top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Sedef Erdoğan- Dönme Dolap

Teşvikiye’ye gelince, adresi bir daha kontrol ediyorum. Bitişik apartmanların arasına sıkışmış, uçuk pembe, eski ama bakımlı bir binanın önündeyim. Bu semti çok iyi bilmeme rağmen, kargaşanın içinde inci gibi duran bu güzel apartmanı nasılsa daha önce hiç fark etmemişim. Büyük ferforje kapı açılınca adeta zaman tünelinden 1950’ler İstanbul’una geri gidiyorum. İki tarafta ahşap oymalı kristal boy aynaları, tam ortada antika demir kafes içinde küçücük ahşap asansör, etrafında dönen geniş beyaz mermer basamaklar, yüksek tavanda uzun zincirle asılı kristal avize mükemmel bir uyum içinde beni kalabalık caddeden kendi sakin ortamlarına buyur ediyorlar. Ne etkileyici bir giriş. Aynanın önünde kendime bir kez daha bakıyorum. Topuzumdan düşen perçemi elimle düzeltip, saati kontrol ediyorum. Her zamanki gibi erken gelmişim. Murat henüz ortada yok. Köşedeki ahşap bankın üstüne oturup bekliyorum, çok geçmeden telaşla içeri giriyor, beni görünce rahatlıyor. “Selam, park yeri bulmak çok zor oldu ama güzel binaymış doğrusu, kaçıncı kata çıkıyoruz?” Binerken asansörün solgun kırmızı halısı gözüme takılıyor, uzun yaşamış insanların ağır başlı, görmüş geçirmiş havasını andırıyor. En üst kata doğru çıkıyoruz.

Bembeyaz mermer döşeli katta, tek başına pek güçlü görünen ceviz kapının zilini çalıyoruz. Beklerken, kapının güller ve yapraklardan oluşan oymalarını süzüyorum. Aslında bizim bu güzel binanın tadını çıkaracak havamız yok. Evlilik terapistine geldiğimiz için ikimiz de tedirginiz. Eminim binanın lüksü, doktora çok para gidecek diye Murat’ı çoktan sinir etmiştir. Zaten ablası bu kadar zorlamasa asla terapiste de gelmezdi. Göz ucuyla bakıyorum, yine kaşı seğiriyor, demek ki çok gergin. Ben de heyecanlıyım, aklımda da kırk türlü soru dönüp duruyor. Bir elimle topuzumdan sürekli düşen perçemi yerleştirmeye çalışıyorum. Nasıl geçecek, ne soracak, biz samimi cevaplar verebilecek miyiz, işe yarayacak mı? Konuşmuyoruz ama içimiz pır pır. Birisi vazgeçin dese hemen burayı terk edeceğiz. Tekrar elimi zile doğru uzatırken kapı açılıyor ama sanki kendi kendine, karşıda kimse yok. Birden fark edemiyoruz, kapıyı cüce bir kadın açıyor. Göz hizasında kimseyi görmediğimiz için olsa gerek, bir an afallıyoruz. Gayri ihtiyari ağzımdan, “Doktor Fırat Kerim’in muayenehanesi değil mi, yanlış gelmedik?” kelimeleri dökülüyor. “Evet efendim buyurun.”

İnce uzun bir koridora giriyoruz. İki tarafta koyu renk aynalar, yerde siyah beyaz büyük karolar var. Loş ışıkta karşımızdaki kalın perdeye doğru önde cüce kadın arkada biz yürüyoruz. Murat, beni nereye getirdin dercesine soran gözlerle bakıyor, ellerimi iki yana açıp bilmiyorum der gibi yapıyorum. Kadın, bir an duruyor, cam kapaklardan birini açıp, “Lütfen cep telefonlarını bu dolaba koyalım, bir süreliğine onlardan ayrılmanız gerekecek,” diyor. Şaşkınlıkla itaat ediyoruz. Sonra kadın eliyle tiyatro perdesini açar gibi kalın perdeyi bir yana topluyor, “Sizi bekleme salonumuza alayım, sekreter hanım şimdi sizinle ilgilenecek.” Ve biz böylece Alice’in Harikalar Diyarına adım atıyoruz.

Şaşkınlık içindeyiz, adımlarımız yavaşlıyor, duraksıyoruz, ne tarafa bakacağımızı bilemiyoruz. Birbirine açılan iki geniş salondayız. İlk girdiğimiz bölümde yerde parlak yeşil bir halı var, basarken ayaklarımız çimlere basar gibi içine gömülüyor. Bu salon sanki çocuklar için tasarlanmış. Girişte solumuzdaki duvarda, tavana kadar dev bir akvaryum var, içinde rengarenk balıklar süzülüyor. Yanında camla ayrılmış bölüm içinde minik bir yağmur ormanı yaratılmış, duvarından şelale akıyor. Tam karşıdaki pencerenin önünde kocaman pirinç kafesin içinde kanaryalar ötüyor. Sağdaki duvarın bir bölümü ise türlü oyuncakların sergilendiği ışıklı cam dolaplarla kaplanmış. Yanında birkaç katlı kocaman antika bir oyuncak ev bile var. Salonun ortasına ise dönme dolaptan sökülmüş oturma koltukları konulmuş, ikili koltuklar bunlar, her biri değişik renk, minik kapıları bile var. Diğer salon ise daha çok yetişkinlere ayrılmış. Bir duvarında tavana kadar guguklu saatler asılmış. Önündeki camlı büfenin üstünde gösterişli bir gramofonla plaklar var. Sağ yanında, kristal içki şişelerinin durduğu eski maun bar ve aynı ahşaptan yapılmış bilardo masası konulmuş. Eski Amerikan filmlerinin dekorunu andırıyor. Ve nihayet salonun ucunda balkona açılan camlı kapının önünde harika kuyruklu piyano, arkadaki manzarayı tamamlıyor. Ne yapacağımızı bilemeden öylece kalmışken, manken kadar güzel sekreter hanım elindeki tepside çaylarla yanımızda geliyor. Çarpıcı parfümünün kokusu da başının üzerindeki hare gibi onunla salınıyor. “Hoş geldiniz ben Ceyda. Süzer çifti değil mi? Doktor bey yirmi dakika içinde sizi buyur edecek, bu arada salonumuzun keyfini çıkartabilirsiniz.” Ben teşekkür ederken, Murat bakışlarını genç kadın çıkıncaya kadar ondan ayırmıyor. Alışkınım bu huyuna, güzel kadınlara çekinmeden bakmayı hep sevmiştir. Sonra dönüp bana, “Muazzam seçim, daha önce böyle bir doktor muayenehanesi ne gördüm ne duydum. Tebrikler hayatım, sen de İstanbul da beni sürekli şaşırtmaya devam ediyorsunuz,” diyor. Tartışma başlatmamak için sahte bir gülümsemeyle, “Sen de tadını çıkar o zaman hayatım,” diye cevap veriyorum. Aramızdaki bu gergin hava ikimizi de salonunun başka köşelerine itiyor.

Önce dönme dolabın pembe koltuğuna oturup çayımı içiyorum, gözlerimi kapatıp lunaparkta yükseldiğimi hayal ediyorum. Her şeye tepeden bakmak çok hoş, sanki bir süreliğine herkes, her şey uzaklaşıyor, küçücük oluyor. Keşke uzunca kalabilsem orada, gelmesem aşağılara ama adı üstünde dönüp dolaşıp beni aşağıya indiriyor. Ardından akvaryuma gidip bir süre balıkların sakin gezintilerini izliyorum, insanı ne kadar da rahatlatıyor. Sonra biraz yağmur ormanını inceliyorum, içinde minik kelebekler bile uçuşuyor, inanılır gibi değil, nasıl yapmışlar burayı? Kafesin önüne gelince kuşlar kıpır kıpır telaşla bir o yana bir bu yana zıplıyorlar.

Az ötede, Murat’ın önce bardağa buz doldurduğunu sonra da üstüne viski olduğundan emin olduğum içkisini koyuşunu duyuyorum. Sadece en iyi marka viskileri içtiği için bu antika barda onlardan birini bulmuş olmasına ne kadar hayret ettiğini görür gibiyim. Gülmem geliyor, dudağımı ısırıyorum. Sonra piyanonun tuşlarına dokunuyor, sanki akordunu kontrol etmek ister gibi kısa bir melodi çalıyor. Eskiden ne güzel piyano çalardı ne zamandır onu piyanonun başında görmedim. Yeni zevki lüks arabalar artık onun ilgisini daha çok çekiyor. Bu gürültülü motorlar, ne zaman hayatımızda müziğin yerini aldı? Son zamanlarda hep yaptığım gibi bu soruların cevaplarını aramaya boş veriyorum, kendi gezintime dönüyorum. O da çoktan bilardo masasına geçmiş, topların tok çarpışma sesleri gelmeye başlıyor.

Oyuncakların olduğu taraf çok renkli, dolapların birinde sadece Barbie’ler var. Hepsi değişik giyinmiş, masal kahramanları, deniz kızları, periler, rock şarkıcıları, film yıldızları, Kızıl Dereli, Eskimo, Afrikalı olanları bile var. Kusursuz vücutlu, her daim şık, her daim gülen kadınlardır Barbieler. Her kız çocuğunun ileride olmak istediği kusursuz kadınlar. Diğer dolap arabalar, model uçaklar ve trenlerle dolu, ilgimi hiç çekmiyor. Sonrakinde ise sadece Lego'dan yapılmış evler ve oyuncaklar var. Çocukken Legolarla çok oynardım. Annemin mimar olacağın buradan belliydi demesi geliyor aklıma. Saatlerce bıkmadan evler yapar zamanı unuturdum. Pembe panjurlu evler…

Ve nihayet tüm ihtişamı ile tek başına köşeye kurulmuş antika oyuncak evin önüne gelince dizlerimin üstüne çömeliyorum. Burası şahane üç katlı bahçeli bir ev, içinde kalabalık bir aile yaşıyor. Her katta birileri var. Bayılıyorum bu küçüklerin dünyasına.

O sırada kulağıma Edith Piaf’ın kadife sesi gelmeye başlıyor. İşte bu gerçekten şaşırtıcı.

“Işın hatırlıyor musun, bu taş plağı Paris’te ne çok aramıştık? Bulamamıştık. Koleksiyonumuzdaki tek eksik kalan parça, Sous le Ciel de Paris (Paris Gökyüzünün Altında) onunla burada karşılaşmak çok enteresan!” Hâlâ bir plak koleksiyonumuz olduğunu hatırlaması, bahsetmesi tuhafıma gidiyor, dönüp bakıyorum. Gramofonun önünde durmuş konuşurken bir yandan da taş plakları karıştırıyor. Arkası dönük, yüzünü göremiyorum. “Senin doktor bey pek zevkliymiş. Doğrusu viski seçiminden de muayenehanesinde ikram etmesinden de çok etkilendim. Bence fark yaratmak istiyor, artık ücreti de ona göre olacak tabii.” Benim doktor beymiş, senin ablanın önerisiydi diyecek oluyorum, vazgeçiyorum.

Uzun balayımızı Paris’te yapmıştık. Kesilmek bilmeyen sonbahar yağmurlarında saatlerce yürüyüp sahafları, antikacıları dolaşmamız, üşüyünce kahvelere ve pastalara saldırışımız sanki dün gibi. Ne çok ortak zevkimiz vardı. Koca şehirde gezmedik sergi, görülmedik müze bırakmamıştık. Akşamları ise, müzikli restoranlar seçer her akşam yeni bir şarap denerdik. Bu eski Fransızca şarkılar beni hep duygulandırır, Piaf’ı ikimiz de çok severdik. On yılda ne oldu bize? Nasıl geldik buralara? İçim burkuluyor, gözlerim dolar gibi oluyor. Tekrar dikkatimi eve veriyorum, incelemeye devam ediyorum. Çocuklar bahçede top oynuyor, iki kız bir oğlan, köpekleri bile var. En alt katta mutfakta hizmetçiler yemek hazırlıyor. Yandaki yemek salonunda elinde tepsi olan uşak, şamdanları bile olan zengin bir sofra hazırlamış. Belli ki burada varlıklı bir aile yaşıyor. Birinci kattaki kırmızı döşeli salonda yaşlı büyük anne ve dede, şömine başında sallanan koltuklarda oturmuş sanki sohbet ediyorlar, acaba eski günlerini mi yad ediyorlar? Baba ikinci katta çalışma masasının başında çalışıyor, arkasındaki büyük kütüphane bir sürü kitapla dolu. Anneyi arıyorum, çatı katındaki pembe bebek odasında buluyorum. Tüllerle kaplı beşikte minicik bir bebek uyuyor, onu elime alıyorum. Zihnime Murat’ın, “Ben çocuk büyütecek adam değilim, yapamam,” sözleri geliyor ve minicik bebeğe bakarken gözlerimde gezinen yaşlar birden boşalıveriyor. Ben hep anne olmak için yaratıldığımı düşünürdüm. Oyuncak anneyi, çocuk dolu mutlu evini kıskanıyorum. Keşke küçülsem oraya girsem, o anne ben olsam, onun güzel hayatını ben yaşasam.

Omuzuma Murat’ın eli değiyor, yanıma geldiğini duymamışım. Başımı kaldırmıyorum söyleyecek bir şeyim yok. Yanıma çömeliyor, önce evi inceliyor, sonra elimdeki minicik bebeği alıyor, bir süre bakıyor, avucuma geri koyuyor. Hiçbir şey söylemiyor. Cebindeki mendiliyle, yanağımdaki yaşları siliyor. Bana sarılıyor. Aylardır böyle yakın olmamışız, çok özlemişim. Öylece konuşmadan sarılıp Piaf’ın “La Valse de L’amour” (Aşkın Valsi) şarkısını dinliyoruz. Sanki Paris’te çatı katındaki şömineli odamıza geri dönmüşüz, buğulu sabahların birinde birbirimize sarılmışız. Müziğin içinde cama vuran damlaların sesini duyar gibi oluyorum.

Zamanın ve büyülü mekânın içinde tümüyle kaybolmuşken, sekreterin sesiyle irkiliyoruz. Buraya neden geldiğini bile unutmuş iki insanı, daldıkları hayallerden koparıp gerçeklere doğru götürmeye gelmiş. Oradan, o andan hiç ayrılmak istemiyorum. Bebeği yatağına geri yatırıyorum. Birbirimizin gözlerine bakmaya bile çekiniyoruz, ne diyeceğimizi bilemeden çaresiz toparlanıp kalkıyoruz.

Bu kez, telaşsız bulutların gezindiği mavi gökyüzünü andıran aydınlık bir koridordayız. Karşıda doktor bey odasının kapısında, elleri ceplerinde, muzip bir gülümsemeyle bizi bekliyor. İçimde sıcak bir umut kıpırdıyor, ben de ona gülümsüyorum.


Sedef Erdoğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page