma ihtimalinin verdiği sarhoşlukla muhakeme yeteneğini iyiden iyiye yitiren Ahmet önünü ardını pek düşünmeden, “Ne zaman temin edebilirsin bu mereti?” dedi. “Bir haftaya İstanbul’dan getirtiriz,” diye yanıtladı Mehmet soruyu. “Ama bazı olumsuz etkileri de oluyormuş. Bunlar hakkında seni uyar…” “Boynuzum çıkıp şeytana dönüşecek olsam da umurumda değil Mehmet!” diye kestirip attı uyarı girişimini Kara Postal: “Yeter ki azıcık huzur bulayım.” Neden sonra henüz birkaç saniye önce radikal kararlar alıp geleceğe umut bağlamışlara özgü coşkuyla kadehlere rakı doldurdu.

Vakit gece yarısını geçerken sallana sallana evlerinin yollarını tuttular. Kara Postal ya da Harbiye’deki namıyla 169 numaralı Piyade Ahmet Filibe henüz farkında olmasa da iki ay sonra Tekfur Dağı Sancağı’nın ilk kokain müptelası unvanına nail olacaktı.


Saim Serhat Arslan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page