top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Salim Altıntaş- Düş

Düştü. Belki gerçekti. Belki de gerçek olmasını düşlediğimdendi.

Gözlerimi açtığımda süt mavisi bir boşlukla karşılaşınca sırtüstü yere uzanmış olduğumu fark ettim. Derin bir uykudan uyanmış olmalıydım. Sırtıma batan irili ufaklı taşların acısını hissederek doğruldum. Sorgularca bakındım etrafıma. İki yanımda biçilmiş mısır tarlaları, ortasında uzayan uzunca asfalt bir yol. Yer yer çukurları bulunan kimi yerinden ziftle yamalanmış asfalt yolun ortasında gibiydim. Rüzgâr tarlalardan topladığı tozu, toprağı ötelere savuruyordu. Yabancısı olduğum bu yerin nere olabileceğini kestirmeye çalıştım. Etrafta soracak birileri de yoktu. Avuçlarımı birleştirip alnıma dayadım. Ne vakit geldim, nasıl geldim buraya hatırlamaya çalıştım. Ayağa kalktım, gömleğimi ve pantolonumu tozdan arındırmaya çalıştım avuç içlerimle. Durdum sonra. Tekrar sordum kendime. Neresi olabilirdi burası? Cevabım yoktu. Yüzümün dönük olduğu yöne doğru yürümeye karar verdim. Ağır ağır atmaya başladım adımlarımı. Hatırlamam gerekenleri sorguladım. Neyi hatırlamalıydım? En son nereden nereye gitmiştim de şimdi buradaydım? Ne yazık ki hiçbir şeyi hatırlayamadım. En iyisi yürümekti. Hem böylece birileriyle karşılaşır, adres sorabilirdim. Devam ettim yürümeye, şaşkınlık ve merakla. Karşıma çıkacak herhangi birine ne sormam gerektiğini düşündüm. Varmak istediğim yeri bilmenin önemi, şuan bulunduğum yerin nere olduğunu bilmekten çoktu. O yüzden karşılaşacağım ilk kişiye gideceğim yeri sormalıydım. Peki, nereye gidecektim? Nereye gitmeliydim? Çevreme bakındım tekrar, bir şeyleri anımsayabilmek için. Boş bir levhaya dönmüştü zihnim. Hiçbir bir şey yazılı değildi sanki. Kim olduğuma dair bilgi bile yoktu. Sanki her şey silinmişti.

Nereye gitmem gerektiğine bir an önce karar vermeliydim çünkü yürüdükçe ileride yolun kıyısında bir dut ağacının gövdesine yaslanan, gözlerini göğe diken bir ihtiyarı fark ettim. Ona doğru ağır adımlarla yürümeye devam ettim. Bir yandan da ne sormam gerektiğini kestirmeye çalıştım. Yaklaştım, sağ elimi göğsüme götürerek selam verip oturdum yakınına. Gökten aldığı bakışlarını göğsüme mıhladı. Başını kaldırıp bir suçluya öğüt vermek ister gibi baktı bana. Bakışlarından bir anlam çıkarmaya çalıştım. “Eee, ben buranın yabancısıyım, Güvenbey’e nasıl gidebilirim?” diye sordum. Güvenbey de neresi oluyordu? Var mıydı öyle bir yer veya benimle ilgisi olan bir yer miydi? Bir anda çıkmıştı ağzımdan. Yüzüme yayıldığını hissettiğim şaşkınlığı ortadan kaldırmaya çalıştım. Gitmek istediğim yeri bilinçli bir şekilde sormadığımdan olacak vereceği cevabı önemsemedim. Gözlerim yolun uzağındaki çam ağaçlarını budayan adama takıldı. İhtiyar, “Dinle.” dedi. “Dinliyorum.”

“Aklınla da dinle.”

“Tamam.”

İhtiyara çevirdim bakışlarımı. Başladı anlatmaya. Bin yıldır konuşacak birini bekliyormuş gibi anlattı. Anlattı anlatmasına ama neden anlattığını anlayamadım. “Senin yaşlarındayken çarşıda manifatura dükkânım vardı. Bir gün bir adam geldi alışverişe. Alacaklarını dizdik tezgâha, ne kadar tuttuğunu sordu. Söyledim. Bir miktarını ödedi. Ceplerini yokladı. Parası çıkışmadı. Ne o beni tanır de ben onu tanırdım. Kumaşları da alıp gitmesi gerekiyordu bir an önce. Yeleğinin cebinden mendilini çıkardı. Bıyığından bir tel çekti. Bıraktı mendilin arasına. Sonra tezgâhın üzerine koydu mendili. “Bu burada kalsın haftaya geleceğim. Paranın kalanını getirir, alırım.” dedi. Güvendim. Kumaşları alıp çıktı gitti. Bir hafta sonra aynı saatte geldi. Parayı getirmişti. “Emanetimi ver.” dedi. Çıkardım çekmeceden mendili. Açıp baktı. “Eyvallah!” deyip gitti."

İhtiyar, “Anladın mı?” diye ekledi. Cevabımı bile beklemeden “Şimdi can bile güvende değil, kime güveneceğimizi şaşırdık.” dedi. Bu da ne oluyordu yani? Sadece adres sormuştum. Her ne kadar doğru adresi sorduğumdan emin olamasam da yanıtı böyle olmamalıydı ihtiyarın. Yine de “Tamam, kal sağlıcakla.” deyip ayrıldım ihtiyarın yanından.

İlerledim yol boyunca. Ekinlerine gölge yapan çam ağaçlarını budayan adama yaklaştım. Selam vermedim, durdum. Tedirgin oldu. Ben de. “Ben vurmadım.” dedi. Dondum. “Neyi?” dedim. Korktu. “Adını bilmiyorum ben.” dedi. “Hesap sormaya gelmedim.” dedim. Sustu. “Gömleği kırışıktı, yüzünü görmedim.” dedi. “Hesap sormaya gidiyorum.” dedim. “Vaktidir.” dedi. Gözlerimi kısıp başımı salladım. Hiç olmadık yere farklı bir karaktere büründüm. Ne hesap sorması? Neden öyle dedim ki? Uyku sersemi miydim? Dilim mi kulağım mı ağırlaşmıştı? Sormak istediklerim yerine neler söyledim. Duymak istediklerim yerine neler duyuyordum. Yürüdüm. Tanıdık bir ses gerekliydi doğru işittiğimi kanıtlayan. Dişlerimi gıcırdattım önce. Sıkıntı yoktu. Yerden iki taş alıp birbirine vurmaya başladım. Ses de çıkan toz da bilindik haldeydi. Bir ıslık çaldım. Dolaştı boşluğu, vardı, geldi. Farklıydı ses. Parmaklarımı kıtlattım. Ses bilindik sesti. Yine de şüpheyle ilerledim. Birini gördüm mısır tarlaların birinde. Elindeki çuvala yerdeki mısır koçanlarını dolduruyordu, seslendim. “Emekyutan’a nasıl gidilir?” diye sordum nereyi sorduğumu bile bilmeden. “Ben tarlamı biçtim. İşçiye ihtiyacım yok.” Duraksadı. “Parasız çalışırsan olur, bu yıl biçer iyi toplamadı mahsulü.” dedi. Gözlerinin içindeki alın terini emen süngeri gördüm. “Acelem var.” deyip geride bıraktım adamı. Arkamdan “İnsanlık mı kaldı sanki. Ne olur parasız çalışsan? Ele vereceğim seni, biliyorum sen vurdun.” dedi. Yutkundum.

Amaçsızca ayaklarımın uyumunu gözeterek ilerledim yol boyunca. Sarı saçlı bir çocuk gördüm. Yüzü çil çildi. Sarı bir leblebiye benziyordu. “Ufaklık, Horozşekeri’ne gitmem gerek. Nasıl gidebilirim?” deyince “Ben gördüm ki daha önce seni.” dedi. “Bilyelerimi sen mi aldın?” diye sorup “Senin geldiğin yerde kaybettim.” diye devam etti.

“Hayır, ben almadım.”

“Herkes seni arıyor. Söyleyeceğim Horozşekeri’ne kaçmaya çalıştığını.”

Koşa koşa gitti. Sadece adres sormuştum hâlbuki. Hem beni neden arasınlar ki daha önce hiç gelmediğim bir yerde? Herkes neden ilgisiz şeyler anlatıyordu? Kendimi rüzgârın savurduğu toz, toprak gibi hissettim. Zihnimdeki levhanın neden silindiğini düşünerek ilerledim. Derme çatma bir barakanın gölgesine sığınmış bir kadın gördüm. Vardım yakınına. Sert rüzgârlarla esmerleşmiş bir yüzü vardı, yüzünde başka yüzler. Her geçen yıl, bir çentik atmış gibiydi kırışık yüzüne. Artık ne söylemek istediğimi, ne söylediğimi bir kenara koyup ne olacağını merakla “Çocuğun bilyelerini benim aldığımı mı düşünüyorsun?” diye sordum. Ellerime baktı. Avucumu işaret etti. Açtım, uzattım ona doğru. “Senin vurmadığını biliyorum.” dedi çatallı sesi, kısık gözleriyle. Gözlerini daha da kıstı, derin derin baktı avucuma. Avucuma yüzler yansıdı. “Geldiğin yere geri dön.” dedi. “İş aramaya geldim, kırmızı bir otomobil alacağım.” dedim. Hâlbuki kaybolmuştum. Dilim kontrolümden çıkmış gibiydi. Zihnimdeki levhaya falcı diye yazdım kadını. Ayrıldım, yola devam ettim. Elindeki ölü gülü evinin bahçesindeki toprağa gömmeye çalışıyordu biri. Vardım yanına. “İncesaz’a nasıl gidilir?” diye sordum. “Ben saz çalmayı bilmem.” dedi. "Neden öğrenmedin?"

“Ben sadece topraktan anlarım.”

“Anlat.” dedim. Gülün üzerini toprakla kapattı. “Zaten topraktan çıkmıştı.” dedi. O duasını ederken ayrıldım yanından. Bahçeden çıkarken tuhaf bir keyif sardı içimi. İçimden geldiği gibi konuşuyor olmalıydım. Artık şaşırmıyordum söylediklerime ve duyduklarıma. Birkaç kişinin bir şeyler tartıştığını duydum sağ çaprazımda. Rüzgâr taşıyordu seslerini. Sonra hareket halinde birkaç gölge gördüm. Yüzümü o yana çevirdim. Yaklaştım. “Bize bir şey sorma.” dediler. Her biri bir ağacın arkasına saklandı. İçlerinden biri, benim için “Onu daha önce gördüm, tanıyorum onu.” dedi kısık sesiyle. “Gömleği o gün de kırışıktı.”

“Ben kimim?” diye sordum, heyecan ve sevinçle. “Kimim ben?" Sustular, cevap vermediler.

"Anlatırsanız avucunuzu açıp falınıza bakarım. Parasız çalışırım tarlanızda. Bıyığının teliyle onurunu denk tutan adamın hikâyesini anlatırım.” Ben bunları derken dördü birden yerdeki çakıl taşlarını ağızlarına doldurdular. Susmaya kararlıydılar. Dil döktüm, boyun büktüm. Oralı olmadılar. Neler olduğunu anlayamadan yola dönüp devam etmek zorunda kaldım.

Herkes benim buradan gitmemem için uğraşıyordu sanki. Anlaşılan işlenmiş bir cinayet vardı. Korkarım üzerime kalacaktı. Ben gözü kara, mangal yürekli biri miydim? Ellerime baktım. Bir hamuru andıran ellerim, saksılara çiçek eken ellere benziyordu. Bu eller cinayet işlemiş olamazdı. Kimse de inanmamalıydı.

Düşünerek yürümek, düşüncelere yürümek değildi elbet ama yürüdükçe daha bir karmaşık hal kazanıyordu düşüncelerim. Karşımda bir ayna olsa göreceklerimin usanç ve bilinmezlik olduğunu kestirebiliyordum. Önüme çıkan su birikintisinden yüzüme su çaldım. Oturup yol kenarında soluklandım. Önümden bir babayla oğul geçti. Selam verdi, çöktü karşıma adam. “Mısırcık’a nereden gidilir?” diye sordu. “Mısırlar biçildi.” dedim. Niye dedim? Bilmiyorsa susmalıydı insan. Zihnim ve dilim arasında anlam veremediğim bir şeyler yuvalanmış olmalıydı bir hayli zamandır. Kim bilir kaç zamandır. Yaklaşınca yüzümü net gördüğünden “Sen şey değil misin?” diye sordu. “Kimim?” dedim merakla. “Kimim benn!” Yekindi. Çekiştirdi oğlunun kolunu. Hızlandılar. Geldiğim yöne doğru koştururcasına gittiler. Arkasından bağırdım. “Gözün kör mü be adam! Şu ellere baksana... Bu çiçek eken eller hiçbir halt karıştırmış olamaz.” Oturdum, sustum, kaldım. Gençten birinin sesiyle irkildim. Selamını aldım. Geldiğini görmemiştim. “Buranın yabancısıyım. Yalancılar Çeşmesi’ne gidiyorum da yolum doğru mu?” Baktım doğru sözlü birine benziyordu. Orda ne işi vardı acaba diye düşündüm. Ellerini işaret ettim. Uzattı açtı avucunu. Elleri ellerim gibiydi. Gömleği gömleğim gibi kırışıktı. Avucundaki çizgiler falcı kadının yüzünü anımsattı. “Boyundan büyük işlere karışma.” dedim, falcı kadına özenip. “Yok, ben iş aramaya geldim.” dedi. “Ne iş yapacağımı bilmiyorum henüz. Hem orda yazıyor mu ki?” diye sordu avucunu gösterip. “Yazıyormuş, yani yazar tabi.” dedim. Sonra,” Yürüdüğün yolun ötesinde seni karın tokluğuna çalıştırmak isteyecek biri çıkacak karşına, sakın kanma.” dedim. “Gideceğin yer ileride olmalı.” diye ekledim. Nasılsa hepsi yalancıydı oradakilerin. “Olur da beni sorarlarsa sus! Zorlarlarsa ağzına çakıl taşlarını doldur.” “Tamam.” dedi. Döndü sırtını, başı öne eğik yürüdü gitti. Asıl başını öne eğmesi gereken ben olmalıydım. Bir kafese veyahut camdan bir fanusa dönmüştü burası. Çıkıp gidemeyecektim. Hangi şehre aittim ya da hangi şehir bana aitti? İnsan, yaşadığı şehre benzer miydi? Eğildim su birikintisine doğru derin derin heyecanla baktım. Yüzümde bir şehri aradım. Usancı, bilinmezliği gördüm. Korkuyu yokladım, buldum. Kaldırdım kafamı. Anlaşılan bir yere gidemeyecektim. Yolun kalanı da bilinmezlikti. En iyisi şu yol kenarında sırtüstü uzanıp uyumaktı, yolun yukarısında nasıl uyandıysam öyle. Ağzıma çakıl taşlarını doldurdum. Yere sırtüstü uzandım. Kim ne sorarsa sorsun, susacaktım. Buraya nasıl geldiysem, beni kim getirdiyse gelip götürmeliydi. Ben gidemiyordum bir türlü. Gözlerimi kapadım. Rüzgâr, tozu toprağı üzerime savurup gömleğimi çekiştiriyordu. Birkaç dakika sonra iki kişinin tepemde bittiğini fark ettim. Biri bağırdı gür bir sesle:

“Doktor Ragıp’ı sen mi vurdun?”


Salim Altıntaş


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page