top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Seda Nida Demir- Güzel Şeyler Olsun Baba

“Güzel olacak her şey. Bak görürsün, çok güzel olacak.”

İstikrarlı bir şekilde yinelediğim bu cümlede bir vaatten çok umut var gibi; bir ayin, yinelenirse gerçekleşeceğine inanılan bir dua, bir temenni. Ama mutlak bir kesinlikle söylemeye devam ediyorum bundan çok emin gibi. “Güzel olacak her şey…”

Karşımda oturan babam benden de dalgın, ifadesiz bir yüzle camdan dışarı bakıyor. Dışarıdaki yaşlı çınarın cama değen yaprakları, babamdan da yaşlı fakat ondan genç ve güçlü duruyor. Bu durum canımı sıkıyor. “Acaba ağaçların ve yaprakların da hafızası var mı?” diye düşünmeden edemiyorum. “Acaba ağaçlar da unutkanlık hastalığına yakalanır mı?”

Sonra, ani bir dürtüyle yeniden babama dönüyorum.

“Duydun değil mi baba? Güzel olacak.”

Babam, bir an bulutlu gözlerle bana bakıyor ve yabancısı olduğu bu çehreyi şöyle bir yokluyor. Acaba hatırlamak için zihnini zorluyor mu? Ya bunu da unuttuysa? Unuttuğu muhakkak, yetmiş beş senelik ismini bile hatırlamıyor ki.

“Belki de başına gelen iyi bir şeydir baba. Ne çok insan şu kâinat üzerinde unutmayı istediği nice şeylerle yaşıyor ve her sabah yeniden onlarla uyanıyor bir bilsen… Fakat sorsan şimdi onlara, hiçbiri de istemez Alzheimer olmayı. “Aman!” derler, “iyi hatıralar da gider, istemem!” İşte insan bazı şeyleri isterken bir diğer yan olasılığı göğüslemek istemiyor baba. Ama bak, senin zihnin şimdi gri bir defter gibi. Belki beyaz, ne fark eder? Renkleri de hatırlamıyorsun ki. Tatları, yüzleri, hisleri, hiçbirini! Güzel mi böylesi?”

Babam, hâlâ kayıtsızca camdan dışarı bakıyor. Babamın bu kayıtsızlığı beni sinirlendiriyor fakat öfkeme bir muhatap bulamamanın çaresizliği içerisinde yumruklarımı sıkıyorum.

“Güzel olmak zorunda!”

Titreyen dudaklarımı zapt etmeye çalışarak mutfağın yolunu tutuyorum. Ocakta yarım saatten fazladır kaynamakta olan su, sinirlerimi iyice bozuyor. Unutmak, bir süredir babama ait bir özellik ve o günden beri aynı rahatsızlığa yakalanma korkusuyla yaşıyor ve hiçbir şeyi unutmamaya çalışıyorum. Fakat oldu işte; ocağın üstünde, yeşil emaye bir kapta kaynamaya bıraktığım suyu orada öylece unuttum. Kaynamaktan bitmeye yüz tutmuş suyu, titreyen ellerimle büyük bir kupaya koyup kahve yapmaya başlarken diğer yandan da salona doğru sesleniyorum.

“Keşke bu kadar basit şeyler yerine, asıl unutmam gerekenleri unutsam, senin gibi! Yarım asırlık ömrün boyunca bize hayatı dar edip şimdi de hiçbir şey olmamış gibi orada öylece oturuyorsun. Oysa bizim sana öfkeli kalmamız ve yüzünü bile görmememiz gerekirdi baba. Ama yine senin bencilliğin galip çıktı ve kendine en uygun hastalığı seçip bizi yine başka bir şeye mahkûm ettin, tebrikler!”

Dudaklarımın titremesi ellerime sirayet ediyor, sakinleşmeye çalışıyorum. Babam benimle konuşsun, hatırlasın, kavga etsin istiyorum. Bunca sessizlik ve hiçbir şeyi hatırlamama halinin yaratmış olduğu kayıtsızlık, öfkemin önüne koca bir set çekiyor ve bu duruma bir türlü alışamıyorum. Oysa böyle hayal etmemiştim; bir gün belli bir yaşa gelip yetişkin olacak ve içimde büyüterek büyüdüğüm ne kadar yaşanmışlık varsa, bir bir babamın yüzüne haykıracaktım ve babam da üzgün gözlerle başını öne eğip af dileyecekti. Fakat öyle olmadı işte, ne konuşan var ne de af dileyen. Karşımdaki adam, kendi adından bile bihaber.

Hâlâ çok sıcak olan kahveyi, soğuması için mutfak masasının üzerine bırakıyorum. Bir süre, ne yapacağımı bilemez bir halde öylece ayakta dikiliyorum. Salona dönmek üzere yürüdüğümde babamın kıpırtısızca camdan dışarı bakma halinin devam ettiğini görüyorum. Şimdi arkadan seyrettiğim bu adama ne kadar da yabancıyım. Onu öpmek, ellerini okşamak ve sarılmak istiyorum fakat onca kötü hatıraya ayıp olur korkusuyla kendini geri çekip, diri tutmaya çalıştığım öfkemi kendime gard alıyorum. Öfkelenmek, affetmekten daha kolay nasılsa. Öfkemi gücendirmek istemiyorum.

Babamın karşısındaki koltuğa oturarak, konuşmama belki bir cevap alırım umuduyla devam ediyorum.

“Ya… İşte böyle baba. Hayat ne garip, değil mi? Onca şeyi yap et ama sonra imdadına bir hastalık yetişsin ve tüm ömrünü sıfırlasın. Ne büyük armağan! Ama iyi şeyler de olmadı değil hani hayatımızda. Neye yarar? Onlar da gitti, silindi. Ben sana hatırlatayım, deniz manzaralı o koca evde otururken bir gün duvara kocaman bir bulut çizmiştik. Masmavi devasa bir bulut. Senin aklının içi o buluta takılmış da gitmiş gibi ama şimdilerde, yoksun. Hayır, zaten yoktun pek ama şimdi hepten yoksun! Olacak iş mi bu Halis Efendi? Kaçak dövüşüyorsun, er meydanında böyle ‘Ben her şeyi unuttum, saf dışı bırakın gideyim,’ diyerek kaçmak senin gibilerin işi mi? Onca hastalık içinden bula bula bunu mu bulup kendine makul gördün? Kanser falan olsan hiç değilse daha başka olurdu. Üzülürdük, dramatik konuşmalar olurdu, affederdik belki birbirimizi.”

Babam, camdan ayırdığı koyu siyah gözlerini bana doğru çevirip yerinde kıpırdanıyor.

“Ece?”

Kalbim çıkacak gibi atmaya başlıyor. Oysa doktor, “Kısa süreli, anlık anımsamalar olabilir, bu hastalıkta bu da mümkün. Anlık da olsa bellek yoklamaları bazen hiçbir şey olmamış gibi gidip gelebiliyor. Buna da hazırlıklı olun, zaman zaman hiç olmayacak şeyleri hatırlayıp bir şeyler de söyleyebilir. Fakat bunun ne zaman olacağı ve ne kadar süreceği, tamamen öngörülemez bir durum,” demişti. Ama ben doktorun bu söylediğinden çok babamın iyileşmiş olabildiğine dair saf ve imkân dışı ihtimale tutunuyorum yine. Heyecandan kalbim çıkacak gibi oluyor.

“Baba? Baba, beni tanıdın mı?”

“O ne biçim laf Ece? Yemek hazır mı? İsmail nerede?”

Ne yapacağımı bilemez acemi bir çocuk gibi hemen babamın önüne gelip diz çöküyorum ve gözlerimi gözlerine iyice dikiyorum.

“Ne olur bu an uzun sürsün, ne olur hemen bitmesin. Her şey çok güzel olacak baba, tamam mı?”

Babam dalgınlaşarak yüzüme bakıyor ve sorusunu yineliyor.

“İsmail nerede?”

“Kısacık bir an dönüyorsun, hafızan yerine geliyor ve tek merak ettiğin kişi İsmail mi? Ne dediğimi duymuyor musun?”

Yine öfkeme yenik düşüyorum, hiç tanımadığım bu kişinin bana ikinci kez sorulmasına içten içe kırılıyorum. Kıskanıyorum biraz da ayrıca; kısacık bir anda, kıskandığımı fark edip kendime olan öfkemi tazeliyorum. Bana babamdan kalan en büyük genetik miras olan bu öfke de olmasa beni şu fani dünyada diri tutacak olan şey ne olurdu, merak ediyorum. Kim bu İsmail? Babamın anlık hatırlamalarında yerini alacak kadar neden önemli? Neden annemi, kardeşlerimi veyahut kendisiyle alakalı bir şeyleri sormuyor?

“İsmail öldü!”

Canını yakmak ister gibi hınçla söylüyorum bunu, tükürür gibi pis bir şeyi. Bir şeylerin intikamını almak istiyorum ve bunu da hiçbir zaman tanıyamayacağım o meçhul İsmail üzerinden yapmak istiyorum.

Babam, bakışlarını camdan dışarı çevirerek ifadesizce söyleniyor.

“Ya, öldü demek… İsmail…”

Yeniden o sonsuz kayıtsızlık ve sis yüklü bulut kervanına kapılıp gittiğini anlıyorum. Geride, kim olduğu ve hatta hayatta olup olmadığı bile belli olmayan bir İsmail kalıyor. Elimde kalan ve hatırlanacak kadar kıymetli bu İsmail ile ne yapacağımı bilemiyorum.

Çaresizlikle babama bakıyorum. İyice bozulan sinirlerim, mantıklı bir şeyler söyleme veya yapma gayretini bünyeme aşılayamıyor; öylece oturduğum yerde kalıp bir müddet babamı izliyorum. Bu izleyişte gizli bir umudun izlerini de fark ediyorum. “Belki yeniden hatırlar, belki bana gülümseyip ne kadar büyüdüğümü ve güzelleştiğimi söyler, eskilerden birkaç güzel şeyi yad ederiz ve hatta belki duvara çizdiğimiz o koca bulutu da hatırlar, unuttuğum nice şeyi hatırlatır… Hadi baba, lütfen.”

Fakat o an hiç yaşanmamış gibi, yine tam bir kayıtsızlık hali hüküm sürüyor salonda. Acaba az önce bunlar yaşanmadı mı? Belki de ben bu anı o kadar çok yaşamak istiyordum ki zihnimin küçük ve acımasız bir oyunuydu bu.

“Hayır, hayır gerçekti! Baba, özür dilerim… İsmail ölmedi. Duyuyor musun? İsmail ölmedi.”

Fakat babam camdan dışarı bakmaya devam ediyor, binlerce bulutun göçünü izliyor gibi. İçime bir pişmanlık tohumu düşüyor, neden İsmail öldü dedim ki? Ben, hangi ara bu kadar gaddar bir insan oldum? Belki böyle üzücü bir şey söylemeseydim, o hatırlama anı da uzun sürecekti. Pişmanlık, suya atılan bir taş gibi halka halka içimde büyümeye ve vicdan azabına dönüşmeye başlıyor.

“Özür dilerim baba, İsmail ölmedi. Ne olur affet.”

Fakat çabamın ve kurduğum cümlelerin beyhude olduğunu biliyorum. Bir an sonra, yaptığım ve mutfakta soğumaya bıraktığım kahvem geliyor aklıma.

“Allah kahretsin. Kahretsin! Yine mi!”

Alelacele mutfağa gidiyorum, kupada unuttuğum ve çoktan soğumuş olan kahveyi alıp salona geri dönüyorum. Aklımda hâlâ silüeti belirsiz bir İsmail. Bu hayaletten hem nefret ediyor hem de onunla tanışıp babam hakkında konuşmak istiyorum.

“Ya, görüyorsun işte baba, ben de unutuyorum artık! Hem de yaşım senin yarı yaşından bile daha azken. Reva mı bu? Bulaşıcı mı yoksa hastalığın? İçmek ister misin? Buz gibi bir kahvenin kırk yıllık hatırı var mı bilemem ama. Olsa da hoş, hafızasız biri için ne fayda eder bilmem kaç yıllık hatır? İster bir dakika olsun ister kırk. Değil mi? Kahve diyoruz adına ama aslında bin tane işlemden geçmiş, kaynar suyu görünce hemen hazır olabilen bir şey. Zahmetsiz. Bakır cezvede bile kaynatılmamış… Bizim çağımızın hastalığı da bu işte; sabırsızlık, hız, her şeyin çabucak olmasını isteme hali. Ne saçmalıyorum ben!”

Babamdan çok kendi kendime söylendiğimi fark ediyorum. Yine de söylediklerimi babamın duyuyor oluşu, bir nebze olsun dinlediğine ve anladığına olan umut kırıntılarımı besliyor. Kahve kupasını elimden bırakıyor ve ayağa kalkıp babamın saçlarını okşamaya başlıyorum.

“Madem sen unutmayı seçtin, ben de unutacağım yaşattırdıklarını. İyi anılara tutunup, kötü olanlara bakmamaya çalışacağım. Sen unutmayı seçtiysen vardır bir bildiğin. İsmail’i unutmamışsın ama? Ne yalan söyleyeyim, epey kırıldım sana.”

Bir müddet amaçsızca salonu geziyorum. Çerçevelerin içindeki fotoğraflar dikkatimi çekiyor; hiçbir şey olmamış gibi tasasızca objektife gülümseyen ve mutlu görünen aile fotoğraflarımızı okşuyorum uzun uzun. Fotoğraflarda babam henüz bu hastalığa yakalanmamış; hafızası, gücü kudreti yerinde bir adam. Acaba bu fotoğraflar çekilirken, en fazla beş on sene sonra, dünyadan ve kendinden habersiz bir şekilde pijamalarıyla salonun ortasında bomboş ve hatırlamanın sancılı mutluluğundan bihaber günlerini geçireceğini bilse, yine böyle gülümser miydi? Peki ben bunu bilebilseydim, o her zaman yapmayı düşlediğim hesaplaşmayı yapar mıydım? İçimde ukde kalan tüm o klasikleşmiş baba-kız sevinçlerini yaşamak için alan açar mıydım bize? Yoksa ona acıyarak, bilincin o son sağlıklı ve kısıtlı kalmış günlerini hoş mu tutmaya çalışırdım?

Kilitte dönen anahtar sesiyle düşüncelerimden sıyrılıyorum; gelen, Hastabakıcı Ayşe’den başkası değil elbette.

“Ah, burada mıydınız Ece Hanım? Kusura bakmayın, bilmiyordum geleceğinizi.”

“Babama bakmaya geldim. Birkaç gündür durumunda bir değişiklik oldu mu? Yemesi, içmesi nasıl?”

“İştahı fena değil, fakat güzel bir şey oldu.”

“Güzel bir şey mi oldu?”

Bıkıp usanmadan yinelediğim bir duayı, Ayşe tüy gibi, bir cevap ve kabul gibi kucağıma bırakıveriyor.

Ayşe, muzip bir gülümsemeyle yaklaşıp, müjde olduğuna kesin kanaat getirdiği o haberi veriyor.

“Sizi sayıkladı! Birkaç kez Ece dedi.”

“Sahi mi? Beni mi? Ne zaman, nasıl?”

“Vallahi billahi! Ece, Ece, diye sayıkladı iki gece evvel. Daha dün sabah da bana, kızım nerede, diye sordu.”

Duyduklarımdan memnun ve mutlu, dolan gözlerimi Ayşe’den gizlemeye çalışarak yeniden çerçeve içindeki fotoğraflara dönüyorum.

“Evet, arada böyle olabilirmiş, doktor da öyle söyledi. Öyle, anlık, kısa gelip gitmeler… Neyse, sen de geldiğine göre ben gideyim. Bir şey olursa zaten numaram var.”

Babamın yanına gidip fısıltıyla yine o söylemekten bıkmadığım cümleyi yineliyorum.

“Her şey güzel olacak demiştim baba bak, olmuş işte. Hatırlamışsın beni. Yine gelirim ben, hoşça kal…”

Kendimi dışarı attığımda batmakta olan güneşin kurşuni kızıl renkleri yüzüme vuruyor. Sokaktaki insan kalabalığından yerimi ve nasibimi alıp yürümeye başlıyorum. Herkes yine dünyanın telaşesine kapılmış, oradan oraya koşuşturup duruyor. “Hey insanlar! Bana İsmail’i bulun!”

Yürürken birden ayak seslerinin uğuldayarak beynime üşüştüğünü ve mermer zeminde yankılanan topuklu ayakkabı seslerine dönüştüğünü fark ediyorum. Yine o anıya gidiyorum ve o anın, şu anın gerçekliğinden bile gerçek ve olur olmadık zamanlarda kendini daha bir taze gösteren anılardan biri olduğunu iyi biliyorum. Gözlerimi bir an kapatıp o anıya teslim ediyorum kendimi yedi yaşımdaki halim, büyük bir adliye, anne ve babamın genç, mutsuz ve evliliklerinin ölü toprağını üzerlerinden atmış halleri ve adliye kapısından çıkarken babamın, gözlerime bakarak kurduğu tek bir cümle, “Her şey çok güzel olacak Ece.”

Fakat olmadı. Hiçbir şey güzel olmayıp daha da bayır aşağı gitti freni patlamış eski bir kamyonet gibi. Verilen sonsuz sözler demetinden gerçekleşmemiş bir tanesi daha eklendi sadece.

Eğer bir şeyler iyi olacaksa da artık pek bir hükmü yok fakat bu vaadi yıllarca bir görev gibi sürdürmeye devam ediyorum. Bir pastanenin sıcak bir köşesine iliştiriyorum kendimi, bir bardak bol leblebili boza söylüyorum. Oldum olası en nefret ettiğim içecek olmasına rağmen, her hafta sabırla ve umutla kendime boza ısmarlıyor fakat ne kadar çabalarsam çabalayayım içemeden kalkıyorum masadan. İsmail bunu bilmez mesela.

Etrafımdaki masaları ve insanları bir anlığına unutarak boza bardağına bakmayı sürdürüyorum ve mırıldanışlarımı -neyse ki- bir tek kendim duyuyorum.

“Senin en sevdiğin, benimse asla tahammül edemediğim bir şey şu boza. Fakat sen şimdi, bunun bile tadını unuttun baba. İçmeyi bir kez daha denesem, belki tiksinti duymam ve severim bile hatta belki. Biraz boza içsem her şey düzelir ve güzel olur mu? Hadi, şu bozayı içeyim de hafızan yerine gelsin, her şey güzel olsun. Hatırlamamanın kuş gibi hafifliği sana kaldı, bir bardak yaşanmışlığı senin de yerine hatırlayıp yaşamak da bana… Olsun. Hiç tanımadığım ve muhtemel ki hiçbir zaman tanıyamayacağım bir İsmail bıraktın bugün bana. İyi mi oldu kötü mü, bilmiyorum. Bizimkilere, eşe dosta bir soracağım şu senin İsmail’i. Eğer hâlâ sağ ve sağlıklıysa tutup kollarından sana getireceğim. Hele bir hatırlama, bak neler oluyor! Hem, eminim sen İsmail’i üzmek istemezsin.”

Etraftaki masalardan bazıları bana acıyarak bakıyor; öyle ya, kim konuşur bir bardak bozayla? İnsan insanla konuşunca normal, bardakla konuşunca deli addediliyor bu dünyada. Umurumda bile değil; birini anlamayınca, olabilecek en yakın ihtimali yakıştırmak zaten insanların en iyi yaptığı şey.

Herkes o gün, ağzına kadar dolu bir boza bardağıyla konuşan genç bir kadın gördü. Hiç kimse, bir hastalık ve eksik kalmışlığın yarattığı tahribattan arda kalanları sormak ve dokunmak istemedi. Bir yerlerde birileri için çok güzel şeyler oluyordu, belki bir gün sıra bana da gelirdi.


Seda Nida Demir

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page