top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Seda Nida Demir- Vakit Tamam Mürvet Hanım

“Biraz daha yaklaş, iyice göreyim, duyayım seni.”

Yaklaşıyorum. Zaten epey yakınındayım ve bu yakınlıktan epey rahatsızım; canımı yakan birine ve onun ölümüne az bir mesafedeyim. Yüzüne bakmaya imtina ediyor, anlıyor, anlıyorum. Odada bozuk limon kolonyası kokusuna karışmış ilaç kokusu hâkim. Bir de dünden kalan yemeklerin ısıtılmış kokusu, eşyaların sağına soluna konuşlanmış, ara sıra başını çıkarıp bizi yokluyor.

“Seni sevmezdim hiç. Eh, sen de benden hazzetmezdin. Ama ne yaparsın işte? Hayat bak, buradayız. Buradayız.”

“Tamam yorma kendini.”

Tıslar gibi gülüyor.

“Yorulmak? Ben seksen senedir ilk kez bugün mü yoruldum sanıyorsun? Şurada lokum var, al da ye. Ufakları daha lezzetli.”

Zaten bulanan midemi iyice bozmak niyetinde değilim. Hafifçe başımı eğip, duymamış gibi devam ediyorum.

“Annem geç gelecekmiş, yolda. O gelene kadar ben varım.”

“İsabet olmuş. Zaten konuşacaklarım var seninle.”

Evet, nihayet o hiç girmek istemediğim sulara bodoslama dalmak üzereyim. Bu suya itiliyorum, hiç istemeyerek. Söyleyeceklerini duymak istemiyorum. Sussun, susayım, gün böyle geceye yetişsin yavaş yavaş. Şu aptal ve yaşlı saatin tik takları da sesini kessin istiyorum. Defolsun şu pis koku, annem girsin kapıdan bir an önce de şu tatsız refakatimi sonlandırayım istiyorum.

“Sen çocukken de böyle asiydin Senem. Erkek gibi aptal saptal hadiselere dalar, herkesi üzerdin. Hanımefendi olamadın be kızım. Hep bir koşturma…”

Ya sabır… Ölüm; aramızda durmuş, yakıcı gözleriyle bizi dinliyor şu an, eminim. Bir şeyler söyleyecek gibi oluyorum, ölüm susturuyor. Gayri ihtiyari, başımı tavana çevirip sabır dileniyorum. Yine tıslar gibi gülüyor.

“E ama öyleydi Senem. Kızma bana. Ya da amaan, kızarsan kız. Geberip gideceğim nasılsa ben.”

“Bir şey olmaz anneanne, korkma.”

“Kim demiş korktuğumu? Yataklara düştük diye aciz görünüyoruz, belli. Ama başım dik. Seninle tek benzer yanımız bu Senem, başın dik senin de. Bu yüzden takdir eder, yine aynı sebepten hiç sevmem seni. Şebnem ne zaman gelecek?”

Annem olacak Şebnem keşke şu kapıdan girse de ben de defolup gitsem! Ah annem… Neden anneanneme hiç benzemez? Kime çekti benim güzel annem? Bu gudubet kadına değil, orası kesin.

“İnsan torununu sevmek zorunda mı? Değil. İlle de torun, torun diye söylenirler. Aptallar! Ben yaşıtlarımı hiç anlamıyorum. Kafanı dinleyeceğin yaşa erişmişsin, ne halt yemeye kendine iş çıkarıyorsun ki? Değil mi ama. Otur kitabını oku, turlara katıl, gez, gör, ye, iç, hiçbir şey yapamıyorsan aç televizyon izle! Aptallık.”

Hâlâ söyleniyor. Bana mı söylüyor kendi kendine mi söyleniyor, anlamıyorum. Hoş, anlasam da bir şey değişmeyecek zaten.

“Sen çok zor doğdun. Şebnem acılar içinde saatlerce kıvrandı. Gebeliğinde de rahat vermedin kızcağıza; habire midesi bulanır, başı ağrır, yatak döşek hastalanırdı. Uğursuzdun kızım sen. Neyse nihayet doğdun, yine uğursuz bir saatte; herkes seni kucağına aldı ben Şebnem’e seğirttim. O kız neler çekti.”

“Kızını çok sever gibi konuşuyorsun, bari ölürken iki yüzlü olma.”

Oh be, rahatladım. Hak etti ama! Hiç şaşırmıyor, yüzüne kocaman bir neşe yerleşti şimdi de keyfi yerine geldi iyice.

“İşte böyle Senem, içine atmayacaksın kızım. Seni sevmem ama dedim ya, hayranlık duyarım bazı yönlerine. Şuradan sigaramı ver.”

“Anneanne saçmalama ne sigarası?”

“Yahu aptal mısın kızım? Zaten gideceğim, bari keyiflice gideyim. Ver! Çakmak da a şu çekmecede. Haydi!”

Bu kadının o direktif veren soğuk sesi, hâlâ nasıl tesir edebiliyor bana anlamıyorum. Ama kurulmuş robot gibi dediğini yapıyorum. İncecik parmaklarının arasına sigarasını alıp gümüş çakmağıyla zarif bir hareketle yakıyor sigarasını. Dumanını usul usul, zarifçe arkaya attığı başının üzerine veriyor. Gri, kirli, yaşlanmış bir bulut gibi duman evi sarıyor sinsice. Sonra bana dönüyor, belli ki uzun bir konuşma olacak.

“Evet Senem. Hayat kısa, hayat zor, hayat acımasız, hayat şöyle, hayat böyle… Hep söyler dururlar. Sanki çok bir nane biliyorlarmış gibi. Hayat ne şudur ne de bu. Hayat, ortak bir nefes, müşterek bir bilinç, bağımsız bir duygudur. Yaşamasını bilene şölendir, bilmeyene de ızdırap. Acımasızmış da şöyleymiş de böyleymiş, lafı güzaf! Hayat hakkında beylik laflar edenler, onu ne layıkıyla anlar ne de hakkıyla yaşarlar, bunu unutma. Unutma bunu.”

Sigarasından koca bir nefes alıp, hiç acele etmeden devam ediyor.

“Sonra… Ben anneni çok sevdim. Ama gösteremedim. Bize de göstermediler çünkü onlara da göstermemişler zamanında. Bu zincir böyle halka halka büyüyerek devam etmiş, çığ olup insanlığı yutmuş. O çığın midesinde debelenip duruyoruz. Keşke kussa bizi. İnsanlık, koca bir sevgisizlik kuyusunun içinde, bir ışık huzmesi arayışında yitip gidiyor Senem. Duydum, bir konuştuğun varmış. Bahtsız adamın adı da Cem’miş. Vah bahtsız oğlan. Neyse. Benim ana babamı o savaştan sonra vurduklarında o şiltenin altına nasıl saklanıp izledimse canileri, hala öyle bakıyorum insanlara. Aslında ben asi değilim, sevgisiz hiç değilim. Korkuyorum ben Senem. Korktum incinirim diye, sevilmem diye, hor görülürüm diye. Sonra ne yaptım? Bari sevmeyişlerinin bir sebebi olsun da insanlara kızmayayım diye, hepsini tek tek nefret ettirdim kendimden. Böylesi daha kolaydı çünkü. Ama bak, kaçmadım hiç. Dimdik tutup başımı, dünyanın tam ortasında durdum. Öyle olacaksın çünkü zorundasın, yoksa rüzgâr alır savurur seni bilmediğin iklimlere. Bilmediğin iklimde de hiçbir ağaca tutunamazsın Senem. Baban mesela bak. Severim onu; efendi adam, yumuşak başlı, e Şebnem’i de çok sever. E bundan iyisi Şam’da kayısı. Ama sen? Bu hırçınlığını elinde parlat Senem, ona bir yön ver yoksa en başta kendin yanarsın. O zavallı oğlanı da yakma kendini de.”

Ne hissedeceğimi ne söyleyeceğimi asla bilemeden öyle yüzüne bakıyorum. Kızmam mı lazım? Üzülmem mi, sevinmem mi? Ben ne hissedeceğim şimdi? Nedir bu?

“Bakma öyle aval aval suratıma! Anladın sen. Zeki kızsın. Anlarsın. Benim şurada kaldı belki iki belki on günüm, bilemem. Senin belki hiç günün kalmadı, onu da bilemezsin. Hayat. Sana bunak anneanneler gibi gözünde yaşlarla abuk nasihatler vermeyeceğim Senem, şunu söyleyeceğim sadece. İster yap ister yapma, bana ne! Diyeceğim o ki sev. Her şeyi, herkesi sev. Ben hayat için şöyledir böyledir diye nutuklar atmayacağım ama kısadır. Tek mutabık gerçekliğimiz bu. Bu kısa olan anları da sevgiyle çoğalt. Şu sehpanın üzerinde yeni gelin gibi duran bembeyaz fiskos var ya mesela, onu bile seveceksin. Ben bir tek bundan kaçtım, sen kaçma. Cem’i de çok sev. Kaderinde senin gibi birine düşmek varmış yavrucağın, ne yapsın? Yazık. Sev çocuğu.”

Bu kadının söylediği hakaretler bile komik, gülmeden edemiyorum. Kahkaha atarken hiç ağzımı da kapatmıyorum. O da bana katılıyor, birlikte gülüyoruz. Ah Mürvet Hanım, sen neymişsin ya? Bilirdik hep asil olduğunu da bu denlisi pes! Onlar nasıl laflar öyle? Fakat söyledikleri de boş değil, söylemeden edemeyeceğim.

“Haklısın Mürvet Hanım, tamam. Cem’i getireyim de elinden öpsün.”

“Aman istemez! Kimseye öptürtmediğim elimi, elin delisine mi öptüreceğim? İstemez! Şebnem nerede?”

“Yolda, geliyor.”

“Neden biz onunla değil de seninle aynı şehirde yaşıyoruz ki?”

“Hayat anneanne, hayat.”

Bir kahkaha atıyor. Sonra gözünden gri bir bulut geçiyor, aklım o buluta takılıp gidecekken, gözlerini gözlerime dikiyor.

“Bir kahve yap Senem, acı olsun.”

Hayır desem kızacak, mecbur kalkıp yapıyorum. Keyifle içerken bir sigara daha yakıyor. Yalandan bir sinir maskesiyle, “Tükürdün mü yoksa içine?” diyor. Gülüyoruz. Akşam oluyor, annem geliyor, ben çeşitli bahanelerle kalıyor ve evden gitmiyorum. Geceyi orada geçiriyoruz.

Ertesi sabah bir bakıyoruz, Mürvet Hanım tası tarağı toplamış, ebediyete göçmüş. Annem ağlıyor. Ben dün sözleriyle beni dövdüğü yatağına bakıyorum. Sözlerini pata küte söylediği yatak hâlâ ılık. Akşama doğru mezarlığa gidiyoruz. Mürvet Hanım öndeki yeşil araçta, biz arkasındaki kırmızı arabada. Tabutun içinden çıkıp bize kızacakmış gibi hissediyorum bir an. Annem ağlaya ağlaya arabayı kullanırken, bir yandan da aynı soruyu bilmem kaçıncı kez soruyor.

“Ne dedi başka Senem?”

“Seni sordu, seni anlattı, nasihat etti işte.”

“Ne dedi?”

“Anneciğim anlattım ya.”

“Ne dedi Senem?”

“Çok sevin, gizlemeyin dedi anne!”

Bir şeyleri tekrarlamaktan nefret ediyorum ama acısı taze annemi kıramıyorum da. Taze acı, üzerinden yıllar geçince acı bayatlar mı? Bu tabiri derhal ortadan kaldırmalı. Taze acıymış! Çocuğunu yitiren babaya, annesini yitiren öksüze sor bakalım acı kaç zaman taze kalır? Neyse, sinirlenmeyeceğim. Sinirlenmemeliyim.

Mürvet Hanım’ı gömmeden önce yüzünü son kez açıyorlar. Başı dik, kapalı gözleri mağrur, dudakları sımsıkı kapalı ve çenesinden bağlanmış. O dik ve sert ifadeyi muhafaza ediyor. Uzun uzun bakıyorum. Gömüyorlar, okuyorlar, ağlıyorlar ve nihayet herkes gidince annemle ben kalıyoruz.

“Sen arabayı çalıştır anne, geliyorum birazdan.”

Bir şey soracak gibi olup sonra vazgeçiyor ve uzaklaşıyor. Mezarlığa yaklaşıp kıyısına çöküyorum. Toprak ıslak, kokusu güzel, mezar henüz taşsız ve ölü hâlâ taze. Başının bulunduğunu tahmin ettiğim bölüme iyice eğilip fısıldıyorum.

“O şiltenin altından başını çıkar şimdi anneanne. Anne ve babanın yanına gittin. Artık kendini suçlu hissetme, saklayıp esirgediğin ne kadar sevgi varsa yaşa. Sen şimdi her şeyin en güzel olduğu yerdesin, tadını çıkar. Ben söylediklerini harfiyen zihnime kaydettim, hepsini yapacağım, söz! Yolun açık olsun Mürvet Hanım, senin o dimdik duruşunu artık ben devralıyorum. Gözün arkada kalmasın. Çık hadi artık o saklandığın şiltenin altından. Kötü adamlar gitti, sen hepsini yendin. Sen kazandın…”


Seda Nida Demir

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page